1. YAZARLAR

  2. Ali Bulaç

  3. Cihad'dan Geri Kalanlar
Ali Bulaç

Ali Bulaç

Cihad'dan Geri Kalanlar

A+A-

Müslüman dünyanın içine düştüğü durum trajik. Yahudiler ve Hıristiyanlar işbirliği halinde topraklarımızı işgal ediyor, yer altı ve yer üstü kaynaklarımıza el koyuyor, yöneticilerimizi yerlerinden etmek, işledikleri utanç verici cürümleri deşifre etmekle korkutuyorlar. Acziyet içindekilerin öne sürdükleri yegane gerekçe, “karşımızda Amerika gibi dünya gücü var, ona karşı gelmenin faydası yok, gücümüz, tedarikimiz zayıf iken Amerika, Avrupa ve İsrail’e karşı savaşmaya kalkışmak intihara kalkışmakla aynı şeydir. Kur’an “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın” (2/Bakara, 195) demiyor mu?”

Bu gerekçelerin bir gerçeklik değeri yoktur, kanıtı son iki senede bütün zor ve aleyhteki şartlara rağmen İsrail’in iki defa bitme noktasına gelmesi ve ABD ve Avrupa’nın yardımıyla kendini kurtarmış olmasıdır.

Müslüman ülkelerden iki üç tanesi daha bu direnişe katılsaydı İsrail çoktan mukadder sona uğrayacaktı, zaferin yegane yolu İslam Birliği’dir, Eğer “Müslümanlar (Türkiye, İran, Mısır, Pakistan vd.) bir araya gelemez” derken, bölgemizin tamamına göz dikmiş bulunanTrump’nı başkomutanlığı ve sömürge valisi Blair’in yönetimi altında toplanabiliyorlarsa, oturup düşünmek lazım.

Hıristiyan ve Yahudi Siyonistlerin her zaman sözlerine güvenilmez, bazen güvenilir, Kur’an-ı Kerim, onların “Birbirlerinin dostu, velisi, müttefiki olduklarını” (5/Maide, 51) bildirmektedir. Verdikleri söze güvenilemeyeceğinin kanıtı sözde ateşkese rağmen, İsrail’in pervasızca Gazze’yi bombalamaya devam etmesidir. Asla aklımızdan çıkarmamamız gereken şu ki, bugün İran, Hizbullah, Ensarullah ve Hamas’ı yok etmeye çalışan Yahudi ve Hıristiyan ittifakı, yarın bizleri de yok etmek isteyecek ve bugün sergilediğimiz korkaklığımız sonucu yok edecektir de.

Kur’an-ı Kerim, bizim içine düştüğümüz durumu “savaştan geri kalmak”, aslında “cihattan kaçmak” olarak tanımlar. Kesin olan şu ki, cihattan kaçma psikolojisini aşabilirsek, bizden kat kat üstün gibi duran Allah ve mazlum düşmanlarını yenebilir, en azından şerefimizle cihat ibadetini yerine getirebiliriz. Amerika, Avrupa ve İsrail’e sığınmakla varlıklarını koruyabileceklerini zannedenler, İslami bilinçlerini kaybetmiş, Allah’ın yardımından da ümidini kesmişlerdir.

Kur’an-ı Kerim’in ışığında cesaretle ve dürüstlükle kendimize ayna tutalım:

81. Allah’ın elçisine muhalif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat etmeyi çirkin görerek: “Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın” dediler. De ki: “Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.” Bir kavrayıp-anlasalardı. 82. Öyleyse kazandıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar. 83. Bundan böyle, Allah seni onlardan bir topluluğun yanına döndürür de, (yine savaşa) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: “Kesin olarak benimle hiçbir zaman (savaşa) çıkamazsınız ve kesin olarak benimle bir düşmana karşı savaşamazsınız. Çünkü siz oturmayı ilk defa hoş gördünüz; öyleyse geride kalanlarla birlikte oturun.” 84. Onlardan ölen birinin namazını hiçbir zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar, Allah’a ve elçisine (karşı) inkâra saptılar ve fasık kimseler olarak öldüler. 85. Onların malları ve evlâtları seni imrendirmesin; Allah bunlara ancak onları dünyada azaplandırmak ve canlarının onlar inkâr içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor. 86. “Allah’a imân edin, O’nun elçisi ile cihada çıkın” diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet sahibi olanlar, senden izin isteyip: “Bizi bırakıver, oturanlarla birlikte olalım” dediler. 87. (Savaştan) Geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kalpleri mühürlenmiştir. Bundan dolayı kavrayıp-anlamazlar. 88. Ama Resûl ve onunla birlikte olan mü’minler, mallarıyla ve canlarıyla cihat ettiler; işte bütün hayırlar onlarındır ve kurtuluşa erenler onlardır. 89. Allah onlar için, süresiz kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (9/Tevbe, 81-89.)

Ayetlerin anahtar terimlerinden “Muhallafun ve havalif” geride kalanlar yani savaşa katılmayan kimselere denir. Arap örfünde bundan kadınlar, çocuklar, engelliler, geçerli mazereti olanlar kastedilir. Diğer bir anlamı da muhalefet edenlerdir. Her iki durumda da, üzerlerine farz olmasına rağmen Hz. Peygamber (s.a.)’le beraber savaşa katılmayanların yerildiği açıktır. Gösterdikleri gerekçe karakteristik özelliklerini ele vermektedir. Savaş mal ve canın risk altına alınması, ortada risk yoksa bile yaz sıcağında savaşa çıkmanın ne kadar zor olduğunun öne sürülmesi. Bizansla yapılan Tebük seferi (h. 8/m. 630) yaz sıcağında idi ve gerçekten Arap yarımadasının o mevsimdeki sıcağı yakıcıdır, Kur’an’ın ifadesiyle “Saatü’l usra (9/Tevbe, 117) yani zor zaman. Ancak can ve mal korkusu veya sıcağı öne sürüp savaşa katılmayanların unuttuğu husus, cehennem sıcağının çok daha yakıcı olmasıdır.

Savaşa katılmamakla herhangi bir kazanç elde edip seviniyorlarsa, bu da onların gülüp eğlenmelerine, mutlu olmalarına vesile oluyorsa, aslında acınası hallerine gülüyorlar. Yapmaları gereken çok gülmek değil, çok ağlamak olmalıdır (53/Necm, 60-61). Esasında görevlerini yerine getirenler bile az gülüp çok ağlamalıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Allah’a andolsun, bildiklerimi bilseydiniz pek az güler çok ağlardınız. Yollara dökülüp yüce Allah’a yüksek sesle feryat ile yalvarırdınız: Keşke koparılan bir ağaç olsaydım diye temenni ederdiniz“ (Tirmizi, Zühd, 19; Müsned, 173. Not: Tirmizi, hadisin sonundaki “Keşke koparılan ağaç olsaydım” sözünün Ebu Zer’e ait olduğunu söyler).

Burada kastedilen topluluk, Medine’de kalıp savaşa çıkmayanların tümü değildir. İçlerinde geçerli mazereti olanlar olduğu gibi, mazereti olmadığı halde affedilenler de vardı. Kastedilenler münafıklar yani inkârını ustalıkla gizleyenlerdir. İç dünyalarını istila eden şeyin aslı inkâr ve küfür olduğundan esasında bunların herhangi bir İslami etkinliğe katılmaları söz konusu değildir. Bu çerçevede Hz. Peygamber’e Medine’ye dönüp de bir daha sefere çıkma durumu çıktığında onunla birlikte çıkma teklifinde bulunacak olurlarsa, bunu kesin bir dille reddetmesi emredilmektedir. Değil mi ki, ilk defasında katılmadılar, mal ve can korkusuna kapılıp sıcakta sefere çıkmayı ağır buldular, böylelikle ne kalitede olduklarını ortaya koymuş oldular. Onlar geride olanlarla beraber oturadursunlar, kendilerinden İslam’a herhangi bir hayır ve fayda gelmez, hatta aksine mücahitlerin moralini bozabilirler.

Bu yaptıkları ağır bir suçtur, ölüme kadar sürer. Ölümlerinden sonra da cezası, yaptırımı devam eder. Öyle ki böylelerinin –inkârcı ve münafıkların, Allah’a şirk koşanların- cenaze namazı kılınmaz, gömüldükten sonra mezarlarının başında durulmaz. Bunlara rahmet dilenmesi, bağışlanma istenmesi olacak şey değildir. Ölünün defnedilmesinden sonra mezarının başında bir süre durulması kadim bir gelenektir. Bu sırada hem ölüm, hayatın anlamı, dünyanın geçiciliği-boşunalığı üzerinde tefekkür edilip ölüm hadisesinden ibret alınır hem ölüye dua okunur. (Bkz. Ebu Davud, Cenaiz, 69.)

Böylesine acınacak duruma düşmelerinin sebebi mal ve çocuklara yani dünya nimetlerine olan düşkünlükleridir. Bu hiçbir şekilde kimseyi imrendirmesin, bu trajik halleri ve kişilik profilleriyle Müslümanlara rol model olmasınlar. Mal ve evlatları onların ağır sınavıdır (Bkz. 9/55). Onlardan servet sahibi olanlar –veya savaşabilme güç ve imkânına sahip olanlar (Uvlu’t-tavl), iman ve cihadı emreden sûre indirildiğinde izin isteyip bu önemli görevden muaf tutulmak isterler. Böyle yapmalarının sebebi kalplerinin mühürlenmiş olması yani fonksiyonlarını göremeyecek kadar paslanmasıdır. Dünya tutkusunun mühürlediği kalp olayların, şeylerin iç yüzünü, hakikatini, hikmet ve anlamını düşünme yeteneğini kaybeder. Arap dilindeki kök anlamı düşünüldüğünde savaştan geri kalanlara “havalif” denmesinin sebebi, uzun zaman kapta kaldığı için bozulan süt gibi olmaları veya bir ailede yaptığı kötü işlerden dolayı değer ve itibar kaybeden kişi gibi olmalarıdır. Münafıklar Müslüman toplum içinde yaşarlar ama yapıp ettikleri dolayısıyla değer ve itibar kaybedip bu kötü nitelemeye müstahak olurlar.

İlke olarak doğrudan birine “münafık” demek mümkün değildir, doğru da değildir, çünkü münafığın özelliği gerçek yüzünü gizlemesidir. Yüce Allah, Hz. Peygamber’in dahi münafıkları tam olarak bilemeyeceğini belirtir (9/101); vahiy ile kendisine bildirilmişse o başka. Burada ele aldığımız ayetler haklı ve adil bir savaşa katılmaktan kaçınmanın münafığın bir belirtisi olduğunu zikreder. Tabii ki münafığı teşhis etmenin tek yolu savaşa katılmaktan kaçınması değil. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Münafığın alameti üçtür: Konuşunca yalan söyler; söz verince sözünü yerine getirmez; kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” (Buhari, İman, 24; Müslim, İman, 108).

Peygamber ve onunla birlikte olmayı seçenler münafıkların tutum ve davranışlarından uzaktır. Allah yolunda, haklı ve adil bir dava için mallarını da, canlarını da ortaya koymaktan çekinmediler. Elbette hakedilmiş bir ödül olarak hayrın tamamı onlarındır, kurtuluşa erenler de onlardır. Altından ırmakların aktığı cennetin en seçkin, yüksek güzel yerleri onlara hazırlanmıştır, orada süresiz kalacaklardır. Bundan büyük kurtuluş olmaz.

Durum buyken, korkaklığımızı, acziyetimizi mezhepçilikle örtbas etmeye çalışıyoruz. Müslüman bir halk göz göre göre katledilirken mezhebin ne önemi var!

 

Önceki ve Sonraki Yazılar