Filistin Meselesi ve Şeriat
Türk, Arap ve diğer ülke aydınlarının zihni berrak değil. Varlığa Aydınlanma’nın genel perspektifinden baktıklarından, tamamen bir tasarım ve zihni bir inşa olarak iki ayrı kategorik alana ayrılmış dünyanın sınırları birbirine karışmakta, bundan da karmaşık, bulanık yapılar türemektedir. Bu yapılar üzerinde kurulmuş bütün söylemler sahtedir ve sahte oldukları oranda hiçbir şeyi açıklama gücüne sahip değildirler.
Tevhid, parçalanmayı kabul etmez, aşırı sayılabilecek tasavvufi yorumlar dahi eninde sonunda vardıkları alem tasavvuru “Kesrette vahdet”tir.
Parçaların Bütün’e aidiyeti, sanıldığının aksine salt spekülatif veya felsefi bir konu değildir. Aksi iddia edildiğinde özünde zihnin varlık tasavvuruna ilişkin bir krizine işaret eder; bu yüzden hangi olaya uygulanırsa uygulansın, bize sadece sahte ve yanıltıcı kanaatler kazandırır.
Dramatik olan şu ki, laik-seküler eğitimden geçmiş aydınlar yanında müslüman aydınlar da benzer bir zihni tutum, başka bir ifadeyle zihni yanılgı içindedirler. Bir ara muhafazakar bir televizyon kanalında (Kanal 7) “İskele Sancak Programı”nda ele alınan “Filistin sorunu” bunun tipik bir örneğiydi. Neredeyse katılımcıların üzerinde ittifak ettiği sahte söylem “sorunun öncelikle dini mi, yoksa siyasi mi” olduğu yönünde şizofrenik bir soruya verilen cevaba dayandırıldı. Temelsiz cevaptan hareketle türetilen sahte söylem şöyle şekillendi: “Her ne kadar sorun ‘dini’ gibi görünüyorsa da, gerçekte ‘siyasi’dir. Din ve Şeriat bu olayda tarafların yürüttüğü bir siyaset aracı olarak kullanılmaktadır.” Daha ilk dakikalardan itibaren programın perşembesi çarşambasından belli olmuştu, hüküm cümlesi şuydu: “Filistin sorununu, din ve dini gruplar kilitliyor, içinden çıkılamaz hale getiriyorlar.”
Katılımcılar demek istiyorlardı ki, dini Filistin meselesine karıştırmamak lazım, sorun siyasidir, siyaset zemininde ve siyasilerce çözülebilir ancak İkiz Kulelere düzenlenen 11 Eylül saldırısından sonra halkta belli bir sempati toplayan El Cezire televizyonunun Türkiye temsilcisi (Yusuf Şerif), 8 yıllık Türkiye deneyiminden sonra “laik olmayan bir demokrasinin mümkün olmadığını” öğrendiğini söyledi. “Aydınlanmış bir Ortadoğulu aydın” kimliğiyle verdiği örnekler harikaydı (!), şöyi diyordu: “Suudi Arabistan’ı ele alalım. Diyelim ki bu ülkede çok partili hayata geçildi, düzenli olarak seçimler yapılıyor. Tamam ama ortada Şeriat oldukça bu ülkede demokrasiden söz edilebilir mi?” Bu aydınlanmış Arap aydını, demokratik bir rejim için gerekli şart olan çok partili hayat ve periyodik seçimlerin olduğu bir ülkede Şeriat’ın bir demokrasiye hangi noktalardan engel teşkil ettiğine dair somut bir örnek verseydi ve mesela bazı düşüncelerin dile getirilmesinin yasak olduğu, resmi ideolojinin eleştiri dışında tutulduğu Türkiye demokrasisi arasında bir mukayese de yapsaydı, söyledikleri çok daha açıklayıcı olabilirdi, öyle yapmadı, diğerleri gibi bir ezberi tekrar edip durdu.
Hukuki davalarda olduğu gibi entelektüel ve politik konularda da “iddia müddeiye aittir.” Kim hangi iddiayı ortaya atıyorsa, bunu inandırıcı ve somut deliller eşliğinde kanıtlaması beklenir. Yıllardan beri İslam dini ve Şeriat’ın, “toplumsal gelişme”ye ve demokratikleşmeye engel olduğu tezi iddia edilir; ama bu iddiayı öne sürenlerden hiç biri tatmin edici biçimde bizi ikna etmiş değil. Tam aksine deneysel olarak ortaya çıktığı üzere, İslam dünyasında demokrasiyi engelleyen ana faktörler dünya sisteminin bölge içim öngördüğü statüko, İsrail’in ve baskıcı rejimlerin bu yönde örtüşen çıkar ilişkileri, bölgeye ilişkin politik-jeo stratejik hesaplardır. Bundan hareketle denebilir ki, İslam dünyasının liberalleri, milliyetçileri ve sol aydınları kaçınılmaz olarak “İslami tehdit”e karşı zihinsel bir işlemden geçirildiklerinden, monarşik-otokrat baskıcı rejimlerin ve demokrasiden korkan statükonun yanında yer almaktadırlar.
Bugün adına “İslami tehdit” denen şey, demokratikleşmeyi ve özgürleşmeyi temsil eden akımların hareket noktası haline gelmiş bulunmaktadır. Cezayir’de İslami Selameti, Mısır’da İhvanu’l Müslimin’i, Filistin’de Hamas’ı, Tunus’ta Nahda’yı engelleyen İslam dini veya Müslümanlar mıydı, yoksa küresel aktörlerin zorbalıkları mı?
Zorba/müstekbir güçlerin kulaklarına fısıldadığı aydınlar, “bir dinin” ve onun öngördüğü Şeriat”ın Filistin meselesinde hangi ciddi boyutlarda engelleyici ve çatışmaları derinleştirici rol oynadığuna dair çok şeyler söylüyorlar, ne var ki söylediklerinin tamamı içi boş reotirkler, zihinlere enjekte edilen ezberlerdir. İçi boş söylemler, temelsiz ezberlerden hareket edenler kolayca “kutsal”ın ve”din”in aradan çıkarılması sonucu üzerinde ittifak edebiliyorlar; salt dinin bazı durumlarda barışın önünde engelleyici rol oynadığı görmezlikten gelinemez fakat bütün örnekleri Yahudi Şeriatı’na dayandırmak mümkün; İslam Şeriatı’dan tek bir örnek zikretmek mümkün değildir. Bilim, medya ve başka mecralar dolayısıyla blokaj altında özgürce faaliyet göstermeyen zihinlere göre garip bir şekilde süren çatışma ve derinleşen krizden sadece İslam Şeriatı’nı ve Müslümanları, daha ilerisi toprakları işgal edilen ve bugün topraklarından tehcir ettirilen mazlum Filistinlileri sorumlu tutuyorlar.
Hakikati örtbas eden bu propogandanın kritik edilmesi lazım.