Mazereti Olanlar
Yüce Allah hiçbir kula, gücünün üstünde yük ve sorumluluk yüklemez (2/Bakara, 286). Cihat Allah’ın emridir, terkedildiğinde müslümanları zillete düşürür. Bunu önceki yazılarımızda geniş olarak gördük. Bu yazıda ele alacağımız konu, gerçekten mazereti olanlar ile gerçek bir mazereti olmadığı halde savaştan geri kalanlar hakkında olacaktır. Tevbe Suresi bu konuyu etraflıca ele almaktadır:
“90. Bedevilerden özür belirtenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah’a ve elçisine yalan söyleyenler de oturup kaldı. Onlardan inkâr edenlere pek acı bir azap isabet edecektir. 91. Allah’a ve elçisine karşı ‘içten bağlı kalıp hayra çağıranlar’ oldukları sürece, güçsüz-zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. 92. Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur. 93. Yol, ancak o kimseler aleyhinedir ki, zengin oldukları hâlde (savaşa çıkmamak için) senden izin isterler ve bunlar geride kalanlarla birlikte olmayı seçerler. Allah, onların kalplerini mühürlemiştir. Bundan dolayı onlar, bilmezler. 94. Onlara geri döndüğünüzde size özür belirttiler. De ki: “Özür belirtmeyiniz, size kesin olarak inanmıyoruz. Allah bize, durumunuzu haber vermiştir. Yaptıklarınızı Allah görecektir, O’nun elçisi de. Sonra gaybı da, müşahede edileni de bilen’e döndürüleceksiniz ve O, yaptıklarınızı size haber verecektir.” 95. Onlara geri döndüğünüzde kendilerinden vazgeçmeniz için Allah’a and içecekler. Artık siz onlara sırt çevirin. Onlar gerçekten pistirler. Kazanmakta olduklarının bir cezası olarak, barınma yerleri cehennemdir. 96. Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile şüphesiz Allah, fasıklar topluluğundan hoşnut olmaz.” (9/Tevbe, 90-96)
Bu ayet kümesinin genellikle Bizans Hıristiyanlarına bağlı Gassanlılarla yapılan Tebük seferiyle (h. 9, m. 630) ilgili indirildiği kabul edilir. Kapsamlı bir seferberlik olarak planlanan Tebük seferine üç grup insan katılmadı:
a) Yalan yere özür beyan edenler. “Muazzirun” olarak gelen özür beyan etme fiili “mufailun” kalıbından herhangi bir gerçeklik temeli olmayan, yalan özür beyanı demektir.
b) Hiçbir mazeretleri olmadığı halde savaşa katılmayıp özür beyan etme lüzumunu da hissetmeyenler. Kurtubi, “Allah’a ve elçisine yalan söyleyip oturanlar”ın bu grup olduğunu belirtiyor.
c) Geçerli yani meşru mazeretleri olanlar.
İlk grupta yer alanlar (Medine çevresinden Esed, Gatafan ve Gıfar kabileleri gibi) ya henüz imanın içlerinde kök salmadığı kimseler veya münafık dahi olsa özür beyan etme lüzumunu hissedip hiç değilse zevahiri kurtarmak isteyenlerdir. İkinci grupta olanlar ise doğrudan Allah’a ve elçisine tavır alış içindedirler, onlar için çetin bir azap hazırlanmıştır. Bu ayet, Tebük seferine hayli kapsamlı bir hazırlık yapıldığını göstermektedir. Hazırlık aşaması, insanların samimiyet ve bağlılıklarının da göstergesi olmuş, sınanmalarının vesilesi olmuştur.
Üçüncü grup içinde olanlar geçerli mazereti olanlardır. Bunları kimse kınayamaz, suçlayamaz, ayıplayamaz. Çünkü genel kural olarak şanı yüce Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez (2/Bakara, 186); gözleri görmeyene, topala veya hastaya görevlerini yerine getiremediği için günah yoktur (48/Fetih, 17). Bu gibi kimseler samimidir, görevlerini yerine getiremedikleri, cihada çıkamadıkları için üzüntü içendedirler. Bunlarla ilgili Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Medine’de öyle kimseleri bıraktınız ki, siz ne kadar yol aldıysanız, neyi harcadıysanız, kaç vadiyi katettiyseniz, onlar da sizinle birliktedir.” (Buhari, Cihad, 35; Müslim, İmare, 159).
Bizim “Allah’a ve elçisine karşı ‘içten bağlı kalıp hayra çağıranlar’ oldukları” şeklinde çevirdiğimiz “nush” kelimesinden iki anlam çıkarılmıştır: İlki tutum ve davranışlarında, özür beyanlarında samimiyet, ihlas ve dürüstlük içinde olmaları; diğeri geride kaldıkları yerde insanları hayra çağırma, onlara öğüt verme, belki eğitme görevlerini yerine getirmeleri. “Nasuh tevbe” de buradan geliştirilmiştir. Bir şeyin nasuh olması, arı-duru, temiz, halis, saf olması demektir. Nasihat süzme bal demektir, geriye ne kalmışsa faydalıdır, şifadır, haz verici lezzettir. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Din nasihattir” buyurup bunu üç defa tekrar etmiştir: “Allah’a, Kitabına, elçisine, yöneticilere ve hepsine karşı nasihat!” (Buhari, İman, 42; Müslim, İman, 95).
İnsanın “Allah’a karşı nasuh olması” ihlaslı ve dürüst olması demektir. Tam bir sadakat ve dürüstlükle ilahi emirleri yerine getirir, Yaratıcısının iradesine boyun eğer. “Kitabına karşı nasuh olması”, vahyedilmiş Kur’an’ı okuyup anlaması, hükümlerine saygı göstermesi, hayatını onun aydınlattığı yolda kurup yaşamasıdır. Hem Kur’an’ı Allah tarafından vahyedilmiş kitap kabul edip, hem okumamak, üzerinde tefekkür etmemek, anlamından ve hayat prensiplerinden uzak yaşamak samimiyet ve dürüstlük değildir. “Peygamberine karşı nasuh olmak” Sünneti’ne tabi olmak, Sireti’ni bilmek, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber’i örnek almak, onun ahlakıyla ahlaklanmak, onu sevmek, ismi geçtiği zaman salavat getirmek. “Yöneticilere karşı nasuh olmak”, meşru emirlerine itaat etmek, hukuku ihlal etmedikleri müddetçe onlara yardımcı olmak, gerektiğinde onları uyarmak, takip ettikleri politikaları eğer yanlış yani hukuka aykırıysa cesaretle eleştirmektir. “Hepsine karşı nasuh olmak” düşmanlık etmemek, onlara buğzetmemek, ötekileştirmemek, hak ve hukuklarını korumak, yardımlarına koşmak ve bütün bunları ihlasla ve dürüstlükle bir görev bilinciyle yerine getirmeye çalışmaktır.
Geçerli mazeretleri dolayısıyla savaşa katılmayanlar dürüst insanlardır, bu yüzden onlara herhangi bir sorumluluk terettüp etmemiştir, kimse onların aleyhinde yol aramaya kalkışmaz, kalkışmamalıdır. Nihayet bağışlayan, esirgeyen Allah’tır. Geride kalıp yaptıkları dolayısıyla da ecir kazanmışlardır. Bazı bilginlere göre bunlar cephe gerisinde de istihdam edilebilirler.
Bir grup da gelip Hz. Peygamber’den sefere katılmak üzere kendilerine binek tahsis edilmesini talep etmişlerdir. Bunların kim olduğu konusunda farklı rivayetler vardır. Onlara bu imkân temin edilemediği için öylesine hüzünlenmişlerdir ki, gözlerinden yaşlar boşanmış, uzun süre ağlayıp durmuşlardır ki, bundan dolayı çok ağlayanlar manasında “Bekkâun” denmiştir.
İnsanlar çeşit çeşittir. Hiçbir mazereti olmadığı halde savaşa katılmayan kaçkınlar olduğu gibi, imkân bulamayıp savaşa katılmadığı için kendini harap edercesine ağlayanlar da var. Demek ki insanlar madenler gibidir, kiminin cevheri saf altın, kiminin ki teneke hükmündedir.
Ayıplanacak, suçlanacak kimseler mazeretsiz olarak savaştan kaçanlardır. Bunların kalpleri mühürlenmiştir (9/87), doğru dürüst düşünemiyorlar, geçici dünya zevkleri kalplerinin üstünde kalın pas tabakaları tutturduğu için hakikati bilmiyorlar, cihadla elde edilen nimet ve ihsanları göremiyorlar. Söz konusu tutumları dolayısıyla beyan ettikleri özür kabul edilmez. Samimi değildirler, saklamaya çalışsalar da Allah onların iç yüzünü açığa çıkarmış, haberlerini Peygamberine bildirmiştir. Ancak kendilerini ıslah edip bundan sonra doğru istikamette ilerleyecek olurlarsa, Allah ve Peygamberi onların yapıp ettiklerini görecektir. Tevbe ve ıslah kapısı bütünüyle kapatılmış değildir. Hangi pozisyonda olursa olsun insan için ıslah olma imkânları vardır. Eninde sonunda son hükmü kendisine dönülecek olan Allah verecektir.
Bu gibiler ıslah oluncaya kadar onlarla ilişkiyi kesmek lazım. Çünkü yaptıkları gerçekten murdar, çirkindir. Tevbe etmedikleri takdirde barınma yerleri cehennem olacaktır. Böylelerinden Müslümanlar hoşnut olmaya devam etse, “Canım bundan ne çıkar, tolere etmek-hoş görmek lazım” deseler bile, bunun bir kıymeti yoktur, çünkü Allah yoldan çıkmış olmaları dolayısıyla onlardan hoşnut değildir.
95 ve 96. ayetler, münker hayat içinde olup da hiçbir şekilde kendini düzeltmeyenlerle gündelik hayat pratiklerinde Müslümanların belli mesafeleri koruyarak yaşamaları gerektiğine işaret etmektedirler. Zorunlu bir takım sosyal, iktisadi, politik ilişkiler onlarla bir arada yaşamayı ve karşılıklı ilişkiler kurmayı gerektiriyorsa da yaptıkları, fasıklık olan hayat tarzları kalben benimsenemez. Gayrımüslimlerle girişelecek her türlü meşru ilişkiye cevaz verilmiştir ama her zaman ve her durumda itikadi mesafeyi korumak şarttır. Bir müslüman erkek, Yahudi veya Hıristiyan bir hanımla da evlenecek olsa, karı koca ilişkisinin bütün gereklerini yerine getirir ama aradaki sevgi ve saygıya rağmen onunla itikadi mesafesini korur.