Ayı, ejderhâ, fil ve bozkurtun dansına dâir
Sovyetler Birliği’nin çöküşü Amerika Birleşik Devletleri açısından mutlak bir zafer olarak algılandı. ABD’nin dünyâ hegemonyasının önünde hiçbir mâni kalmamıştı. II.Umûmî Harp sonrası ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafından kurulan bir dünyâ dengesinin devâm ettirilmesi artık gerekmiyordu. ABD tek taraflı olarak, inşâsında kendi harcının da olduğu bir sistemi azgın bir şekilde yıkmaya başladı.
Aslında bu azgınlaşma, ABD’de daha 1970’lerin sonlarından itibâren dengeci elitlerin yerini almaya başlamış olan Neocon yeni elitlerin senelerdir aklına koyduğu mutlak ABD hegemonyası idealinin hayâta geçirilmesinden başka bir şey değildi. Para, silâh ve kültürel/ideolojik üstünlük ABD’deydi. O hâlde ne için durulsundu ki? Uluslararası düzlemde ,şöyle böyle işleyen her çeşit norm ABD postalları altında ezildi. Dünyâ hızla önü alınmaz kaoslara sürüklendi.
Bu dar görüşlü bir bakıştı. Çünkü Sovyetler Birliği’nin yıkılması esâsen komünist modelin iç çelişkilerinden kaynaklandığı kadar; belki de ondan daha fazla olarak küresel sistemik bir krizin neticesiydi. II.Umûmî Harp sonrasında inşâ edilen Dünyâ Sistemi temelde kuvvetli ortak paydalara sâhipti. Aslında ortada bir kapitalizm-sosyalizm çatışması çatışması yoktu. Sovyetler Birliği ,sistemin en kuvvetli müşterek paydası olan yeniden bölüşümü esas alan devletli kapitalizmin en katı formuydu. Bu katılık, devletli kapitalizmin devletçi kapitalizme dönüştürülmesinden kaynaklanıyordu. Komünist blok yeniden bölüşümü bürokrasinin insâfına bırakmıştı. Buna mukâbil , meselâ 1960’larda Batı Avrupa, adına Ren kapitalizmi denilen devletli kapitalizmin görece daha yumuşak bir formunu temsil ediyordu. Burada yeniden bölüşüm sınıflar arasındaki pazarlığa bırakılmıştı. Batı’yı Doğu karşısında demokratik kılan da buydu. ABD’de de durum farklı değildi. New Deal, devletli kapitalizmin bir başka örüntüsünü temsil ediyordu.
Yeni ABD elitleri , Sovyetler’in yıkılışını devletli ve sosyal /kamusal önceliklere dayanan sistemin tasfiyesi için bir fırsat saydılar. Neocon azgınlaşmaya yapışan neoliberal tezler ortamı daha da köpürttü.Hâsılı ABD elitleri ,Sovyetleri çökerten sürecin üç vakte kadar kendisini de vuracak olan sistemik bir kriz olduğunu kabûl etmediler. Bugün yaşadıklarımız ABD’ye bu ihmâlinin nelere patladığını acı acı gösteriyor.
Nasıl seyrettiğine dâir çok yazdığım için tekrâr etmeyeceğim. 1970’lerde başlayan Çin’in yükselişi ve önlenemez bir büyüme göstermesi, ABD’nin hesaplarını boşa çıkardı. Evet, bugün elinde muazzam bir askerî güç var. Ama bunu mutlak olarak dünyâya dayatması mümkün değil. Sovyetler’in yerini alan Rusya , nükleer dengeyi yeniden kurdu. Üstelik balistik füze teknolojisi ve kapasitesiyle ABD’nin üzerine çıktı. Çin her geçen gün askerî kapasitesini ABD’ye yakınlaştırıyor. Arada bir Kuzey Kore gerçeği de var. Buradan bakınca ABD’nin elinde kalan iki üstünlükten birisi olan askerî kapasite üstünlüğü büyük ölçüde ortadan kalkıyor. Diğer üstünlüğü olan finansal üstünlüğü de artık çok kuvvetli bir şekilde sorgulanıyor ve bilhassa palazlanmış yarı merkez dünyâda, kolay değil. Ama Dolar’dan kaçış refleksleri ve arayışları keskinleşiyor. ŞİÖ, BRICS gibi oluşumlar bunu teşvik eden târihsel pratikler olarak temâyüz ediyor. Doğrusu artık adım adım ABD Hegemonyasının sonuna doğru gidiyoruz. ABD ,Çin’in yükselişine ekonomik ve siyâsî olarak cevap veremiyor. Trump’ın uyguladığı gümrük tedbirleri nâfile gayretlerden ibâret kalıyor ve ABD’yi daha da zora sokan çıktılar veriyor. ABD’nin akıl almaz bir sûrette Hindistan’a karşı yürürlüğe soktuğu gümrük târifeleri bunun son misâli. Kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi bir şey oldu bu. Pekiyi ABD açısından durumu kabûl etmek kolay mı? Elbette değil. Elinde ,ya herro ya merro diyerek Çin ile askerî olarak kozunu paylaşmaktan başka bir çâre kalmıyor. Yâni hızla III.Umûmî Harbe doğru yol alıyoruz.
Gelelim madalyonun arka yüzüne..ŞİÖ’nün, dünyâyı yıldırmış olan ABD mezâliminden kurtuluş için bir umut olduğunu iddia eden bir bakışın giderek daha baskın hâle geldiğine şâhit oluyorum. “Ayı”, “Ejderha” ve “Fil”in dansı daha âdil bir dünyâyı mümkün kılabilir mi? Maddî olarak bu güçler arasında daha pekişmiş olanı “Ayı” ile “Fil”in ilişkisi. Bu iki güç ile “Ejderha” arasında derin çelişkiler var. Bunların aşılması ve “Kartal” a karşı tutarlı bir ittifâka dönüşmesi asla kolay değil. Nihâî tahlilde unutmayalım ki ne “Ayı” ne de “Fil” Batı’dan kopmak niyetinde. Arada, “Ayı” ile derin târihsel bağları olan ; ama eş anlı olarak “Ejderha” ve “Kartal” ile dans eden bir “Bozkurt” gerçekliliği var. (Türkiye’yi sürece yakın tutan âmil de bu). Pakistan ile flört eden ve “Fil”e mesâfeli bir Âzerbaycan var. Ama aynı Âzerbaycan ,İsrâil noktasında “Fil” ile aynı safta..Hâsılı, çok katmanlı ve çelişkili bir ilişkiler yumağıyla karşı karşıyayız. Dönemsel yakınlıklar istikbâli garanti etmiyor. Onun için heyecâna kapılıp aşırı beklentiler geliştirmemek gerekiyor.
Ama en vahimi, ŞİÖ bağlamında pivot gücün Ejderha olduğunu unutmamak gerekiyor. ŞİÖ’ne hâkim olan söylemin çok kutupluluk, karşılıklı faydaya dayalı, daha eşitlikçi, hakkâniyetli , daha âdil bir dünyâ olduğuna şâhit oluyoruz. Bunun Çin’in bugüne kadar sergilediği küresel siyâsetlerle uzaktan yakından bir alâkası olmadığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Çin ‘in târihsel pratiği dünyâya set çekmekten başka bir şey olmadığını ve Çin ve Çinlilik hâricinde başka bir dünyâya asla inanmadıklarını ortaya koyuyor. Bugüne kadar nereye girdiyse, oraya en acımasız sûrette çökmediği tek bir istisna yok. İsmiyle müsemmâ; bir ejderha’dan bahsediyoruz. Aklı başında bir ekonomistin, Çin ile kurulacak bir ilişkinin ekonomik soykırımdan başka bir şey olmadığını söylediğini hatırlıyorum.
Şu aralar Çin, Türkiye’ye de yakınlaşma yolunda adımlar atıyor. Çok dikkat etmek gerekiyor…Yağmurdan kaçarken doluya tutulmayalım…