1. YAZARLAR

  2. Ali Bulaç

  3. Bizimle Beraber Olsalardı
Ali Bulaç

Ali Bulaç

Bizimle Beraber Olsalardı

A+A-

Kur’an-ı Kerimgörev ve sorumluluk yükler, insan ve toplumsal hayatla ilgili hükümler vaz’ederken,  gerçekçi davranır. Bazı hüküm veya talepleri salt ideal gibi görünse de, yüce Allah kimseye “gücünün üstünde yük yüklemez” (2/Bakara, 286). Hükümlerin tamamı ideal politiğe götüren reel politiktir yani somut gerçekleri, olay ve olguları göz önünde bulundurmuştur.

Sahih İslam bakış açısından ideal politik veya reel politikten yegane seçenek görmek gerekmez. Her reel politik ideal politiğe hizmet edebilir, bunun için ihlas, feraset ve geniş bilgi düzeyleri gerektirir. İdeal politik ile reel politik arasındaki dengenin nasıl korunup yürütüldüğünü Hz. Peygamber (s.a.)’in sünnetinde ve siretinde bulabiliriz.

Şu var ki, “dinin ana teması dürüstlük” olmasına rağmen insanlar her zaman dürüst davranmazlar. Acizliklerine, korkularına bir takım mazeretler uydururlar. Hele, girişilen bir iş, zayiatla sonuçlanmış bir savaş söz konusu olduğunda, en büyük suçlardan biri savaştan kaçanlar uydurdukları mazeretlerle tutumlarını aklileştirirler.  Aşağıdaki ayetler kümesi tam da buna işaret etmektedirler:

156. Ey imân edenler, inkâr edenler ile yeryüzünde gezip dolaşırken veya savaşta bulundukları sırada (ölen) kardeşleri için: “Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi” diyenler gibi olmayın. Allah, bunu onların kalplerinde onulmaz bir hasret olarak kıldı. Dirilten ve öldüren Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı görendir. 157. Andolsun, eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, Allah’tan olan bir bağışlanma ve rahmet, onların bütün toplamakta olduklarından daha hayırlıdır. 158. Andolsun, ölseniz de, öldürülseniz de şüphesiz Allah’a (varıp) toplanacaksınız.” (3/Al-i İmran, 156-158.)

Her bir yaşantı, her bir tecrübe bir sonrakinin yol göstericisi, ibret levhasıdır. Bedir (M. 624) ve Uhud (M. 525), tarih sahnesine yeni çıkmakta olan Müslüman cemaatin yaşadığı iki önemli tecrübe oldu. Arap yarımadasından başlayan ve çok kısa zaman içinde üç kıtaya yayılan İslam’ın bu iki büyük tecrübeyle yakından bağlantılı olduğunu söylemek mümkün. Bu yüzden tarihin her döneminde takip edilecek prensipler mecmuası olarak bu iki olaya atıfta bulunmaktadır.

Uhud bozgunu ortaya çıkınca münafıklar, yakınları kendileri gibi savaşa katılmasaydı ölmeyeceklerini söylemeye başlamışlardı. Ayette geçen “inkar edenler (kâfirler)” mutlak olup, münafıkları da içine almaktadır.

Savaş, kişinin kendi yaşadığı yerden ayrılması anlamına gelir. Savaşa çıkan döner veya dönmez. Herhangi amaçlı seyahate çıkan yerinden, yurdundan ayrılır.  Kur’an-ı Kerim bunu “Darabe” filinin mazi sigasiyle (ضَرَبُوا ) ifade ediyor. İnsan ayağını yere vurarak yolculuğa çıkar. Her sefer ve yolculuk ilk adımla başlar. Savaş, ticaret, turizm, ziyaret veya başka sebeple olsun, insan bulunduğu yerden/üzerinde bastığı toprak parçasından ayrılmak durumundadır. Hayatın devamı sabit mekana bağlı değildir. İnkârcılar veya bunların etkisinde kalanlar; kardeşleri, yakınları veya eş ve dostları için, yerlerinden ayrılmasalardı, yanımızda kalsalardı ölmez veya öldürülmezlerdi şeklinde bir düşünceye kapıldıklarında cahillik etmiş olurlar (33/Ahzab, 18). Çünkü eceli savaş veya seyahatle ilişkilendirmek olur ki, bu yanlıştır. Hayat ve ölüm Allah’ın elindedir. Hiçbir savaş veya sefer ölümün hakiki sebebi değildir; belki savaş veya sefer ölümün tahakkuk etmesini sağlayan bir vesiledir. Vesile ve sebebi birbirine karıştırmamak lazım. Hakiki sebep, Allah’ın bir insana verdiği ömrün tamamlanması, vadenin dolmasıdır ki, buna ecelin gelmesi denir. Ecel geldi mi bunu hiçbir güç engelleyemez, öteye atamaz: (Bkz. 3/Al-i İmran, 145 ve 4/Nisa, 78).

Bu düşüncede olmak yani ölümü savaş veya sefere bağlamak insana kalbinde derin ve acı verici bir pişmanlığın yeşermesine sebep olur. Çünkü geride kalanlar, neden yakınları sefere çıkmasınlar diye gerektiği kadar ısrar etmediler, onlara engel olmak için gerekli çabayı göstermediler diye pişmanlık duymaya başlar, bu da onlara derin acı verir, kalplerini onulmaz hasretlere düşürür. Oysa inanmış bir insan, hayat ve ölümün, kaza ve kaderin Allah’ın kudret elinde olduğunu bilirse, bu bilgiyi imana dönüştürürse böylesine acılar yaşamaz, Allah’ın iradesine ve takdirine rıza gösterip rahatlar. Sefer veya yolculuğun gerçek ölüm sebebi olabileceğini ancak imanı ve bilgisi zayıf insanlar düşünebilir. Bunlar da gereksiz yere kendilerini derin üzüntülere boğarak harap ederler.

Savaş veya yolculuk ölüm sebebi sayılmaz. En ağır ve ölümcül hastalıklar bile ölümün gerçek sebebi değildirler. Öyle olsaydı eğer, hastalıkları kişiselleştirir, bu mevhum kişiliklerde bir uluhiyet gücü vehmeder olurduk. Bir anlatıma göre Azrail aleyhisselam “Rabbim, beni ölüm meleği yaptın, kulların ölümü benden bileceklerdir” diye yakarınca “Korkma, onlar ölümü senden değil, türlü türlü hastalıklardan bileceklerdir” buyurmuştur. İnsan zanneder ki kanser, kalp krizi vb. hastalıklardan ölür,  hastalıklar birer vesiledir. Yaşatan, öldüren veya bir daha diriltecek olan Allah’tır (6/En’am, 162), ama her şey sebepler ve vesileler dünyasında ilahi sünnetlere, tabiat yasalarına göre işler (adetullah). Allah’ın ilmi, hükmü, kaza ve kaderi değişmez. Bu yüzden kullar her ne yaparsa, yaptıklarını bilir ve görür.

Mademki Allah’ın ilmi ve hükmü değişmiyor, her şey takdir edildiği üzere tahakkuk ediyor, bu durumda korkmaya, yapılması gerekenlerden kaçmaya mahal yoktur. Ölüm anına karar veren de O’dur (2/Bakara, 258). Bu durumda insan sorumluluklarının tam bilincinde olmalı, neleri yapması gerekiyorsa gücü ve imkanı oranında yapmalıdır. Savaşa çıkılması gerekiyorsa savaşa, hayırlı bir yolculuğa çıkmak gerekiyorsa yolculuğa çıkılır. Allah yolunda öldürülen veya ölen kimse sahip olunabilecek en büyük ödüle sahip olur. Çünkü bu Allah’tan bir bağışlanmayı ve rahmeti celp eder. Yüce Allah bu ödülü vereceğini ant içerek belirtmektedir. Bu ise, kişinin hayatı boyunca toplayabileceği en büyük servetten çok daha değerlidir. Mal tükenir, bazen insanın başına nice dertler açar; şöhret son bulur, son bulmasa da afet olabilir; makam günün birinde elden çıkar; güzellik sona erer; bel bağladığımız yakınlar bir bakarsınız sırt çevirmiş veya yok olup gitmişlerdir. Ama Allah’tan olan mağfiret ve rahmet ebedidir ( Bkz. 16/Nahl, 96 ve 18/Kehf, 46). Her dünya nimeti sonsuz, sınırsız ve mutlak kemal değildir.

İnsanlar, ölse de öldürülse de, sonuç itibariyle Allah’ın huzurunda toplanacaklardır. Kaçış yoktur, son durak orasıdır. İnsanların tümü ve bütün varlık alemi haşrolunacaktır. Hiç kimse bunun dışında kalmayacaktır.

Dünya nimetlerine sahip olayım diye meşru olmayan yollara tevessül eden, insanların hak ve hukukunu ihlal eden ya da cihad, davet, infak gibi sorumluluklarından kaçınan, Gazze’de (2023-2025) kardeşleri vahşi bir soykırıma, açlığa ve tehcire maruz bırakılırken, reel hesaplar yapıp seyretmekle veya kınamakla yetinenler, hele kamp değiştirip küresel (ABD-Avrupa) ve bölgesel (İsrail) mücrimlerin safında tutanlar, günün birinde Allah’ın huzuruna çıkacak ve elbette yaptıklarından büyük pişmanlık duyacaklardır. Asıl yüce Allah’ın “Bugün mülk kimindir? Bir olan, kahhar olan Allah’ındır” (40/Mü’min, 16) diyeceği günden korkup sakınmak lazım. (Ayrıca bkz. 82/İnfitar, 19).

Önceki ve Sonraki Yazılar