Kerbala’dan Gazze’ye
“Düştü Hüseyin atından sahray-ı Kerbalaya
Cibril, bari haber ver Sultan-ı enbiyaya”
Bu sene Hz. Hüseyin’in şehadeti sadece Türkiye’de değil, İran, Irak, Lübnan ve başka yerlerde de her zamankinden daha coşkulu kutlandı, matem merasimleri kapalı salonlarda olduğu kadar acık alanlarda da yapıldı, yüzbinlerce insan bu merasimlere katıldı.
Sünnilere söz matem ve merasimler bir miktar abartılı gelse bile, bence her sene biraz daha kontrollü çerçevede kutlanmasında fayda var. Özellikle bu sene daha coşkulu, daha acılı kutlanmasında Gazze’de yaşanan yürek parçalayıcı siyonist katliamın payı var.
Sanki insanlar İsrail’li katilleri Yezid’le, mazlum Gazzelileri Hüseyin’le özdeşleştirdiler. Gerçekten de Hz. Hüseyin ve yakınları gibi Gazzeliler savunmasız, çaresiz, çoluk çocuk, kadın yaşlı her günü katlediliyorlar.
Arapça, Farsça, Azerice, Türkçe okunan mersiyeler, yakılan ağıtlar Kerbala’dan Gazze’ye yankılandı durdu. Demek oluyor ki, Kerbala bugün de yaşıyor; Kerbala Müslümanların çaresizliğinin simgesidir ve nerede zulüm varsa orası Kerbaladır.
Bu açıdan tekrar tekrar her sene Muharrem ayında Kerbala’da şehit edilenlerin matemine katılmak lazım.
“Cennet gençlerinin efendisi Hz. Hüseyin” ve maiyetindeki 71 yakının şehit edildiği Kerbela, “kerb-u bela”dır: Kahır, üzüntü ve acının; musibet ve imtihanın yaşandığı çöl! Bugün Daru’l İslam’ın bütünü kurak bir çöl, modern Kerbala değil mi?
Kerbala öylesine büyük bir kahır ve musibet ki bin 345 senedir kapanmayan bir yara olarak Müslüman dünyanın yüreğinde kanıyor, kıyamete kadar da kanamaya devam edecektir. Kerbala’yı veya Hz. Hüseyin’in şehadetini belli bir mezhebe, inanç grubuna (Şia, Nusayrilik veya Alevilik) hasretmek yanlıştır; Sünni, Zeydi her duyarlı müslümanın acısıdır, kalbinde kanayan yarasıdır.
Bu açıdan Kerbala, Sünni, Şii bütün Müslüman mezhep ve fırkaları birleştiren bir şiardır ve öyle anlaşıldığında bugün küresel emperyalizme, sömürüye, zorbalığa, Siyonist soykırıma meydan okumanın ilham kaynağı olur.
Kur’an-ı Kerim ve Sahih Sünnet’in bize İslam’ın şiarları olarak gösterdikleri menasik ve semboller var; bir de tarih içinde teşekkül eden şiarlar var, mesela minare gibi.
Şehadeti dolayısıyla Hz. Hüseyin de acılı tarihimizin şiarlarından biridir. Hüseyin Ehl-i Beyt’in, Ehl-i Beyt de İslam’ın şiarlarından biridir. Ehl-i Beyt’i sevmek imandandır; Ehl-i Beyt’i seven Hz. Peygamber’i sevmiş, onlara buğzeden ona buğzetmiş olur.
Efendimiz (s.a.) “Size iki emanet bırakıyorum, biri Allah’ın kitabı Kur’an, diğeri ıtretim” (Tirmizi, Menakib, 31; Müsned, III, 17.) buyurmuştur. “Itretim” dediği evinin güzel kokusu, nesli! Ehl-i aba’dır (Ehl-i kisa/Hadisu’l kisa; Hamse-i âl-i aba, Pençe-i âl-i aba), Efendimizin abası altında topladığı Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’dir (Tirmizi, Tefsir, 4; Ahemd ibn Hanbel, Müsned, IV, 107.)
Sahih rivayete ve haberlere dayandıkları müddetçe Kur’an ve Ehl-i Beyt (Itret) ikisi Kevser havuzu üzerinden Efendimiz’e kavuşuncaya kadar asla birbirinden ayrılmazlar. Efendimiz, sonra şu uyarıda bulunmuştur: “Benden sonra onlara nasıl davranacaksınız!”
Ehl-i Sünnet, hadisteki “Ehl-i Beyt”i “sünnet” olarak anlamıştır, şüphesiz doğrudur. Zira soy ve neseb davasını ayaklar altına alan, hanedan yönetimlerini ve sahte kutsallıkların tecessüm ettiği monarşileri hükümsüz kılan Hz. Peygamber (s.a.), Kur’an mesajının ete kemiğe bürünmüş formu olan sahih sünnetin ancak Ehl-i Beyt’in sözlerinde ve hayat pratiklerinde en doğru biçimde tezahür edeceğini bize söylemiştir.
Efendimiz’in “abası altına aldığı Ehl-i Beyt”in davası soy-sop, saltanat, şah ve padişahlık davası değildi, onların davası sahih iman, salih amel, ahlak, özgürlük, adalet, hukuk, ihtiram ve birlik davasıydı.
Yazık ki eski kabile davası illetinden bir türlü kurtulamayan Beni Ümeyye zorbaları bu emanete ihanet ettiler. Elbette Emevilerin tümünü bir torbaya doldurmak mümkün değil, içlerinden Ömer bin Abdulaziz ve Muaviye bin Yezid gibi takva sahibi liderler de çıktı; Muaviye ve Yezid’in cürümlerine iştirak etmediler, karşı çıktılar.
Ancak mücrim Emevi taifesi Efendimiz’in Itreti’nin kökünü kazımak isterken hakikatte İslamiyet’e büyük darbe indirdiler. Hz. Ali “Takva olmasaydı (levla’ttuka!)” diyordu, onlar çoktan cahiliye Araplarının “kabile asabiyeti” ile Bizans’ın eski Şam valisi Servilyanus’un onlara empoze ettiği Bizans monarşisinin izdivacından mütevellid bir davanın peşinde düşmüşlerdi ki Yezid için biat almaya giden Mervan bin Hakem’in yüzüne Abdurrahman bin Ebi Bekr şöyle diyordu: “-Muaviye ve sen, yalan söylüyorsunuz. Bu hareket ümmetin iyiliği için değildir. Hilafet açıkça Kayzer’in yönetimine dönüştürülmek istenmektedir.” Bu cümle, Müslümanların tarihinde başına gelen musibetlerin en büyüğünü ifade etmektedir.
Peygamber’in sevgili torunu Hz. Hüseyin’le birlikte 72 masum ve savunmasız insanın çölde susuz ve aç bırakılıp katledildiği Kerbela’nın bunca derin yara açmasının sebepleri var:
İlki; şehit edilenlerin tamamı Ehl-i Beyt’ten ve onların taraftarlarından idiler ki, bebeklerine bile merhamet gösterilmedi.
İkincisi; bir yandan hayli kalabalık ve iyi donatılmış bir ordu, diğer yandan çoluk çocuktan müteşekkil 72 kişi. Hangi sebep ve gerekçe ile olursa olsun, savaşın meşruiyetini gölgeleyen faktör güçler arasındaki orantısızlıktır, tıpkı bugün Gazzenin kahraman yiğitleri Hamas ile dünyanın zorbalarını arkasına almış bulunan Siyonist İsrail arasındaki orantısızlık gibi. Kerbela’da bu orantısız güç kullanımı zirve yapmıştı.
Üçüncüsü hepsinden ağırdı. Çünkü eğer Arap yarımadasında hala varlıklarını koruyan putperest müşrikler, Sasani Mecusileri, Babil veya Hind Sabiileri ya da Bizans Hıristiyanları bu zulmü işleseydi yine de yara bu kadar derin açılmazdı.
Gel gör ki Ehl-i Beyt’in evladını öldürenler müslümandı, en azından Müslüman olduklarını iddia ediyorlardı.