1. YAZARLAR

  2. Vahap Coşkun

  3. Ölmeyesen Sırrı Ölmeyesen!
Vahap Coşkun

Vahap Coşkun

Ölmeyesen Sırrı Ölmeyesen!

A+A-

Feleğin sillesini yemiş insanlardan biriydi Sırrı Abi. Daha el kadar bir çocukken babasını yitirmişti. Üç kardeşi ve annesiyle birlikte yoksulluğun ve yoksunluğun en acısına ve en ağırına erken yaşlardan itibaren maruz kalmıştı. Yetimlik, kimliğinin asli unsuruydu. 9-10 yaşlarındayken bir ödevden ötürü kendisini döven öğretmenine, yaşlı dedesinin dermansız kalmış ayaklarını zar zor sürüyerek ve bastonuna dayanarak gösterdiği hiddetli tepkiyi kulağından çıkarmadığı bir küpe yapmıştı: 

“Utanmıyor musun, bir yetime el kaldırmaya! Bir yetimi dövenin, haşa, Peygamber Efendimizi dövmüş gibi olduğunu bilmez misin be adam?”

O günden sonra onun için yetimin -siz bunu, fakirin, ezilmişin, dara düşenin, herhangi bir sebeple hali müşkül olanın diye okuyun- yanında durmak, hayatına yön veren sarsılmaz bir ilke olmuştu. 

Kaderin işi garip! Bir yanıyla derin bir fukaralığa mahkûm edip ona gün yüzü göstermemişti. Lakin bir diğer yanıyla da, ayrı dünyaları aynı anda tanımasını sağlayarak, ona el vermişti. Baba tarafından devrimci, anne tarafından Nurcu bir ailenin mensubuydu. Yakınındaki devrimcilerin de Nurcuların da kendi akidelerine bağlılıkları sağlamdı. Müesses nizamın gözünde her iki cenah da makbul değildi; ama onun nezdinde onlar özleri ile sözleri bir olan “dünya tatlısı” insanlardı.  

Hayat gailesi onu zorlu bir serüvene zorladı; ekmek parasını kazanmak için çalmadığı kapı kalmadı. Lastikçilikten senaristliğe, fotoğrafçılıktan yönetmenliğe, kamyon şoförlüğünden köşe yazarlığına, hatta geçici imamlıktan oyunculuğa kadar her işi yaptı. Her dem gaye tekti; ele güne muhtaç düşmemek, dosta düşmana mahcup olmamak, şartlar ne denli müşkül olursa olsun adını temiz tutmaktı. Hayatın ancak böyle bir manası olabilirdi.    

Hikâye Anlatıcısı 

Az zamanda birbirine zıt çok sayıda dünyaya tanık olmak, ayrı mahallelere girmek ve farklı işlerle meşgul olmak ona birçok haslet kazandırdı. Evvela, muazzam bir hikâye anlatıcısı oldu. Şahsen tanıdığım en müthiş hikâye anlatıcılarından biriydi. Mevzu ne olursa olsun, onun o mevzuu muhataplarına anlaşılır kılan bir hikâyesi, bir hatırası, bir anekdotu mutlaka olurdu. Hem de öyle lalettayin, her yerde rast gelebileceğiniz sıradan hikâyeler de değildi bunlar. Hep orijinal öyküler bulurdu; meseleyi bam telinden yakalar ve en karmaşık konuyu dahi açık seçik hale getirirdi. 

Hoşsohbetti, yanındayken sıkılmazdınız. Anlattıklarıyla sizi yormazdı; aksine sohbet biraz daha devam etsin diye duacı olurdunuz. Çünkü evet, engin bir kültürü ve bilgisi vardı ama bu bilgisi ve kültürüyle sizi dövmeye kalkmazdı. Malumatfuruşluk yapmaz, bilgiçlik taslamaz, üst perdeden konuşmaz ve biz ölümlülerin erişemeyeceği yüce katlardan seslenmezdi. Aksine daima göz hizasında durur, heybesindeki sizle paylaşır ve sizi muhabbetin içine katardı. Siz fakında olmadan muhabbet alır başını giderdi ve bazen neşesine bazen üzüntüsüne ortak olurdunuz; bazen gülümseyerek bir türkü tutturur bazen derin düşüncelere gark olurdunuz. Ama hangisi olursa olsun, o anın sahiciliğinden şüphe etmezdiniz.  

Kendisine benzemeyene açık zihni, değişik tınılarla beslenen kulağı ve bambaşka manzaralara değen gözleri, onun farklı sokaklarla hemhal olmasını sağladı. Hemen her sokağı tanıdı, hususiyetlerine ve hassasiyetlerine vakıf oldu. “Kargadan başka kuş tanımam” diyenlerden değildi; o, başka dünyalara kör ve başka seslere sağır kalanlardan olmadı. Herhangi bir nedenle birileriyle bir münasebete girmesi gerektiğinde ya da onları ikna zarureti hâsıl olduğunda, onlarla onların anlayacağı bir lisanla hasbıhal etti. Gerektiğinde ayet okudu, gerektiğinde Marx’tan alıntı yaptı; kimi vakit tarihi şahit tuttu, kimi vakit edebiyatın büyüsüne sığındı vs.

“Ölüm Hariç Auschwitz’e Rahmet Okutan Mamak”  

Onu hikâye anlatıcılığında eşsiz bir konuma oturtan, hikâyelerini birçok vasıtayla aktarabilecek kadar mahir olmasıydı. Halisinden bir kalem erbabıydı. Bir zamanların güzelim Radikal’indeki köşe yazılarının tadı hâlâ damağımda. Yakın bir tarihte peşi sıra vefat eden Kahtalı Mıçê ve Volkan Konak’ın ardından kaleme aldığı veda yazılarını okuduktan sonra bir süre kendime gelememiştim. Bir dostluğu bu kadar samimi anlatmak, duyduğu üzüntüyü, hüznü ve özlemi okurlarında iliklerine kadar hissettirmek çok az babayiğidin harcı olabilirdi. 

Bir kelam üstadıydı. Şiir okur, öykülere dalar, anıları yâd eder, fıkralar anlatır ve bunların hepsinin üstesinden hakkıyla gelirdi. Mizah, onun dilinde sihirli bir güce kavuşurdu. O mizaha müracaat ederken kırıp dökmez, karşıdakinin şahsiyet haklarına taarruz etmez, meseleyi de hafifletmezdi. Meramını eksiksiz dile döker ama bunu yaparken kaşları kaldırmaktansa yüzlere bir tebessümün oturtmayı tercih ederdi. 

Salt yazmakta ve konuşmakta değil, kamera arkasında da ustaydı. Beynelmilel, benim en sevdiğim filmler arasında yer alır. 12 Eylül cinnetini, politik sloganlara boğulmadan bu derece hayatın içinden resmedebilmek bir başka seviye. Sanırım bu, o vahşete bizzat vakıf olmak kadar derdi olmakla da ilgili. O, meseleye hem vakıftı, zira ömrünün baharında “ölüm hariç Auschwitz’e rahmet okutan Mamak’ta” kalmıştı hem de dertliydi. Bu devasa kötülüğü, bağırıp çağırmadan ve büyük harflere ihtiyaç duymadan anlatmayı, göstermeyi istiyordu.   

Evet, başına birçok kötülük geldi ama bu kötülükler onu ne öç almaya sevk etti ne de doğru bildiği yoldan çıkarttı. İntikamın soğuğuna da sıcağına da prim vermedi. En zayıf olduğu an ya da en güçlü olduğu an, birinin ondan helallik istediği andı. “Helalleşme konusunda çok dayanıksız” idi; helallik dileyen herkese karşı ağzından “Helali hoş olsun”dan başka laf çıkmadı. Helallik isteyene boynu kıldan inceydi. 

“Hapishaneler de Memlekettendir”

Doğru bildiği yoldan da şaşmadı. 2013-2015 yılları arasındaki çözüm sürecinde söylediklerinden ötürü cezaevine kondu. Yapılan gayrihukuki ve gayriahlakiydi. Ancak buna rağmen 2024’te barış için yeni bir imkân doğduğunda hemen kolları sıvadı. Geçmişte kendisine yapılan hukuksuzluğu sorun etmedi, Allah göstermesin süreç bir kere daha duvara toslarsa çorabın tekrar onun ve onun gibilerinin başına örüleceği yollu uyarılara kulaklarını tıkadı. Doğru olan barıştı; hayatını adadığı bu doğru için gözünü daldan budaktan esirgemesi düşünülemezdi. Olur da yeniden bir bedel ödenmesi icap ederse, bu bedel ödenirdi. Ne de olsa “Hapishaneler de memleketten” idi.      

Sırrı Abi, başında siyasetçi şapkası da taşıyordu. Ancak o klasik bir siyasetçi değildi. Siyaseti zarif bir şekilde icra etti ve bu faaliyete daha önce benzerlerine tesadüf etmediğimiz zengin bir tat kattı. Bunun için tek bir partiyle özdeşleştirilmedi; belli bir siyasetin ötesine geçen bir aktör oldu. Herkesi sarıp sarmalayan samimiyeti ve sahiciliğinden ötürü siyaseten birbirlerinden çok farklı yerlerde duran insanlar bile bir noktada kendilerini onunla bir gördüler, görebildiler. İdeolojileri, hayat tarzları ve dünyaya bakışları arasında dağlar kadar fark olanlar, onunla kendileri arasında ünsiyet kurdular, kurabildiler. O nedenle, bir Kardeş Türküler konserinde arkasında cümbüş çaldığı Dilber Ay’ın yürekten gelen “Ölmeyesen Sırrı ölmeyesen” deyişi, bu ülkenin insanlarının büyük bir kısmının ortak bir dileğine dönüştü. 

Nitekim Türkiye, birbiriyle tevil edilmeyecek oranda farklı kimlikleri temsil edenlerin hastanede onu ziyaret ettiğini ve akabinde cenazesine katıldığını gördü. O, sağlığında olduğu gibi hastalığında ve vefatında da asla yan yana geleceklerine ihtimal verilmeyenleri bir araya getirebildi. 

Dolayısıyla sadece yaşarken değil bu dünyaya veda ederken de, bu ülkenin uzlaşmasına ve barışmasına büyük bir katkıda bulundu. Sırrı Süreyya, bu memlekete borcunu fazlasıyla ödedi. Memleket ise ona olan borcunu, ancak onun yarıda kalan işini tamamladığında, yani kâmil bir barışa vardığında ödemiş sayılacak. 

Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.

Önceki ve Sonraki Yazılar