1. YAZARLAR

  2. Ali Bulaç

  3. Müstaz’af
Ali Bulaç

Ali Bulaç

Müstaz’af

A+A-

Çevresindeki gezegenlerle bir arada düşünüldüğünde güneş gibi, Kur’an-ı Kerim’in güneş hükmünde kullandığı anahtar terimlerinden biri müstaz’aftır ve bu, geçmişte olduğu gibi bugün de yerküresi ölçeğinde insani toplumsal hayatımızın dramatik gerçeğini yeterince açıklamaktadır. Geçen yazıda müstekbire baktığımız gibi, müstaz’afa da yakından bakmaya çalışalım.

 Müstaz’af, za-u-fe kökünden türemiş olup “kuvvetli olmanın zıddı, zayıf olmak” demektir. Za’af sahibi, yani kuvvetli olmayana za’if (zayıf) denilir. Müstaz’af, istaz’afe fiilinin fail ismidir; zayıf görmek, zayıf bırakmak, zayıf bir hâle getirmek, zillete düşürmek anlamlarına gelir. Za’af, ilk çağrışımının aksine, sadece maddi ve bedensel değil, zihinsel ve ruhsal da olabilir. Kelime, yerine göre niteliksel, yerine göre niceliksel zayıflığı ifade eder.

 Kur’an-ı Kerim’de istiz’âf ve müstaz’af kelimeleri 13 yerde geçer. İstiz’af, genel olarak za’f ve za’if ile yakın anlamlara sahip olduğu hâlde, kelimenin etimolojik yapısına bağlı olarak semantik düzlemde kazandığı anlam—güçten düşürülme, güçsüzleştirilme gibi zihnî (entelektüel) ve ruhî (psişik) olumsuz olguları ifade etmesi—ayrıca üzerinde durmayı gerektirir. Nitekim dikkatlice bakıldığında, Kur’an’ın kendisine özel anlamlar yüklediği bu kelimenin Kur’anî terminolojide sosyolojik bir olguya işaret ettiği görülür.

 Kur’an-ı Kerim’de bu iki kavramın birbirini çağrıştıracak biçimde geçiyor olması dikkat çekicidir. Âdemoğullarının başlangıç hikâyesinde ilk müstekbir İblistir. İstikbâra kalkışan İblis olmakla birlikte, ona özenenler veya ondan bir haslet taşıyanlar bir yandan Allah’a ve elçilerine (Nebi ve Resuller) karşı büyüklenirlerken, öte yandan tesirleri altına aldıkları insanları güçten düşürür, onları zayıflatırlar.

 Bu da şu demektir: Büyüklenip müstekbir olan, hakikatte büyük olmadığı gibi; büyüklük duygusuna, istikbâr vehmine kapılmıştır. Aynı şekilde müstaz’af da hakikatte zayıf değildir; ya ona zayıf olduğu telkin edilmiştir ya da güç ve kuvvet kullanma imkânları elinden alınmıştır. Şu hâlde istikbâr da istiz’âf da cevher değil, arazdır. İstikbâra “vehim”, istiz’âfa bir tür “öğretilmiş çaresizlik” diyebiliriz. Neticede müstaz’aflar, müstekbirler tarafından tahakküm altında tutulmakta, aşağılanmakta, sömürülmektedir. İstikbârın türevleri istismar (sömürü-sömürgecilik), istihmâr (eşekleştirme, beyin yıkama, algı operasyonu), istidbat (şiddetli baskı rejimi, tiranlık), isti’bâd (kul-köle kılma) fiilleridir. Türevleriyle birlikte istikbârın tarihsel ve evrensel profili Firavundur.

 Müstaz’af olma hâlinin sadece bedensel ve maddi olmadığını söyledik. Bedenen güçlü (pazuları şişkin, iri yapılı), gelir ve eğitim seviyesi yüksek kişiler ve topluluklar (refah erbabı) da müstaz’af olabilirler. Modern dünyada, özellikle refah toplumlarında milyonlarca insan tüketim, marka, pop kültürü, eğlence, medya, sinema, sosyal medya, futbol vb. şeylerin derin etkisi altında zihnen ve ruhen güçten düşürülmüş müstaz’aflardır. Mesela İspanya’da 46 sene hüküm süren Franko, futbola çok şey borçlu olduğunu söylemişti. Askerî darbe ile başa geçen Güney Amerikalı bir diktatörün ilk istediği şeyin 100 bin kişilik “uyku tulumu” (futbol stadyumu) olması bu duruma işaret eder. Bu çok yönlü bağımlılıktır; bağımlılık, zaaf hâlinin kişiliğin baskın tutumu hâline gelmesine yol açar.

 Kur’an-ı Kerim, genel anlamda toplumun birbirine karşıt iki sosyolojik realitenin karşılıklı ilişkilerinden meydana geldiğini söyler. Temelde, sağlıksız ve çelişkili kutupların yer aldığı toplumda—buna cahilî toplum denebilir—idarî, siyasî ve dinî-fikrî zümrelerden oluşan mele’ ile, ekonomik zümrelerden oluşan mütref sınıf olan müstekbirler ve biyolojik, ruhî ve zihnî güçsüzlük içinde olan müstaz’aflar vardır.

 Toplumların sosyolojik bir realitesi olarak müstaz’af sınıflar temelde iki kategoriyi kapsar: 

 

 

1. Biyolojik veya fiziksel olarak güç gösterisinde bulunamayacak zümreler

Bunlar kelimenin gerçek anlamında zayıf olan:

Çocuklar, kadınlar, yaşlılar, bedenî sakatlığı olanlar ve engellilerdir.

Bu zümrelerin zorba güçlerin hâkimiyet ve baskılarına karşı fizyolojik olarak karşı koymaları beklenemez. Direnme ve çatışmanın kol gücü ve silahla yürütülmesinin gerekli olduğu ortamda—özel eğitim almadıkça—ne çocuklar, ne kadınlar ne de yaşlılar böyle bir mücadeleye girebilir. Nitekim eski savaş geleneklerinde bu zümrelerin topluca esir alındıkları görülür.

Bu zayıf konumları dolayısıyla, kurtarılmayı beklerler. Bunun yakın zamandaki en dramatik örneği, 2023-2024 yıllarında Amerika ve Batı’yı arkasına almış bulunan İsrail’in Gazze’de giriştiği katliam ve soykırımdır. Tam bu bağlamda Nisa Suresi’nin 75. ayeti, Allah yolunda savaşmanın amaçlarından biri olarak “müstaz’af erkek, kadın ve çocuklar” uğruna savaşmayı emretmektedir. Surenin devamındaki ayetlerde (98-99), dışarıdan yardım olmadığı sürece kendi başlarına kurtuluş imkânı bulamayan bu zümrelerin içinde bulundukları durum dolayısıyla mazur görüldükleri belirtilir.

2. Ruhsal (psişik) ve zihnî-kültürel (entelektüel) anlamda müstaz’af olanlar

Kur’an, bu zümreye sorumluluk açısından farklı bir gözle bakar. Bu insanların ahlakî ve siyasî tutumlarını, negatif ve pozitif özelliklerini bir arada ele alır. İçinde yaşadıkları toplumsal sistem, ekonomik ilişkiler ve sürekli maruz kaldıkları politik, dinî ve ideolojik telkin ve propaganda, onları zihnen güçsüzleştirmiştir; sorgulayan, eleştiren, alternatif arayan melekeleri işlemez hâle gelmiştir.

Entelektüel anlamda güçsüz olanlar, kültürel ve ideolojik propaganda araçlarının baskısı altındadır. Seçim hakları ve alternatif yollar kendilerine gösterilmediği için bir bakıma kumanda edilmekte, sürü hâlinde yönlendirilmektedirler. Kendilerine sunulanı olduğu gibi kabullenmekten başka bir şey yapamazlar. Zamanla telkinler, onların zihinlerini konformizme sevk eder; doğru bildiklerinin yanlış olduğunu görseler bile bunu kabullenmeyi reddederler.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar