Kemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (2)
İmparatorlukların çöküşü yaklaştığında Türk kimliği üzerinden üretilen bir milliyetçilik de haliyle doğdu, ancak bu ‘geç’ bir milliyetçilikti… Sadece gayrı müslim unsurlar değil, Arnavutlar ve Araplar gibi Müslümanlar da daha öncesinde milliyetçiliğe adım attı. Belki de bu gecikmişlik duygusuyla İttihatçılık hiçbir zaman ‘sınırlandırılmış’ bir ulus devlet hedefiyle tatmin olmadı. Hep daha geniş coğrafyaların, genişleyen bir nüfuzun, Türklüğü kimlikler hiyerarşisinin tepesine oturtan bir mefkurenin hayaliyle beslendi.
Ama bu 20. Yüzyıl başında gerçekçi bir proje değildi ve koşullar izin vermedi. Aksine sınırlara sahip çıkan, esas olarak korunmacı ve savunmacı bir tutumla ülkenin ayakta kalması sağlandı. Ülkenin idamesi dünya tarafından saygın bir üye olarak kabul edilmesini gerektirdi, bu da Batılı ve modern bir hayat tarzının benimsenmesini ima etti.
Kemalizm’e geçiş bu ideolojinin İttihatçılığa mutlak galebesi anlamına gelmiyordu. Kemalizm’in o dünya konjonktüründe ve toplumsal koşullarda, İttihatçılığa nazaran daha güçlü bir adaptasyon yeteneği olduğuna işaret ediyordu. Ama bu bir kopuş değildi… Kemalizm İttihatçılığın insan gücünü, bürokratik yapılanmasını, fikir ve hayallerini Cumhuriyet’e taşıdı. Fırsat çıktığında (geçmişte Hatay, yakın dönemde Kıbrıs) sınırları genişletme arzusu hiçbir zaman dinmedi. İttihatçı suçlulara yıllarca emekli maaşı bağlandı, ev ve arazi bahşedildi. Rejime razı gelen birçok İttihatçı büyük şirketlerin yönetim kurullarında yer aldı. İtfaiye, PTT gibi kamu kurumları İttihatçılığın alt personelini taşıdı.
Dolayısıyla İttihatçılığın bir nüve olarak Kemalizm’in ‘içinde’ yaşadığı da öne sürülebilir. Öte yandan söz konusu iki ideoloji tarihsel olarak fazlasıyla iç içe olsa da bu bir bütünleşme değil, eklemleşmeydi. Siyasetin iç dengelerinde, nüfuz ve rant paylaşımında omuz omuza gidebilen, ama ideolojik tutum ve vizyon açısından birbirine hiç benzemeyen iki ideoloji…
Nitekim bugün İttihatçılık hem Kemalizm’in yıpranmasından hem de değişen konjonktürden güç alarak ‘partnerinin’ yükünden kurtuluyor. Böyle bir adım kendini farklılaştırmayı, ‘ötekinden’ farklı yönlerini vurgulamayı gerektirir. Yeni İttihatçılık da bunu yapıyor. Kemalizm’in otoriter zihniyetinin karşısına kendi ataerkil anlayışını koyuyor.
Bu farklılaşmayı anlamak için otoriter ve ataerkil zihniyetleri karşılaştırmak, diğer deyişle Kemalizm ve Yeni İttihatçılığı zihniyet bağlamında irdelemek gerek. Böylece Yeni İttihatçılığın bugünün koşullarında niçin daha cazip ve işlevsel olabildiğini kavramaya bir nebze daha yaklaşabiliriz.
(Aşağıdaki dökümde Kemalizm’i otoriter zihniyet, Yeni İttihatçılığı ataerkil zihniyet olarak da okuyabilirsiniz. Bu mukayeseyi yaparken haliyle detayları, nüansları bir yana bırakıyorum. Her iki ideolojik pozisyonun ‘omurgasını’ betimlemeye çalışıyorum.)
1… Kemalizm de (Yeni) İttihatçılık da gerçeklik algısı açısından yansımacı bir epistemolojiye dayanıyor. Yani gerçekliğin bilgisi zihnimize dışarıdan yansıyor. Bize düşen o bilgiyi benimsemek ve ona uygun yaşamak. Ne var ki bilginin kaynağı konusunda bu iki ideoloji tamamen zıt konumdalar. Kemalizm’e göre bilginin kaynağı doğanın kanunları. Bunlar değişmez gerçeklikler ve insan toplumlarının macerasını da belirliyorlar. Dolayısıyla bilimselci ve pozitivist bir yaklaşım sergileniyor. Türkiye’nin ‘ilerlemesi’, ‘çağdaşlaşması’ bu bağlamda anlam kazanıyor ve hayat tarzının, inançların da aynı bilimsel çerçeveye oturması öngörülüyor.
Buna karşılık (Yeni) İttihatçılığa göre bilginin kaynağı doğayı aşan bir zihinsel olgu (ille dinsel olması gerekmiyor) ve herkesin zihnine değişik oranlarda yansıyor. Dolayısıyla bazı insanlar söz konusu ‘bilim-üstü’ cevherden daha fazla nasipleniyorlar. Teknik ve teknolojik açıdan kullanışlı olsa da, bilim bunun ötesinde daha derinlikli bir anlama sahip değil. Doğa kanunları pragmatik işleviyle anlamlı, ancak gerçek ‘anlam’ bütünü (varoluşu) kavrayarak idrak edilebiliyor. Dolayısıyla inançlar ve hayat tarzları (varoluşun doğası gereği) zapturapt altına alınmaya müsait değil.
2… Bilimselci, pozitivist, ilerlemeci yönelimi Kemalizm’in toplumu (ideal olarak) değişmeyecek, değiştirilmesi gerekmeyecek (giderek değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek) kanunlarla yönetmeye teşvik etti. Çünkü ‘rasyonel’ tutum (doğrular belli olduğuna göre) o doğruların taviz vermeden uygulanmasıydı. Böylece kuralcı ve emre dayalı bir yönetim anlayışı doğallaştı. Doğrunun tek ve ilerlemenin ‘doğrusal’ olduğu bir dünyada, zor kullanma gerekse de ‘geri’ olanın ilerlemesi sağlanmalıydı.
Oysa (Yeni) İttihatçılık değişmez kanunları yadırgayan, hatta bizatihi ‘irrasyonel’ bulan bir ideoloji. Konjonktürel olanın belirleyiciliğine yaslanan, her konjonktürde ‘zamanın ruhunu’ anlayan zihinlerin peşinden giden bir bakış. Bu nedenle ‘fıtrat’ son derece önemli bir etken. Çünkü bazı zihinlerin fıtratı o anki gerçekliği anlamlandırmada daha yetenekli. Toplumun gelişmesi, hak ettiği seviyeyi yakalaması, söz konusu fıtrat sahiplerinin tasavvurlarının (vizyonlarının) takipçisi olmayı, o kişi veya kişilerin ‘rehber’ edinilmesini gerektiriyor. Böyle bakıldığında ‘rasyonalite’ doğru zamanlarda doğru kişilerin rehberliğini kabullenme anlamına geliyor.
3… Kemalizm’in kanun-kural-emir perspektifi, toplumun da (ideal olarak) ‘itaat ve disiplin kültürünün’ cisimleşmesi olarak tasavvur edilmesine neden oldu. Bu bakış ve ima ettiği uygulamalar toplum üzerinde bir ‘baskı’ olarak değil, onun ilerlemesine, çağdaşlaşmasına destek olarak görüldü. Devlet doğruyu biliyor çünkü bilimsel bir zemin üzerinde karar alıyordu. Vatandaş ise haliyle bilimsellikten uzaktı… Dolayısıyla (içine sinmese bile) devlete itaat etmesi, vatandaşa ilişkin beklentiye uyum sağlaması kendi çıkarınaydı. (Burada mesafeli, sert, soğuk, ‘makinemsi’ bir devlet var…)
(Yeni) İttihatçılığın fıtrat-tasavvur-rehber perspektifi ise, toplumun (yine ideal olarak) ‘rıza ve fedakarlık kültürünün’ cisimleşmesi olarak tasavvur edilmesine yol açıyor. Fıtrat sahibinin rehberliğini sorgulayabilecek kimsenin olmadığı (bunun ‘irrasyonel’ olduğu) bir dünyada, vatandaşa düşen işlev rehberin işaret ettiği varoluş haline razı olmak ve gerektiğinde kendisine düşen fedakarlığı yerine getirmekten gocunmamak. Söz konusu fıtrat sahibinin ille bir ‘şahıs’ olması da gerekmiyor. Şahıs nitelikleri kazanmış (böyle nitelikler atfedilen) bir kurum da aynı rehberliği yüklenebiliyor ve nitekim devlet böylesi bir kurum. (Burada ilişki kurulabilen, esnek, sıcak ‘insanımsı’ bir devlet var…)
4… Kemalizm homojen bir toplum tasavvuruna dayandı. Vatandaşın aynı ‘çağdaş’ hayat biçimine doğru ilerlemesi ve bunun gerektirdiği bilgilenme ve fikriyata sahip olması önemsendi. Kritik meselelerde (Kürtler ve gayrımüslimlere ilişkin, ya da soykırım konusunda) vatandaşın nasıl düşünmesi ve konuşması gerektiği devlet tarafından empoze edildi. Dolayısıyla yönetenlerle vatandaş arasında kalıcı, aşılması zor, ‘ideolojik’ nitelikte bir hiyerarşi yaratıldı. Bilenle bilmeyen eşit olamazdı ve bilmeyen her zaman bilene muhtaçtı, çünkü bilenin gücü sahip olduğu ideolojiden, onun ima ettiği bilimsellikten kaynaklanıyordu.
(Yeni) İttihatçılık ise heterojen bir toplum tasavvuruna dayanıyor. Heterojenlik bir veri, kaçınılamaz bir durum. Yönetim birçok zaman bundan memnun olmasa bile, gerçekliğin doğası bu… Yönetimin söz konusu gerçekliği ‘göğüsleyerek’ bütünlüğü (milliliği) sağlaması gerekiyor. Bu nedenle Müslüman ve Kürt kimliğini Türklüğün ‘içine’ yedirme gayreti içinde. Toplum fıtratı gereği (değiştirilemez şekilde) çoğul olarak görüldüğünde, devletin de bir miktar ‘çoğulcu’ olması gerekiyor. Söz konusu çoğulluk tüm gerçekliğin vasfı. Yani yönetimin içinde de tahammül edilmek zorunda. Bu nedenle vatandaşla yönetim arasında, ama yönetimin içine de nüfuz eden bir ‘ontolojik’ hiyerarşi var. Kimse kimseye eşit değil, herkesin değeri farklı ve toplumun en alt kesimindeki bir vatandaştan en tepedeki fıtrat sahibine kadar tek bir büyük (varoluşsal ve doğal) hiyerarşinin içindeyiz.
5… Kemalizm pozitivizme yaslanmasına paralel olarak batıcı ve modernist bir tahayyülün takipçisi oldu. Doğruların (bizim dışımızda) zaten belli olduğu bir dünyada, bize düşen o doğruları vakit kaybetmeden, gereksiz yalpalamalara maruz kalmadan, toplumsal bir bilinçle gerçekleştirmekti. Yani ‘medeniyetçi’ bir bakış… İnsanlığın bir bütün olarak aynı sosyal ve tarihsel kanunlara tabi olmasından hareketle, tüm toplumların ortak bir medeniyet hedefine doğru ilerlediğine inanıldı.
Buna karşılık (Yeni) İttihatçılık gerçekliğin doğasının konjonktürel ve geçici ‘durumlar’ yaratmasından hareketle sezgisel bakışı önemsemekte. Olayların ‘ardındaki’ dinamiğe nüfuz edebilme önemli bir haslet olarak ortaya çıkıyor. Bu ise ‘özgüncü’ bir arayışa destek veriyor. ‘Bizim’ biricik, benzersiz olduğumuz, kendimize ait doğrulara sahip çıkmamız gerektiği, dünyaya gösterecek özgün bir duruşumuzun olduğu, bu ideolojiye ‘ruh’ veren önermeler. Dolayısıyla ‘kültürcü’ bir bakış… (Belki de 1700-1750 aralığında gelişen Fransız medeniyetçiliğine karşı Alman kültürcülüğünün bir benzeri).
6…Bilimsel kanunlara ve onun uzantısı toplumsal kurallara güven, Kemalizm’in hukuka özel önem atfetmesine neden oldu. Hukukun meşruiyet temeli çağdaşlaşmaydı ve bu kriter o denli önemliydi ki tüm hukuk sistemini kendi içinde rasyonalize ediyor ve (teorik olarak) keyfi savrulmalara karşı koruyordu. Toplumsal hedeflerin belli olmasından hareketle yargı bir öncü güç olarak işlevselleşti. Hukukun sabitliği, yargı mekanizmasının iç tutarlılığı bir medeniyet göstergesiydi. Böylece yargı ‘taraflı ve bağımsız’ bir öğretmen gibi tasavvur edilebildi. Siyaset sürekli gözlemlenmesi gereken, sınırları aşmaması için denetlenen bir alan, siyasetçi ise ıslaha muhtaç bir zümreydi.
(Yeni) İttihatçılık açısından ise toplumların yöneldiği gelecek hem belirsiz hem de toplumdan topluma değişebilecek şekilde ‘benzersiz’. Önümüzde ‘bize özgü’ bir geleceğin olduğu ve bunun (kişisel ya da kurumsal) rehberin tahayyülünde olgunlaşmakta olduğu varsayımı güçlü. Dolayısıyla hukukun meşruiyeti söz konusu geleceği tanımlayan mefkureden, büyük hayalden kaynaklanıyor. Bu da yargının esnek olmak ve rehberliğe uyum sağlamak zorunluluğunu gündeme getiriyor. Bu ideolojiye göre hukukun esnekliği yöneten iradenin gücünü ve (esas olarak dış düşmanlardan) bağımsızlığını gösteriyor. Söz konusu esneklik kültürel benlik, giderek tarihsel hak arayışının aracı olarak meşruiyet kazanıyor.
Toparlarsak Kemalizm ile (Yeni) İttihatçılık gerçeklik, geçmiş ve gelecek algısından devlet-vatandaş ilişkisine, oradan ideal toplumsal yapının nasıl olduğuna uzanan bir yelpazede tamamen farklı öncüllere sahipler ve söz konusu öncüller iki ideolojinin farklı zihniyet temellerine gönderme yapıyor. Serinkanlı bir bakış, (Yeni) İttihatçılığın günümüz dünya koşulları ve toplumun ruh hali veri alındığında daha gerçekçi ve ‘sürükleyici’ bir ideoloji olduğuna işaret etmekte. Bu mutlak anlamda bir üstünlüğü, ya da rakipsiz olma halini ima etmiyor. Ancak Kemalizm’in (hele geçmişi tümüyle kutsayan bir Kemalizm’in) şu dönemde Yeni İttihatçılığa kalıcı bir rakip oluşturmadığı ve muhtemelen (en azından) yakın gelecekte de oluşturamayacağı herhalde açık olmalı…


