1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Siyaset - İrfan İlişkisi Üzerine Zeki Savaş ile Söyleşi
Siyaset - İrfan İlişkisi Üzerine Zeki Savaş ile Söyleşi

Siyaset - İrfan İlişkisi Üzerine Zeki Savaş ile Söyleşi

Hareketlerin kurumsallaşması ve sonrasındaki süreçler, evrendeki oluş ve bozuluş kuralı (kevn ü fesad) ile de açıklanabilir. İslami hareketler de kurumsal yönüyle bu kuralın dışında değildir. Doğuş, tekamül, kemale erme, iniş (inhitat) ve bozulma (fesad)

A+A-

İslami mücadelede bulunması gereken manevi/irfani boyut, bidat ve hurafelere katılmamak/katışmamak adına uzak durulan hatta zamanla karşısında konuşlanılan bir olguya dönüştü. Koşullara bağlı olarak yayılma istidadı gösteren İslamcı hareketlerin sosyal ve siyasal alanı keşfi ile de bu durum daha da kalıcı bir hâl aldı.

Manevi ve ahlaki örnekliklerin kalıcılığını engelleyen, sapma ve savrulmalara zemin hazırlayan etkenler arasında irfani iklimin payı, üzerinde durulmaya değer konulardan birisidir.

Bu mevzuları, İslami hareketin içinden gelen bir duruşla ele alan Zeki Savaş’a sorarak siyaset-irfan bağlamında kendisiyle bir  söyleşi gerçekleştirdik.

İslam Düşüncesi Sitesi olarak iki bölüm şeklinde yayınlayacağımız söyleşiyi kıymetli okuyucuların ilgisine sunuyoruz.

Röportaj: Osman Sevim

-İzin verirseniz eğer hepimizi ilgilendiren bir soru ve sorun ile söyleşimize başlamak istiyorum. Genel olarak mücadelenin başlarında aktif olanlarımızın yenilgi zamanında pasifleşmesi veya hedefe ulaşınca kolayca sapması, savrulması, tekasüre kolay bir şekilde yelken açması nasıl izah edilebilir? İrfan yokluğu veya irfan kaybı bu nedenlerden biri olabilir mi, ne dersiniz?

Sözünü ettiğiniz durumlar, hareketlerin seyri ve hareket içindeki insanların kendi iç alemindeki seyriyle alakalıdır. Hareketlerin seyri iki şekilde gelişir:

Birincisi, hareketler belli bir ideal ve hedef üzerine bina edildiğinden zinde bir mefkure ve ivme sağlayan bir iman ile doğar ve gelişir. Gelişim sürecinde karşılaştığı engeller, mücadeleyi şiddetlendirir, fikri ve fiziki karşılaşmalar yaşanır. Gelişim ve alternatif olma süreci başarıyla sonuca ulaşırsa zafer elde edilir ve hareket zirveye ulaşır. Hareket zirveye ulaştığında hareketin/momentin enstitüye yani sisteme, nizama ve devlete dönüşmesi ve bunun sonuçları devreye girer. Hareket hedefe ulaşınca duraklar, karşıtlarını yendiği ve kendisi iktidar olduğu için devrimci ve dinamik yapısını yitirir muhafazakarlaşmaya, elde ettiği konumu korumaya başlar; ruhsuz, hareketsiz ve hararetsiz hâle gelir. Bir süre sonra da gerilemeye başlar ve bir yerde ya tarih sahnesinden silinir veya yerini kendi bağrından çıkan yeni bir muhalif harekete bırakır.

Hareketlerin kurumsallaşması ve sonrasındaki süreçler, evrendeki oluş ve bozuluş kuralı (kevn ü fesad) ile de açıklanabilir. İslami hareketler de kurumsal yönüyle bu kuralın dışında değildir. Doğuş, tekamül, kemale erme, iniş (inhitat) ve bozulma (fesad) şeklindeki bir grafik çizgisinde seyreder.

Hareketin devlete dönüşmesi ve sonuçlarına dair, İran devrimi, Türkiye’deki Milli Görüş Hareketi ve Sosyalizm örnek verilebilir. İslam’ın Şia yorumu üzerinde şekillenen üretken, dinamik ve devrimci bir hareket hedefine ulaşınca önce fikren durakladı, sonra harareti ve hareketi soğumaya başladı, değiştirmek yerine mevcudu korumaya yönelerek muhafazakarlaşmaya başladı.

Milli Görüş Hareketi, uzun bir mücadele ve dinamizmden sonra içinden AK Partiyi çıkararak zahiren iktidar oldu, 15 Temmuz’dan sonra ise gerçekten iktidar oldu ve sonrasında dinamizmini, üretkenliğini, değişim ve değiştirici yanını yitirmeye, statikleşmeye, muhafazakarlaşmaya doğru yol almaya başladı.

19. yüzyılda ortaya çıkan, şarkı ve garbı etkisi altına alan, gençlerin, aydınların ve işçi sınıfını kendisine cezbeden, dünya savaşları çıkaran Sosyalizm fikri, mektebi, diyalektiği ve hareketi de iktidar olduktan ve her açıdan güçlendikten sonra önce fikri donukluk yaşadı, sonra tedricen geriledi ve dağıldı.

Hareketlerin bu birinci mesirinde, momentin  enstitüye dönüşmesiyle birlikte hareket adamları da devrimci kimliğinden sıyrılıp tedricen önce muhafazakar olur sonra gerilemeye doğru evrilir.

Hareketin sisteme dönüşmesi, hareket adamları için zorlu bir alan daha yaratır. Hedefe ulaşmadan önceki dönemde zorluklarla mücadeleden galip çıkanlar, hedefe ulaştıktan sonra imkânlarla sınanmaya başlanır, dava adamlarının imkân ile imtihanı başlar. Çünkü imkânın ifsat edici bir yanı vardır. Beşeri tecrübeler bize mücadelenin zorluklarına ve musibetlerine katlanmanın, imkânın ifsadına direnmekten daha kolay olduğunu gösterir. Bu durum, musibetin ve meşakkatin insanı Allah’a yaklaştırması, refahın, ferahın ve bolluğun insanı Allah’tan gaflete düşürmesiyle açıklanabilir. Musibet ve meşakkat halinde insan kendi zayıf yanını görür ve güçlü olan Allah’a yönelir lakin insan güçlü olduğu, imkanlarla kuşatıldığı zaman kendine güveni artar, gücünü kendinden bilir ve Allah’tan uzaklaşmaya başlar.

Hareketlerin ikinci seyri de yenilgiyle karşılaşmasıdır. Bir hareket, yenildiği zaman hareket adamlarının bir kısmı umutsuzluğa kapılabilir ve bu umutsuzluk onları hareketsiz hâle getirir. Hareketsiz kalanların bir kısmı da zamanla bozulabilir. Ancak yenilgi sonucunda oluşan bozulmanın, hedefe ulaştıktan sonra oluşan bozulmadan daha az olduğunu söyleyebilirim. Çünkü yenilgi de bir musibettir ve bu musibete direnmek hedefe ulaştıktan sonraki döneme ve o dönemin getirdiği imkana direnmekten daha kolaydır. Ayrıca yenilenler, kendilerini yenileyebilir ve yeniden yola koyulabilir.

İslami hareketlerin başarıya ulaşmasından veya yenilgiyle karşılaşmasından sonraki süreçlerde açığa çıkan olumsuz durumlarda irfanın varlığı veya yokluğunun etkisiyle ilgili şunları diyebilirim:

İrfan, mümini zafer sonrası oluşan imkânların cazibesine ve yenilginin musibetlerine karşı dayanıklı kılar. Hareket ve mücadele sürecinde hedefe olan iman, alternatif olma umut ve heyecanı ve hasımlarla yürütülen mücadele gibi harici saikler nedeniyle mübariz insanlar muharrik imana sahip olduğundan irfanın eksikliği hissedilmeyebilir ama zaferden sonra bu dış etkenler sahadan çekilince  ve yenilgi sırasında hedefe olan iman sarsılınca irfanın eksikliği kendini gösterir. İrfan, müminin mücadele, yenilgi ve zafer hallerinde dinamizmini yitirmesini, içten bozulmasını, çürümesini ve dağılmasını önler veya önlemeye çok önemli katkı sunar.

Çok sayıda konu arasından bir tanesini, sabır konusunu örnek verebilirim:

Hareketler, başarı ve yenilgiyle karşılaşmadan önceki hararetli dönemlerinde müntesiplerine mücadelenin getirdiği musibetlere karşı sabırlı olmayı telkin eder ve sabrı musibet odaklı işler, farkında olarak veya olmayarak sabrı bir merhale ile sınırlandırır ama irfan, sabır konusunu tüm merhaleleri kapsayacak içerikte ele alır ve sabrı üçe ayırır: Günahlara karşı sabır, itaate karşı sabır ve musibetlere karşı sabır.

Günah tezyin edilmiştir; insan nefsine cazip gelir, cezzâbiyyeti vardır. Günaha karşı sabır, yani günahın çekiciliğine direnme ve ona bulaşmamaktır. Rüşvetin, yolsuzluğun, usulsüzlüğün ve üç beş yerden maaş almanın getireceği haram para ve imkânın cazibesine direnmek ve onu reddetmek, günaha karşı sabrın bir örneğidir. İsrafın, kibrin ve şatafatın cazibesine direnmek, adam kayırmanın verdiği hazdan sakınmak günaha karşı sabretmenin diğer örneklerindendir.

İtaate sabır, salih amellerin meşakkatine katlanmak ve o amellerde ısrar etmektir. Tevazuda ısrarcı olmak, helal rızıkla beslenmede kararlı olmak, adaletli davranmada tavizsiz olmak, toplumun sorunlarını çözme cihetindeki çabalarda gevşememek, fikir ve salih amel üretmede sürekliliği sağlamak, itaate sabrın örneklerindendir. Yönetici iken kendimizi ve taraftarlarımızı da sınırlayacak, fırsat eşitliğini sağlayacak, liyakati temin edecek yasalar çıkarmak da itaate sabrın bir başka örneğidir.

Musibete sabır her yerde işlendiği için hepimiz onu biliyoruz.

İrfanın, sabır kavramına yüklediği anlamı veremeyen hareketlerde hareket adamları başarıdan sonra gelen insanın imkân ile imtihanın da günahlara ve iyi amellere sabırda tökezlemeye ve savrulmaya başlar. Aynı şekilde yenilgiden sonra gelen moral bozukluğu ve motivasyon eksikliğine direnemez ve bir dönemin devrimcileri devrilebilir.

-Biraz önce oluş ve istikrar anlamlarına gelen kevn ile dünyadaki tabii dengenin, sosyal düzenin ve toplumdaki ahlaki yapının bozuluşunu ifade eden fesat kavramlarını ve kuralını hareketler için kullandınız, uyarladınız. Bu kevn ve fesat (oluşum ve bozulma) kuralı insanın kendisi için de geçerli midir?

İnsan bedeni, kevn u fesad kuralına tabidir. Lakin, ruhi ve manevi varlığı noksandan kemale giden bir güzergahta yer alır. İnsanın bu mesirin sonuna kadar gidip gitmemesi, mesirden sapıp sapmaması, mesirdeki ilerleme hızı onun iradesine bağlıdır. İnsan birey olarak ne kemale ermeye mecbur ne de fesada düçar olmaya mahkumdur. Bu iki sonuçtan birine kendi tercihiyle ulaşır lakin hareket veya İslami hareket dediğimizde bireylerin inşa ettiği ve sıfırdan zirveye giden maddi bir kurumsallık yönü devreye girer ki, kevn u fesad kuralı burada işlemeye başlar.

- Çok önemli dönüm noktalarından biri olarak kalıcı etki ve hasar bırakan 28 Şubat süreci İslamcılar açısından bir yenilgi miydi? Yenilgiyse nedeni değil de, sebebi hakkında neler söylemek istersiniz?

28 Şubat, İslamcı hareketlerin geneli için bir yenilgiydi. Lakin bütün yapılar için aynı şiddette bir yenilgi olduğunu söyleyemem. Çünkü Milli Görüş Hareketi daha önce de benzerlerini iki kez tecrübe etmişti. 1970’de kurulan Milli Nizam Partisi, laikliğe aykırı çalışmaları nedeniyle 1971 yılında kapatılmış, MNP yerine 1972’de Milli Selamet Partisi kurulmuş, MSP de 1980 darbesinden sonra kapatılmış yerine 1983’te Refah Partisi kurulmuştu. 28 Şubat sürecinde Refah’ın kapatılması Milli Görüş Hareketinin üçüncü tecrübesiydi, alışık oldukları bir durumdu. Nitekim 2001 yılında Refah’ın yerine Saadet Partisini kurdular. Ancak 28 Şubat’ın Milli Görüş Hareketi üzerinde önceki darbeler ve kapatmalardan farklı bir etkide bulundu. Hareket, iktidara gelmek yoluyla hedeflerine ulaşma stratejisinde bir değişiklik yapmadı ama hareketin içindeki güçlü bir damar, eski hal  muhal diyerek yeni bir yola çıktı. Taktiklerini, retoriğini ve hedeflerini güncelleyip yeni bir parti kurdu ve başarılı oldu. Yeni partinin Milli Görüş gömleğini çıkardığını söylemesi, bu partinin Milli Görüş Hareketi içinden çıktığı gerçeğini değiştirmez. Ayrıca gömlek değiştirmek, yenilenmek anlamında da kullanılmış olabilir.

28 Şubat’ın derinden etkilediği esas kesim, İslami uyanış sürecinde şekillenen ve toplumsal değişim ve dönüşümü toplumdan devlete, tabandan tavana gerçekleşmesi gerektiğini savunan irili-ufaklı inkılabi oluşumlardı. Bu hareketler 28 Şubat sürecinde devletle yüzleşmelerinde örselendiler, sarsıldılar, güçleriyle hedef arasındaki uyumsuzluğun farkına vardılar ama devletle olan bu karşılaşmayı masaya yatırıp yenilenmeyi, tartışmaktan da kaçındılar. Hareketlerde bu belirsizlik devam ederken Milli Görüşün yenilikçi kanadının iktidar olması ve İslamcı camiaların  yetiştirdiği insanları doğrudan veya dolaylı işbirliğine çağırması sonucu durgunluk ve dağınıklık halinde olan hareketlerden ve muhitlerinden iktidara doğru bir akış sağlandı, zamanla da hareketlerin çoğu da aynı çekim alanında yer almaya başladı.

Sonuç itibariyle 28 Şubat, inkılâbî oluşumlar için bir yenilgiye dönüştü; ancak Millî Görüş hareketi için bu yenilgi, yenilenme ve ardından gelen bir başarıya kapı araladı diyebilirim.

-Devlete, devrime ve dolayısıyla büyük toplumsal değişim ve dönüşümlere talip inkılâbî oluşumlar olarak tanımladığınız hareketler neden yenildi ve niçin kendilerini yenileyemedi?

Neden yenildiği kısmından başlayayım. Türkiye toplumunun ana omurgasını etnik bakımdan sayıca daha çok olan Türkler ile daha az sayıda olan Kürtler oluşturur. Türk toplumunda devlet din gibi kutsaldır ve bu iki mukaddes varlığın (din ve devlet) dayanışma ve yardımlaşma içinde olduğuna ve olması gerektiğine inanıldığından devlet ile dinin karşı karşıya gelmesi asla istenmez, hatta Türk toplumu böyle bir karşılaşmayı tasavvur bile etmekte zorlanır. Türk toplumunda yan yana olması gereken devlet ile tanrının emri çakışırsa, Türk toplumunun son kararı devletin emrinden yana olur. Devletle ilgili bu yaklaşım, Türk toplumunda baskın bir kültüre dönüşmüştür. Tek tek Türk toplumunun tüm bireylerinin böyle olduğunu iddia etmiyorum, egemen ve baskın kültürden söz ediyorum. Baskın kültürün yanında marjinal fikirler ve oluşumlar her zaman bulunur. Örneğin Sosyalizmin etkisiyle oluşan Türk solu eylemci ve isyancıdır ama sol fikrin ne devlet karşıtlığının ne de eylemciliğinin Türk kültüründe karşılığı olmadığından Türk solunun eylemci kanadı marjinalliğe ve bitmeye mahkum oldu. Türkler arasında İslami temelde eylemsel devlet karşıtlığı düşüncesi ise bireysel veya grup olamayacak kadar sınırlı kaldı.

Türk toplumunun devleti kutsal saymasının nedenleri arasında İslam öncesi dönemlerde yöneticileri kutsal bilmesi, İslam’ın Müslümanlara kendinizden olan emire itaat etmeyi emreden düsturunu kendi yöneticilerine uyarlaması, din-devlet dayanışması içinde Anadolu’nun yurt edinilmesi, Balkanların alınması ve devlete sahip olma fikrini kadim zamanlardan beri önemsemesi ve öncelemesi sayılabilir.

Öte yandan Kürt toplumunda devlet mukaddes olmadığı gibi sevimsizdir de. Kürtler devleti sevmez. Kastım Türkiye Cumhuriyeti Devleti değil, devletin dini, rengi, ırkı ne olursa olsun Kürtler devlet denen kurumsal ve merkezi mekanizmayı sevmez. Bu nedenle Kürt toplumu devlete karşı isyan edebilir. Bütün Kürtlerin böyle olduğunu iddia etmiyorum, Kürtler arasındaki yaygın kültürden söz ediyorum.

Kürtlerin devleti sevmemesinin nedeni de tarihleriyle ilgilidir. Kürtler de asırlarca Arap yarımadasındaki Araplar gibi yaşamıştır. İbn-i Haldun "Araplar bir memleketi ele geçirdiklerinde, orası hemencecik harabeye döner. Arap ülkelerinde halk, yönetimin olmadığı bir tür fevza (anarşi, kargaşa) halinde yaşarlar. Ve fevza, beşeri helak eder, ümranı bozar.  Başkanlığı kolay kolay paylaşamazlar. Yönetimle ilgili işleri de paylaşamadıkları için aralarından birçok emir ve yönetici çıkmıştır’’ der.

Şankıti de İslam öncesi Arap yarımadasındaki Arap toplumuyla ilgili “İslam'dan önceki Arap toplumu, siyasi veya kanuni kurumlardan müteşekkil bir sistemi tanımayan ve herhangi bir kral ve sultana boyun eğmeyi reddeden özgür bir toplumdu. Arap kabileleri "itaatsiz" (lekah) olmalarıyla övünüyorlardı. Bu kavram özgürlük ile onuru birleştiren bir anlam içeriğine sahiptir. Devlet ilkesini tanımamak, Arap yarımadasının müştereği olduğu için, Arap yarımadası daima devlet fikrine isyan eden bir tutumu sürdürmüştür… Araplar bir düşman bulduklarında onunla, düşman bulamadıklarına ise kendi kardeşleriyle savaşıyorlardı.” der.

Şankıti Arap yarımadasındaki Arapların yaşam şekli ve değerleri için “siyasi bedevilik” kavramını kullanır.

İbn-i Haldun’un ve Şankıti’nin Arap yarımadasındaki Araplar için yaptıkları tespitler Kürtlerin tarihiyle uyuşmaktadır. Kürtler de asırlarca kurumlardan müteşekkil bir devletin yönetimi altında olmayı sevmemiş, itaatsizliği onur ve özgürlük olarak görmüş, yönetimi kendi arasında paylaşamadığından emirlikler ve aşiretler halinde yaşamış, dış düşman bulamadığında birbirleriyle savaşmıştır. Kürtlerin tarihinde de Arap yarımadasındaki Arapların tarihinde olduğu gibi siyasi bedevilik değerleri baskındır.

Kürtlerin içinde yaşayarak onları yakından tanıyan Wasili Nikitin, “Kürtlerin en önemli özelliği savaşçı olmaları ve iyi silah kullanmalarıdır. Özgür yaşamları ve sürekli daha iyi meralar bulmak için göç halinde olmaları, Kürtlerde kaide ve kural tanımayan bir ruh oluşturmuştur.” tespitinde bulunur. Binlerce yıl dağ, silah ve atın, Kürt yaşamında önemli bir yere sahip olması, Kürtlerin özgür ve devletsiz yaşamının simgeleri hükmündedir.

Kürtlerin Osmanlı ile üç asır sorunsuz birlikte yaşaması, 1515 yılında Yavuz Sultan Selim ile Kürtler arasındaki anlaşmanın, Kürt toplumundaki egemen kültürle uyumlu olmasındandır. Bu anlaşma gereği Osmanlı, Kürtlerin emirlikler, beylikler ve aşiretler şeklindeki düzenlerine karışmadı, iç düzenlerine müdahale etmedi. Kürtler Osmanlı hükümranlığı içinde kendi eski düzenlerini sürdürdü. Osmanlı merkezi hükümet oluşturmaya doğru adım attığında Kürtler isyan etmeye başladı. 1806’da Babanların isyanıyla başlayan ve neredeyse 1880’lere veya 1900’lere kadar olan Kürt isyanları, milliyetçi bir mefkure ile alakalı olmayıp merkezi hükümet şekline isyandı. Devletsiz yaşam şekillerinin değişmesini istemiyorlardı.

Osmanlı idaresi boyunca kontrol altına alınamayan Dersim, Kürt toplumundaki itaatsiz ve devletsiz yaşam geleneğinin Cumhuriyet dönemine sarkmış belirgin bir örneği olarak gösterilebilir. Cumhuriyet döneminin ideologlarından Naşit Hakkı Uluğ, Dersim’in Osmanlıya bağlandığını ancak beş asır önceki yaşamını sürdürdüğünü savunur. Elazığ Valisi Ali Cemal Bardakçı da 1926 yılında hazırladığı raporda, “Dört yüz seneden beri Dersim’e hükümet nüfuzu girmemiş ve ilmi anlam ve içeriğiyle bir otorite kurulmamıştır” der. Dersim hadisesini, milliyetçi ve dini saiklerle meydana gelen Koçgiri, Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarından ayıran bir yan, Dersim direnişinde milliyetçi ve dini faktörlerin olmayışı; ikincisi,  Cumhuriyet dönemindeki toprak reformu ve feodal düzenin değiştirilmesine karşı bir direniş olmasıdır. Bir diğer ifadeyle  Dersim hadisesi, devlete karşı bir saldırı olmayıp devlete karşı devletsizlik şeklindeki geleneksel düzeni savunma hareketidir denebilir.

Zamanla ve milliyetçiliğin etkisiyle Kürtler de değişime uğradı ama kadim kültürün izlerinin günümüzde de sürdüğünü gözlemlemek mümkündür. Yeni ve canlı bir örnek olarak Kuzey Irak’taki Kürt yönetimini gösterebilirim. Yirmi yıldan fazladır elde ettikleri özerk bölgede yekvücut bir yönetim oluşturamadılar, bütünleşemediler. İbn-i Haldun’un Araplar için yönetimle ilgili işleri de paylaşamadıkları için aralarından birçok emir ve yönetici çıkmıştır dediği özelliği henüz de korudukları görülmektedir. Barzani ve Talabani aşiretleri partiye dönüştü ve parti adı altında iki aşiret küçücük bir bölgede fiilen iki ayrı yönetim oluşturdu ve bir türlü yekvücut bir devlet olamadılar. Bunun nedenini Wasili Nikitin’in Kürtlerle ilgili saptamalarında da görebiliriz: “Kürtler devlet kurma gücünden kesinlikle yoksun değildirler. 12. ve 13. yüzyıllarda bazı egemenlik alanları da oluşturmuşlardır. Lakin Kürtler, milli düşünce ve kendilerini bölünmeyen tek bir millete dönüştürme iradesine yabancıdır.”

Kürtlerin önemli bir kısmı Türkler ile imtizacın, modernizmin ve milliyetçiliğin etkisiyle değişti ama binlerce yıl sürmüş bir tarih ve yaşatılmış değerlerin etkisi devam etmekte, siyasi bedevilik değerleri modern formlar içinde varlığını zayıflayarak da olsa sürdürmektedir. ABD’nin Ankara büyük elçisi ve Suriye temsilcisi Tom Barrack’ın ‘Ortadoğu diye bir şey yok; aşiretler ve köyler var’ demesi de Arap ve Kürtlerin kadim kültürünün günümüzdeki etkisine göndermedir.

Kürtler ile Türklerin bin yıla yakın birlikteliğinin sağladığı karşılıklı etkileşme cihetinden konuya bakıldığında, sağcı ve dindar Türkler ile sağcı ve dindar Kürtlerin, solcu ve liberal Türkler ile solcu ve ulusalcı Kürtlerin devlet anlayışının ve devlete karşı tutumunun benzeştiği ve birbirine yakınlaştığı söylenebilir.

Bu değerlendirmelerden sonra inkılâbî hareketlerin neden başarılı olamadığını sorarsak cevaben derim ki, devleti tanrı gibi kutsal gören ve tanrının emirlerine dayanarak devlete karşı çıkmayı tasavvur dahi edemeyen bir toplumla devlete isyan edebilen ama devletleşmeyi sevmeyen ve başaramayan bir toplumun imtizacından oluşmuş Türkiye toplumunda devrimci bir hareket geniş taban bulamaz ve kitleselleşemez, marjinal kalır ve devletle yüzleştiğinde yenilir. Çünkü Türk kültürü içinde oluşan İslami hareketlerdeki devlet karşıtlığının sınırları, devletin işaretlediği sınırlarla sınırlı kalır. Kürt kültürü içinde oluşan İslami hareketlerdeki devlet karşıtlığının sınırları devletin belirlediği sınırları aşar ama sınırları aştıktan sonra kendi kültürel kodlarının sınırları içinde kalır.

Türkler ile Kürtlerin kültürleri hakkında söylediklerim, tenkit veya temcid (güzelleme) babından olmayıp sosyolojik dokumuzu, kültürel kodlarımızı, tarihsel müktesebatımızı anlama çabası sonucundaki değerlendirmelerimdir. Biz, buyuz ve bu evsaftaki bir toplumdan hedefe ulaşacak kadar geniş tabanlı inkılabi bir hareket çıkmaz düşüncesindeyim. Muhaldir, imkansızdır demiyorum, her iki topluluktaki baskın kültür değişmeden bunun gerçekleşmesini çok uzak bir ihtimal olarak değerlendiriyorum.

Baskın kültürün değişmesinden söz etmişken son olarak bir hususu daha ifade edeyim. Önümüzdeki elli-yüz yıl içerisinde toplumumuzdaki bu kültürden eser kalmayabilir. Zira beşeriyetin teknolojide yakaladığı hız, bu hızın kültür üzerindeki değiştirici gücü ve kuşaklar arası farkı azaltıcı etkisi bugünkü haliyle veya daha hızlı bir şekilde devam ederse yeni nesillerin, Türklerin de Kürtlerin de kadim kültürlerinin dışında yepyeni bir kültürün temsilcisi ve taşıyıcısı haline gelmesi kuvvetle muhtemeldir.

-Parçası olduğumuz toplumumuzun kültürel özellikleri hakkındaki bu değerlendirmeleriniz sizi bundan sonrası için nasıl bir yöntemi tercih etmeye yöneltiyor veya bu şartlarda cemaat ve fert olarak neler yapılabilir?

Kendi payıma naçizane şunları ifade edebilirim:

Türkiye’deki sosyolojik ve siyasi koşullar dikkate alındığında, İslami camiaların siyasi ve toplumsal hedefler bakımından ıslah  temelinde yani sistemi ve bireyleri salaha yöneltme ve davet etme cihetinde  faaliyet göstermeleri gerekir diye düşünüyorum. Çünkü bizim toplum olarak sahip olduğumuz kültürel müktesebat ıslah mihverli çalışmalara uygun düşmektedir.

Duyarlı Müslüman bireyler için de şunu diyebilirim: Islah kapsamına giren amelleri muslihler yerine getirebileceğinden ötürü muslih olmadan önce salih insan vasfını kazanmak gerekir. Zira salih insanlar ancak ıslah edici muslihler olabilirler.

-Kürtlerin bugün içinde bulunduğu siyasi tavır ve tasavvurlarını geçmiş Arap ve Kürt tarihlerindeki yaşanmışlıklara benzettiniz. Ancak Araplar İslam’dan sonra iki büyük imparatorluk kurdu ve bugün de 22 devlete sahipler. Anlaşılan Araplar ile Kürtler benzer tarihe sahipler peki neden İslam’dan sonraki dönemde Araplar’ın siyasi tarihi Kürtler’in siyasi tarihinden ayrıştı?

Arapların İslam sonrası dönemde Emevi ve Abbasi Devletleri’ni kurabilmeleri, İslam’ın Arabistan’da zuhuruyla ve İslam’ın ilk önce Peygamber (s.a.v.) zamanında Arabistan’da devlete dönüşmesiyle açıklanabilir. Emeviler’den önce güçlü bir hilafet devleti bulunmaktaydı. İslam’ın Araplara bahşettiği nimete rağmen Araplar geçmiş kültürlerinden tamamen arınamadılar. Zira Abbasiler’den sonra bir daha tarihteki gibi bir başarıyı yakalayamadılar. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da savaşın galibi güçler, Arapların İslam öncesi kültürlerine uygun düşecek bir şekilde Arap dünyasını yamalı bohça haline getirerek her bir şeyhliğe bir krallık verdi. Bu taksim üzerinden yüz yıl geçmesine rağmen Arap dünyası yekvücut olamadığı gibi her bir devletin kendi içindeki çatışmalar da devam ediyor. Irak, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya, Sudan, Somali ve Cezayir kendi içinde korkunç çatışmalar yaşadı ve birçoğunda iç kargaşa devam etmektedir. Bu iç kargaşa hâli (fevza), İslam öncesi kültürden bağımsız değerlendirilemez. Öte yandan üç yüz milyona yakın nüfusa ve sözde yirmi iki devlete sahip olmalarına rağmen Arap ve İslam dünyasının küçücük bir parçası olan Gazze’nin paramparça edilmesi karşısında hiçbir şey yapmıyor veya yapamıyor olmalarında da siyasi bedevilik kültürünün önemli ölçüde rol oynadığı kanaatindeyim. Araplar 22 devlete sahiptir ama dünya siyasetindeki özgül ağırlıkları yerlerde sürünmektedir.

-İnkılâbî Hareketler neden kendini yenileyemedi kısmı ile ilgili neler söylemek istersiniz? Acaba nasıl kendilerini yenileyeceklerini mi bilemediler yoksa yenilenince eldeki müktesebatlarının çökeceğinden mi korktular?

Yenilenmek, gerçeklerle yüzleşmeyi ve öz eleştiriyi gerektirir, geçmişten bugüne ısrarla savunulan düşünce ve stratejilerin gözden geçirilmesini ve yenilenmesini icap ettirir lakin bu yenilenme çabasının geçmişi ret anlamını taşıyabileceği ve geleceğe dair güvensizlik oluşturabileceği endişesiyle var olanı sorgulamaktan kaçınılır, var olanın yerine neyin konacağı kısmındaki yeni tartışmalar, değerlendirmeler ve belirsizlikler de var olanı sorgulamayı zorlaştırır. İyi-kötü var olan bir şey vardır, onu yeni bir şeyle değiştirmek bedel istediği için insana biraz zor ve ürkütücü gelir. İnsanın daima muhafazakar bir yanı bulunur ve muhafaza etmek, yenilenmeye ağır basar ama evrenin ve hayatın her an yenilenme halinde bir dinamizm içinde olduğu dikkate alınırsa değişimin doğal ve gerekli olduğu, geçmişi dışlama anlamına gelmediği, geçmişteki hataları tashih veya değişen koşullara binaen geçmişi tecdit anlamına geldiği sonucuna ulaşılır ve bu sonuç, bize yenilenme konusunda cesaret verebilir.

( Devam edecek. )

Röportaj:Osman Sevim - islamdusuncesi.org.tr

 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.