Siyonist Olmayan Yahudilerden Beklenen
Yahudi, kendini Tanrı’nın seçtiği üstün bir kavmin üyesi olarak görür. Varlık zincirinde sıradan insan, hayvanlar ile Yahudiler arasında ara bir yerde durur. Yahudi’nin “kendine dönük ben algısı” ile başkalarını algılama biçimi arasında doğrudan bir ilişki var. Tanrı’nın seçtiği kavim ile ‘diğer milletler’ –ki bunlara centile veya goyim demek mümkün- aynı mahiyette değildirler, bu yüzden Yahudi olmayanlar Yahudilerle aynı varlık mertebesinde ele alınamazlar.
Yahudilerin tarihte daima nüfusları az olmuştur, ama onlara vaadedildiğini iddia ettikleri topraklar (Arz-ı mev’ud) dışında eğer mümkün olursa, üzerine bastıkları her toprak parçası onların veya doğrudan ya da dolaylı hakimiyetleri, baskın nüuzları altında olacaktır.
Kutsal toprakların (Nil’den Fırata kadar) İsrailoğulları’na vaadedildiği fikri Tevat’ta yer alır:
“O zaman Rab bütün milletleri önünden kovacak ve sizden büyük kuvvetli milletlerin mülkünü alacaksınız. Ayak tabanlarınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan’dan ırmaktan, Fırat ırmağından garp denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah’ınız Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır.” (Tevrat, Yasanın Tekrarı, 11/24)
Kur’an hiç kimseye ve hiçbir kavme bu türden herhangi bir toprak vaadinde bulunulduğunu yazmaz. Kur’an bakış açısından yeryüzünde galip gelecek olan müstaz’af (yoksul, zayıf, ezilen) halklar olacaktır: “Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyorduk. Ve (istiyorduk ki) onları yeryüzünde ‘iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım’, Firavun’a, Haman’a ve askerlerine, onlardan sakındıkları şeyi gösterelim. (28/Kasas, 5-6.)
Hz. Musa’nın başlarında olduğu İsrailoğulları o gün müstaz’af bir kavimdi, iktidar sahipleri olarak yerleşik hayata geçmeyi hak ediyorlardı, bugün ise müstekbir, zalim ve gaddar bir kavimdirler, Allah’ın müstaz’aflara va’dine hak kazanamazlar. Müstaz’af Gazze, Filistin halkı ve dünyanın genelinde bu mazlum ve zayıf insanları destekleyen herkestir. Bunlar yüce Allah’ın “Salih kulları” kategorisine girmeyi hak ederler ve Allah, eninde sonunda –zorlu, acılı ve maliyeti yüksek bir mücadeleden sonra “salih kullarını yeryüzünün mirasçısı” kılacaktır. Dikkat çekici husus şu ki, va’den dönmeyen Allah, bu va’dini Davut aleyhisselama gönderilen Zebur’de bildirmiştir, daha önce bu va’d Zikir’de yer almıştı. (21/Enbiya, 105.)
Kur’an-ı Kerim, İsrailoğulları’nın “alemlere üstün kılındığı”nı zikreder (2/Bakara, 47) ama bu üstünlük (fazlalık/ilave görev-tafdil) bu kavmin peygamberlerin tebliğlerine kulak vermeleri ve yeryüzünde salih amellerde bulunmaları şartına bağlanmıştır.
İsrailoğulları’nın peygamberlerine isyan ettikleri, onları 400 sene süren Mısır köleliğinden kurtaran Hz. Musa’nın sözünü dinlemeyip tekrar köleliği açık hidayete ve özgürlüğe tercih ettikleri sadece Kur’an tarafından değil, Tevrat tarafından da teyid edilmektedir. İsrailoğulları’nın bir vasfı da ‘peygamber katili’ bir kavim sıfatını almalarıdır: “Her nerede bulunurlarsa bulunsunlar -Allah’ın ipine ve insanların ipine (ahdine) sığınanlar başka- onlara zillet (zorluk damgası) vurulmuştur. Onlar, Allah’tan bir gazaba uğradılar da üzerlerine aşağılanma (damgası) vuruldu. Bu, Allah’ın ayetlerini inkar etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri nedeniyledir. (Yine) Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları dolayısıyladır.” (3/Al-i İmran, 112.)
Elbette bu nitelik onların dinlerinin veya ırklarının doğal bir sonucu değildir; tarihte bunu doğrulayan çok sayıda örnek olsa bile, Kur’an- Kerim açık bir ifadeyle Hıristiyanlar ve Yahudileri içine topladığı “Kitap Ehli”nin “hepsinin bir olmadığını” söyler. İçlerinde ihanet eden, peygamberlere karşı çıkan ve Allah’a isyan edenler olduğu gibi, “Allah korkusuyla gözyaşı döken, emanetlere titizlikle riayet eden ve insanların iyiliğini isteyenler” de var:
“Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli’nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah’a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir.” (3/Al-i İmran, 113-115.)
Eğer Kur’an-ı Kerim bu açık ve hassas ayırımı yapmamış olsaydı, özellikle Yahudiye bakış açısının temeli dinen de desteklenen bir ante-semitizm ortaya çıkmış olurdu. Denebilir ki, sadece bu ayet tek başına tarihte Müslümanlar arasında anti-semitizmin kök salmasına engel olmuştur.
İslam dininin bağlayıcı referans kaynakları, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet ile bu iki kaynaktan maşruiyetini alan tarihi tatbikat, -Asr-ı Saadet’ten son Osmanlılara kadar- nasıl dün Müslümanlar arasında anti-semitizm denen haksız ve vahşi fikir ve husumetlerin ortaya çıkmasına izin vermediyse –Gazze’de İsrail’in uyguladığı vahşi katliama ve tehcire rağmen-, bugün ve yarın da izin vermeyecektir. Fakat bu, dinin yoruma muhtaç kaynaklarını siyasetin meşruiyet temeli haline getiren ve bundan ‘siyonizm’ adı altında ırkçılığa dayalı bir devlet ideolojisi çıkaran İsrail’in her yaptığına, toprak işgallerine ve çocukları katletmesi gibi fiillerine ses çıkarılmayacağı, ses çıkaranların ‘anti-semitik’ sayılacağı anlamı çıkmaz.
Siyonist kuramcıların refleksi ‘dini saf halinde yaşanır kılmak’tan çok, dinin bir tür suistimaline dayalı siyasetlerin geliştirilmesi ve yürütülmesidir. Adına sol, sosyalist, liberal ve laik denen yahudi politikacıları, ‘ortodoks yahudiler’den çok daha fazla dini istismar etmişlerdir ve elan etmeye devam etmektedirler. Eğer İsrail’in içinde ve dışında yaşayan yahudiler laikliklerinde samimi iseler, ‘laik İsrailli siyasetçiler’in sadece siyonist katliama ve tehcire karşı çıkıp gösterilere katılmaları yetmez, bir adım daha adım atmaları icap eder.
Bütün bu yaşananlardan sonra Siyonist olmayan yahudilerin samimiyetini test etmenin üç kriteri var. Bunlar da:
- Nil ile Fırat arasındaki geniş bölge, yani Arz-ı Mev’ud’un kuvvetli ifadelerle reddedilmesi
- Süleyman Mabedi’nin inşaı talebiyle Harem-i Şerif ve Kubbetussahra’nın bulunduğu yer ve Mescid-i Aksa’nın yıktırılmasının yanlış olduğunun bildirilmesi
- Yahudilerin bu topraklardaki varlıklarının ve her türlü emellerinin onlara Tanrı tarafından verilmiş bir yetki ve hak olarak tanındığına dair fikir ve iddianın açıkça reddedilmesi.