Türkiye neden sanayileşemiyor: Sermayenin, güvenin ve kurumların zayıflığı öyküsü
Türkiye, her ekonomik krizde aynı soruyla yüzleşiyor: Neden bu ülke hâlâ gerçek anlamda sanayileşemedi? Sanayi kuruluşları yok mu? Var! Ama Türkiye bir sanayi ülkesi değil. Neden?
Türkiye’de sanayi günümüzde GSYİH’nın yüzde 27 ‘sini oluşturuyor. Ne var ki yüksek teknolojili ürünlerin imalat sanayi ihracatı içindeki payı yüzde 3,1.
Türkiye sanayi ithalatında ara-malı bağımlılık oranı oldukça yüksek. 100 birim ihracat yapmak için 70 birimden fazla ithalat yapmak zorunda. Bu da ülkenin sanayi alanında rekabet gücünü büyük ölçüde azaltıyor. Bunlar resmî veriler.
Sorunun bir ucu sermaye yapısına değiyor: El değiştiren servetler, üretken yatırımlara, yeni teknolojilere, küresel markalara dönüşemiyor? Toplumda dolaşan para, ülkeyi zenginleştirmek yerine daha fazla tüketim, daha fazla ithalat ve daha fazla kırılganlık yaratıyor.
Bu konulara ilişkin soruların cevabı tek bir alanda değil; kurumlarda, kültürde, güven kaynağı olması gereken hukukta ve siyasetin ekonomi üzerinden kalkmayan gölgesinde yatıyor. Fakat en zehirleyici unsur, geniş çaplı yolsuzluk ve rant mekanizmalarının ekonomiyi içten içe çürüten rolü.
Gelin Türkiye’nin sanayileşememe hikâyesini, dört kritik eksende ele alalım:
(1) Sermaye birikiminin niteliği.
(2) Yatırım davranışının psikolojisi ve kültürü.
(3) Devletin ve kurumların niteliği.
(4) Yolsuzluğun sistemik etkisi.
SERVET VAR, SERMAYE YOK: BİRİKİMİN KALİTESİ VE YAPISI
Türkiye’de para var; fakat sermaye yok. Aradaki fark, ülkenin ekonomik kaderini belirleyen en önemli ayrımdır. Para tüketilebilir, saklanabilir, yön değiştirir. Sermaye ise uzun vadeli yatırım, risk alma, teknoloji geliştirme ve kurumsallaşma gerektirir.
Türkiye’de servet birikimi genellikle şu kaynaklardan oluşur:
Rant ve şişmiş gayrimenkul değerleri.
İhalelerden, kamusal imtiyazlardan ve siyaset-kapital ilişkisinden doğan servet.
Kısa vadeli ticari kazançlar.
Döviz arbitrajı (yani farklı döviz piyasalarındaki fiyat farklılıklarından yararlanarak kâr elde etmek) ve finansal getiri fırsatları.
Bu kaynakların ortak özelliği, üretken risk gerektirmemesi, hızlı geri dönüş sağlaması ve birçoğunun devletle kurulan ilişkiler üzerinden elde edilmesidir.
Bu nedenle Türkiye’de servet sahiplerinin önemli bir bölümü:
Uzun vadeli teknoloji yatırımlarına girmek istemez.
Kurumsal yönetim gerektiren sektörlerden kaçar.
Yüksek nitelikli işgücü istihdamını maliyet değil, “yük” olarak görür.
Kârlılığı üretimden değil, devlete yakınlıktan bekler. Bu nedenle devlete hep sağmal inek gibi bakılmış ve sağılmıştır.
Böyle bir yapıdan sanayi kapitalizmi değil, “avcı-tüketici ekonomisi” çıkar. Bu durumun bir adım sonrası “yağma ve çökme ekonomisi”dir. Bunun da örneklerini ara ara görmekteyiz.
SERVET NEDEN YATIRIMA DÖNÜŞMÜYOR?
Size üç tane duvar afişi gibi gerekçe: Güven Eksikliği, Kural Eksikliği, Geleceğe Güven Eksikliği.
Bir ülkenin yatırım davranışını belirleyen üç şey vardır: Öngörülebilirlik, güven ve istikrar. Türkiye’de bunların üçü de kırılgan, dönemsel ve siyasete bağımlıdır.
İş insanları şu sorulara güvenle cevap veremez:
5 yıl sonra vergi sistemi aynı olacak mı?
Yargı, mülkiyeti gerçekten koruyor mu? Koruyacak mı?
Devlet bir gece karar değiştirip sektöre müdahale eder mi?
Politik konjonktür bir yatırımı bir anda batırır mı? Batırmaz mı?
Sanayi yatırımı uzun soluk ister; bir fabrika 10–15 yıl vadeyle düşünülür. Türkiye’de ise ekonomik iklim aylarla ölçülür. Hele borç ödemek için kamu sektörü fabrikalarının satıldığı bir iklimde güvenin korunması oldukça zordur
Bu nedenle sermaye şunları tercih eder:
İnşaat: Çünkü hızlı kâr getirir.
Döviz: Çünkü riskten kaçmanın en eski yoludur.
Devlet ihaleleri: Çünkü piyasa riskini devlet sırtlar.
Ticaret: Çünkü kur oynaklığından bile para kazanılır.
Dolayısıyla Türkiye’de yatırımcı psikolojisi “sanayi kurayım, dünya markası olayım” psikolojisi değil, “risk almayayım, var olanı koruyayım”, “yatırdığının birkaç mislini en kısa sürede geri alayım” psikolojisidir.
TÜRKİYE’DE DEVLET, SANAYİİ (GİRİŞİM VE ÜRETİMİ) DEĞİL, SİYASİ SADAKATİ ÖDÜLLENDİRİR İNANCI
Dünyada sanayileşmenin 19. ve 20. yüzyıldaki altın çağlarına bakarsak, başarılı ülkelerin ortak noktası şudur:
Kurallar güçlüdür, kişiler değil.
Devlet yatırımcıya eşit mesafededir; sadece önünü açık tutar.
Siyasi sadakat değil, performans ödüllendirilir.
Türkiye’de ise devlet, tarihsel olarak siyasete yakın (iktidarı destekleyen) iş insanı yaratma eğilimindedir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki devlet kapitalizmi döneminde bile, daha sonra 1980 sonrası neoliberal dönüşümde de, 2000 sonrası inşaat-finans merkezli modelde de bu olgu değişmedi; tabii sanayileşmenin kaderi de…
YA YATIRIMCILAR?
Yatırımcılar da sistemin mantığını çözerek şu davranışa yöneldi: “Rekabetle değil, siyasetle büyürüm.”
Bu durumun sonuçları ciddi ölçüde zararlı oldu:
Yenilik yapma motivasyonu azaldı.
Kalite standartları düşük kaldı.
Piyasa verimlilikle değil, yakınlık ağıyla çalışır oldu.
Sanayi ekosistemi derinleşemedi; hem üründe hem üretim sürecinde sahtecilik yaygınlaştı.
Milli üretim, küresel teknoloji zincirinin üst basamaklarına çıkamadı.
Türkiye bu nedenle 70 yıldır “orta gelir tuzağının” içinde sıkışmış hâlde kaldı.
YOLSUZLUK BOYUTU: SANAYİLEŞMENİN GÖRÜNMEZ KATİLİ
Yolsuzluk sadece “ahlaki bir sorun” değildir. Makroekonomik bir kriz üretim mekanizmasıdır. Çünkü, sermayeyi yanlış ellere verir. Sisteme yakın olanlar, üretken olmasalar bile sermayeye ulaşır. Gerçek sanayiciler ise finansmana ulaşmakta zorluk çeker. Yolsuzluk risk hesabını bozar çünkü rantiye ekonomisini ödüllendirir.
Geniş çaplı yolsuzluk yabancı yatırımcıya da şu mesajı verir:
Bu ülkede başarı, inovasyondan değil, iktidara yakınlıktan geçer.
Oyunun kuralları sabit ve güvenilir değildir.
Yasalara saygı ve adalet yoksa, yatırımın garantisi yoktur.
Bunun sonucunda ciddi sermaye ülkeye girmez; içerideki sermaye de yurt dışına kaçar. Teknoloji gelişmez; üretim artmaz; rekabetçi bir ekonomi doğmaz; ülkenin borçluluğu artarken sanayi yatırımı için gerekli kamu kaynakları tüketir; yetenekli insanlar sektörü, sonra da ülkeyi terk eder. Sanayinin en kritik kaynağı olan insan sermayesi kaybedilir.
Böyle bir ekosistemde sanayileşme değil, kısa vadeli birikim döngüleri ortaya çıkar:
Kredi → inşaat → tüketim → kriz → yeniden inşaat → yeniden kriz.
Bu döngü, ülkeyi orta gelir bandına hapseden görünmez makinedir.
Sonsöz: TÜRKİYE, SANAYİ DEĞİL, BELİRSİZLİK ÜRETİYOR
Çünkü sanayileşme, sadece makine ve fabrika yatırımı değildir. Bir kültürdür:
Risk alabilme kültürü
Hukuka güvenme kültürü
Geleceği öngörme kültürü
Kurumsallık kültürü
Liyakat (meritokrasi) kültürü gerektirir.
Türkiye’de bu kültürün halkaları eksiktir çünkü ekonomik kararları belirleyen asıl faktör, ekonomik akıl değil siyasi konjonktürdür. Bir ülke kuralsızlıkla değil, kurallarla zenginleşir. Sadakatle değil, liyakatle büyür. Rantla değil, teknolojiyle kalkınır.
Türkiye’nin sanayileşememe hikâyesi, aslında şu cümlenin hikâyesidir: “Servet var ama sermaye yok; para var ama güven yok; fırsat var ama hukuk yok.”


