Kovuktan kent bedevisine
“Şerif Mardin ve sosyolojisi” genel başlığı altında müzakeresini yaptığımız hatıra-yazıların sonuna gelmiş bulunuyoruz. Maksadım Mardin’in sosyolojiyle ilgili görüşlerini değersizleştirmek değil, hocanın iyi bir akademisyen ve sosyolog olduğunda şüphe yok. Maksadım sosyal bilimler, özellikle sosyolojinin hegemonik yöntem ve yaklaşımının ne bugün yeryüzü gezegeninde sürüp giden olayları ne Müslüman dünyanın içine girdiği krizi anlamaya ve açıklamaya yeterli olmadığını anlatmaya çalışmaktır.
Geçen yazıda sözünü ettiğimiz Ayşe Arman’ın söyleşisinde sosyologumuzun kullandığı tabirler, ‘durum tespiti’ olarak öne sürdüğü düşünceler ve geleceğe ilişkin söyledikleri Türkiye gerçeğini tek tarafın lehine yorumluyordu. Nitekim daha işin başında AK Parti’nin tek başına yeniden iktidara geleceği anlaşılınca ‘mahalle baskısı’ndan söz etmişti. Dahası genel kitleye matuf incitici, sömürgeci antropolojinin bir kavramını kullanıyordu.
Mardin, Türkiye’de yakın tarihte yaşadığımız önemli üç büyük göç dalgasıyla büyük kentlere taşınan milyonlarca insanın söz konusu demografik hareketini “kovuklarından çıktılar” şeklinde ifade ediyordu. Pek tepki de almadı, sanki doğal bir olguyu anlatıyormuş gibi algılandı, özellikle laik Kemalist çevrelere zaten garip gelmezdi, sol-sosyalist çevreler de tepki vermemişlerdi. Bilebildiğim kadarıyla İslami kesimden buna Yeni Şafak’ta rahmetli Akif Emre de değinmişti (20 Eylül 2007.) Ben de 22-24 Eylül 2007’de bu konuyu ele aldım. Özetle dediklerim şuydu:
Kovuk, içi boş ve oyuk yer. Bir şeyin boş kısmı, oyuk. Küçük mağara gibi anlamlarda kullanılır.
Kovuk batılı sosyolojinin aşina olduğu bir kelime. Bir sosyal olayı anlatmak üzere kullanıldığı için kelimeye daha yakından baktığımızda, antropoloji koktuğunu anlarız. Kurgusal varsayımlara göre, tarih içinde gelişmiş kültür veya medeniyet yüzü görmemiş, ‘pre-historikzamanlar’dan beri –bu hangi zamanlara tekabül ediyorsa, çünkü pre-historik zaman modern sosyal bilimlerin uydurduğu bir hurafedir- dağlarda, kırlarda, orman içlerinde, derin vadilerde ya da mağara içlerinde yaşayan topluluklar, ilkeller vardı. Bazı sosyologlar, tabiat üzerinde bir bakıma bilinçsiz ve amaçsız olarak ‘sürü halde’ yaşayan bu beşeri topluluklara ‘hord’ derler. İlerlemeci tarih faraziyesine göre –bu da ahlaki ve entelektüel kemal açısından doğrulanmamış bir görüştür- Batı antropolojisi ‘ilkel toplulukları’ vahşi, barbar olarak tanımlar. Deniz aşırı ticaret, sömürgecilik ve güce dayalı yayılma döneminde, “Batılı Beyaz Adam”, Avrupa-dışı dünyaya açılıp da oranın bilgi, tarihi eser ve maddi-tabii kaynaklarını yağmalamaya başladığında, yüzbinlerce siyahiyi köle olarak gemilere doldurup Amerika’da tarlalara ve işletmelere taşıdığında, bu beşeri kategoride yaşayan ilkelleri kültürleştirmek, barbarları-vahşileri medenileştirmek istediğini öne sürüyordu.
Tarihi zamanların dönemleştirilmesi eskilere dayanmaz, antropoloji ve sosyolojinin ortaya çıkışıyla literatüre girer, Aydınlanmacılar, Avrupa’da vuku bulan sosyo politik ve ekonomik olayları merkeze alarak tarihi dönemlere ayırmaya başlamışlardır. Kadim Grekler bu mahiyette dönemleştirme yapmayı düşünmemişlerdir. Kur’n bakış açısından, ilk zamanlar manasında “Kurun-u ula”dan söz edilir (28/Kasas, 43.) Bunu takip eden dönemler Kurun-u vusta ve Kurun-u uhra’dır.
Şu veya bu tasnif veya dönemleştirme sosyo ahlaki tutum ve olgularla iligilidir, bizim üzerinde durduğumuz konu ise, bize özgü demografik bir altüst oluştur.
İlk önemli iç-göç olayımız Truman Doktrini’ne göre Amerika’dan aldığımız Mershall Yardım Planı çerçevesinde 1950’lerde oldu. Alınan yardım ağırlıklı olarak tarımda makinalaşmada ve kara yolları yapımında kullanıldı; bilinen maddi sebepler sonucunda küçük yerleşim birimleri ‘itici’, büyük şehirler –özellikle İstanbul ve Marmara- ‘çekici’ hale geldi. Sanayi ve eğitim kurumlarının da bu bölgelerde toplanmasıyla göç bu çerçevede hızlandı.
Belli şehirlere ve Batılı bölgelere nerelerden gelindi? Anadolu’nun her yerinden.
Anadolu kadim kültür ve medeniyetlerin yatağı. Kaç medeniyet ve büyük devlet kurulmuş butopraklar üzerinde? Ben İstanbul’a –Hocamızın da memleketi- Mardin’den 1970’te geldim. Asur, Roma, Pers, Bizans, Arap, Selçuklu ve Osmanlı şehir hayatının, mimari, mutfak kültürü ve oturma biçimlerinin kesiştiği, hala derin izlerinin görüldüğü kadim bir medeniyet merkezi. Biz kadim bir yerleşim biriminden büyük birmedeniyet merkezine geldik, öyle sanıldığı gibi şehir hayatına intibak etmede zorluk çekmedik, sadece bize –bütün tarihi, kültürel kimliğimizin inkârını öngören- Batılı gibi yaşama tarzına itiraz ederek köklerimize ve hangi dünyada ve zaman diliminde yaşadığımızın bilincinde yaşama mücadelesiverdik. Kısaca bütünTürkiye olarak ne kovuklardan, ne mağaralardan veya hayvanların yaşadığı inlerden çıkıp şehirleri istila ettik.
(Haşiye: 15, Kadir Mısırlıoğlu ile ne fikirlerimiz, ne İslam anlayışımız ne yıldızlarımız barıştı. Cübbeli gibi bana çok sataştı, Köln’de bir kitap fuarında yüzyüze geldik, en yüksek perdeden sloganvari bağırarak adeta üstüme yürümeye kalkıştı, sadece yüzüne bakmkla yetindim, onu muhatap almadım. Benim için şöyle demişti
“-Ali Bulaç mütefekkir değildir, olamaz. Tefekkür aristokratlara aittir, köylüler ekmek ve pilav var.”
Ben 1970’te köyden değil, zengin bir medeniyet merkezi Mardin’nden İstanbul’a geldim, diğeri, Aristokrasi Avrupa feodalitesine ait bir sınıftır, ne Osmanlı’da, ne öncesinde İslam toplumlarında Aristokrasi diye bir sınıf olmamıştır; batıya benzer derebeylik sistemini Hz. Ömer, Kadısiyesavaşayla (M. 636) birlikte sona erdirmiş, Müslümanların oluşturduğu yeni toprak düzeni feodalitenin oluşmasına imkan vermemiştir. İslam’ın üç kıtya yayılmasını sağlayan sadece kılıçla fetihler değil, feodalite yerine köylüleri özgürleştiren toprak düzeni ve herkese din ve vicdan özgürüğünü hukuki güvence altına almalarıdır.
Feodalitede merkezi devlet yoktur, senyörler sadece toprağın değil, üzerinde yaşayan serflerin de malikidirler, hatta evlenecekleri zaman gelinin ilk gece hakkı toprak sahiplerinindir. Emevilerden Osmanlılara kadar Müslüman dünya devletsiz yaşamamış, topraklar, küçük çaplı Mülk, Haraci ve Miri olmak üzere üç tarzda işletilmiştir, Osmanlı’da sipahi toprağın sahibi değil, merkezin memuru hükmündedir. Rahmetli Mısıroğlu bari Kemal Tahir’in Devlet Anası’nı okusaydı. Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Toprak Hukukunun Teşekkülü ve Hz. Ömer’in Toprak Siyaseti, “Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam” içinde, Beyan y. İstanbul, IV, 115 vd.).)
Şerif Mardin, Türkiye’de yaşanan üç büyük göç dalgasını, kırsal kesimlerde veya küçük yerleşim birimlerinde yaşayanların “kovuklarından çıkıp kentlere gelmesi” şeklinde tanımlamaktadır. Şerif Mardin’in de memleketi de olan Mardin’de ve Türkiye’nin tamamında insanlar hiçbir zaman ‘kovuklarda, küçük mağaralar’da yaşamadı. Diyarbakır, Urfa, Siirt, Erzurum, Trabzon, Sivas, Malatya, Samsun, Konya, Kayseri, Kütahya vs. Anadolu yanında Mısır, Mezopotamya, Bilad-ı Şam (Suriye, Lübnan, Filistin), Irak, İran vd. ülkelerde de insanlar “kovuklarda, mağaralarda” yaşamadılar. Hala insanları büyüleyen medeniyet eserleri dimdik ayakta durmaktadır.
Bu dünyanın insanları büyük yoksulluklar yaşadılar, tarihi zamanlarda travmalara uğradılar, savaşlar ve talanlarla bazan yaşadıkları şehirlerde taş üstüne taş kalmadı ama asla mağara hayatı yaşamadılar. Kahire’nin bugün ‘mezar evleri’nde veya İstanbul’un yoksul varoşlarında bile evlerde İslamiyet’in emrettiği temizliğe, kanaate, sabra ve tertibe riayet edilmektedir. Yoksul evlerde bile zengin bir mirasın ala az da olsa etkisi sürüyor. Namaz kılınan eve ayakkabı ile bile girilmez.
Küçük mağaralarda, inlerinde yaşayan hayvanların bir anda çıkıp bir yeri istila etmeleri olayını akla getiren bu tanımlamayı bir kenara bırakıp, “ahlaki azınlığın sayısal çoğunluk” karşısındaki durumuyla ilgili Mardin’in söyledikleri de düşündürücü. Yukarıdan emreden, kendi projesi çerçevesinde milyonlarca insanı istediği şekle sokmak isteyen merkezdeki çekirdek, yani aslında sayısal azınlık, ahlaki olarak ‘iyi niyetli’ oluyor da, aşağıda canı yanan, temel hak ve özgürlükleri hiçe sayılan çoğunluk her an ‘tarassut altında tutulması, davranışları takip edilmesi, sınanması gereken’ potansiyel tehlike oluyor. Şerif Mardin şöyle diyor: “Korkun” diyor ve ekliyor “Araştıracaksınız. Bunu hep aklınızın bir kenarında tutacaksınız ve onları sınayacaksınız.”
Hoca’ya göre, bu ne yapacakları bilinmeyen kitleler, kovuklarından çıkıp “mahalle” oluşturmuşlar. “Mahalli olan” ile “milli olan” arasında bir gerilim söz konusu. Bu doğru mu? Hayır. Çünkü o yıllarda AK Parti, mevcut siyasi partiler içinde sadece kendisi ‘Türkiye partisi’ olabildiyse, bunu açıktan reddettiği tarihi ve kültürel köklerine borçluydu. Düşünüldüğünün aksine, küreselleşme büyük söylemdir, büyük hikayedir ve 2011’e kadar sadece AK Parti ve yakın tarihte ilk defa ona destek veren cemaatler, mukabil bir söylem ve bir hikaye ile karşılık verebilmekteydi. Üzerlerinden çıkardıkları gömleğe rağmen İslamcı kökler derin bir geçmişe dayanıyor ve sadece bu köklere sırtlarını yaslayabilenler küresel sürece belli bir özgüvenle bakabiliyorlar. Aslında olan, tasvir edilenin aksidir; yani “mahalli” olan küresel sürece katılıyor, AB üyelik sürecinin yanında yer alabiliyor; geleneksel çizgide direnip “ulusal kalmakta direnen” ise mahallileşiyor, kendi üstüne kapanıyor, dünya ile temasını koparıyor.
Din ekseninde teşekkül eden yeni toplumsal sosyolojilerin üç özelliği vardı: Merkez kaç güçlerdi, küresel trende açıktılar ve bir tür püriten ahlak takip ederek üretiyor, tasarruf yapıyor ve büyüyordu. O günlerde Nakşibendi tarikatının büyük iktisadi müteşebbislerinin sloganı şuydu: “Tsavvuf tasarruftur, tasarruf tasavvutur.” Sonraları Capris Oteller çıkacak, Yusuf Özal, bunun pek de makbul bir tutum olmadığını, tüketim olmadıkça üretim de olamayacağını söyleyecekti.
Konuşmada, seçmenin AK Parti üzerinde “mahalle baskısı” yapacağı ve belki bir noktadan sonra her şeyin kontrol dışına çıkacağı varsayılıyordu. Sosyal bilimlerin dilini bir kenara bırakıp soralım: Bu mazlum, dışlanmış, itilmiş insanların neden “demokratik talepleri” “mahalle baskısı” oluyor, potansiyel tehdit oluşturuyor? Bunların oyu “nitelikli olmadığı” için mi? Çoğunluğun azınlık karşısındaki “niteliksel değeri” veya “ahlaki değersizliği” dolayısıyla mı?
Mardin Hoca, bir zamandır üstü kapalı bir korku temasını öne çıkarıyordu. Niyeti bu olmasa da, ‘korku’ teması o günlerde Amerika’da ve Avrupa’da ‘medeniyetler çatışması’ tezine göre geliştirilen İslamafobiyle tam örtüşme halindeydi.
Hoca ile son buluşmamız Taksim’de bir otelde uluslar arası düzeyde kapalı bir toplantıda oldu. Medeniyetler Çatışması tezi gündemdeydi, Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra NATO, İslam’ı ve İslam dünyasını “tehdit” tanımlamıştı, İslamafobi literatüre girmeye başlamıştı. Şu anda ismini unuttuğum Faslı bir akademisyen, cihad ve savaş ile terörün aynı şeyler olmadığını anlattı. Moderatör, bu konuda Mardin Hoca’ya fikrini sordu, Faslı’yla aynı kanaatte olmadığını söyleyip şu iki argümanı öne sürdü:
“-Korkarım cihat, eninde sonunda Müslüman özneyi teröre sevkeder, cihadın da gayesi Kur’an’ın “mü’minleri herkesten üstün” saymasıdır (3/Al-i İmran, 139). Bu üstünlüğü elde etmek için Müslüman özne cihat yapar.”
Bana da fikrim sorulduğunda, bu iki argümanın Kur’an ve Sünnet bakış açısından temelsiz olduğunu anlatmaya çalıştım. Vefatına kadar Şerif Mardin’le bir daha görüşmedik.
Hala modern Türkiye’de olup biteni anlamak için Şerif Mardin’e dönüp bakmak gerekir, çok az sosyal bilimci, din olgusunu yeterince hesaba katmadan yaşadığımız krizi batıdan ithal ve iktibas ettiği bilgi malzemesiyle yetinerek yaşadığımız krizi ne açıklayabileceğimizi ne bir çıkış yolu gösterebileceğimizi anlamış bulunuyor.
Evet, Şerif Mardin, bir parça oryantalist, bir parça antropolojik malzeme kullanarak yeni popülasyonun “kovuk”larından çıkıp kente akın ettiklerini söylemişti, bu inciticiydi. Ben de, bunun yeni kent sakinlerinin kente itildiklerini, hord-yabani, vahşi olmadıklarını, kent soylu beyaz ve imtiyazlı zümreye karşı büyük medeniyetler kurulmuş İslam dinine sarıldıklarını yazıyordum. Ama yine benim de bir endişem vardı.
Kentin sakinleri kelami ve fıkhi sağlam zemin kurmadan kenti sahiplenecek olurlarsa, kent sadece el değiştirmiş olacaktı. Bana göre sosyo politik çatışma laik imtiyazlı zümre ile dindar-muhafazakar kitleler arasında sürüyor ama daha derinden bakıldığında, hiç de hafife alınmayacak kadar ciddi bir gerilim Sivil İslam ile Resmi İslam arasında sürüyordu. Eğer Resmi İslam, egemen olursa kentin yeni aktörleri ötekileştirip kent bedevileri olarak eski haderilerin yerini alacak ama bu sefer kenti yağmalayacaklardı. (Bkz. Ali Bulaç, Nuh’un Gemisi Binmek –Çevrimin son öğretisi-, 4. Bsm. Çıra y, İstanbul-2012, s. 13-110.) Tarihsel ve modernizm ürünü hakim zümreler devrim, ihtilal, darbe veya demokratik yollarla bir şekilde tasfiye olacaktı, İslam dünyasının her yerinde İslamcı akımlar bu değişimi yapacaklardı da, yerine ne gelecekti?
Şerif Mardin, sekter laikler açısından umutsuzdu ama demokrasi ile biri diğerini geriye iterek ve dönüşümlü olarak bu badirenin atlatılabileceğini düşünüyordu, Nilüfer Göle ise laik modernler açısından hiçbir tehlike görmüyordu, aksine dindar muhafazakarların önlerinin açılmasını öneriyordu, olup biecek olan formda bazı rütuşlarla “bize ait melez bir modernlik”ten ibaret olacaktır diyordu. Ben ise Abdulhamit ve Turgut Özal modernleşme projeleri uygulandığında göçmenler haderileşmeden “kent bedevileri” olacak diye düşünüyordum.
Belki artık “Nilüfer Göle ve sosyolojisi” üzerinden bu konuya bakmaya sıra gelmiş bulunmaktadır.