1. YAZARLAR

  2. Ali Bulaç

  3. Kabul Olunacak Dua
Ali Bulaç

Ali Bulaç

Kabul Olunacak Dua

A+A-

Dualarımızın kabul edilmemesinin sebeplerini araştırırken Allah hakkında suizanda bulunmaktan kaçınmak lazım. Her üç “yakiyn” derecesinde biliriz ki varlık aleminin tamamını kudret elinde tutan şanı yüce Allah’ın

a) Kudreti her şeye yeter (3/Al-i İmran, 189),

b) Dua edenin duasına icabet eder (2/Bakara, 186).

Bu iki hakikati reddetmek veya bunlardan şüpheye düşmek kulun Allah hakkında suizanda bulunmasına yol açar.

Bu iki öncülde bir müşkül yoksa, bu durumda dualarımızın kabulünü veya karşılıksız kalışını başka yerde aramak icap edecektir. Bu konuda Tevbe suresinde 12-16. Ayetler bize ışık tutabilir. Bunlara kısaca bakalım:

14. Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azaplandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü’minler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun. 15. Ve kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. 16. Yoksa siz, içinizden cihat edenleri ve Allah’tan ve Resûl’ünden ve mü’minlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah ‘bilip (ortaya) çıkarmadan’ bırakacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (9/Tevbe, 12-16.)

14. ayet konumuzla ilgilidir: “Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azaplandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü’minler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun.

Önceki ayetler, sarih bir biçimde savaşın hangi meşru gerekçelerle yapılacağına işaret etmektedir. Anlaşmadan sonra anlaşma şartlarının tek taraflı olarak bozulması, İslam dinine karşı hınç, husumet ve kin besleyip bunun pervasızca ve küstahça açığa vurulması; Müslümanların yurtlarından sürülüp göçe zorlanması ve Müslümanlara fiili saldırı yapılması. Sayılan dört sebep savaşın meşru gerekçeleridir. Bu aynı zamanda şu demektir: Kimse salt inancından dolayı veya Müslümanlığı kabul etmedi diye öldürülemez, kılıç zoruyla Müslüman olmaya zorlanamaz.

İki ayette işaret edilen sebepler dolayısıyla açılan savaş bir bakıma düşman toplumunun önderlerine karşı savaş hükmünde sayılır. Bir başka anlamı, düşman toplumun içinde bir grubun, özellikle bazı kişi ve çevrelerin Müslümanlara karşı düşmanlık ve eziyette ileri gidenleri kastedilmiş olabilir. Herkes düşmanlıkta aynı şiddette ileri gitmez, bazıları aşırıya gider, hınç ve düşmanlığını, saldırganlık ve yıkıcılığını ileri boyutlara taşıyabilir.

Savaş açılması, mutlaka savaşın vuku bulması anlamına da gelmeyebilir. Belki birinci hedef, düşmanı söz konusu hasmane tutumdan vazgeçirmek, caydırmaktır: “Belki cayarlar.” Yani Müslümanlara düşmanlık göstermeyi, dil uzatmayı, kışkırtıcılık yapmayı bir kenara bırakırlar. Dil ve nasihatle böylelerinin caydırılması mümkün görünmemektedir, çünkü böyleleri ahitlerine bağlılık göstermeyen, sözlerine, altına imza attıkları anlaşma şartlarına sadakat göstermeyen kimselerdir, bunlar ancak güçten anlarlar.

Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’i yurdundan çıkarmışlardı, onunla Hudeybiye’de 10 yıllığına anlaşma imzaladılar ama yeminlerine/ahidlerine sadık kalmayıp savaştılar. Hicretin 8. yılında Mekke’nin fethi yolunu açan bu olay, anlaşmalara sadakat ahlakı bakımından tarihte her zaman tekrarlanabilecek bir duruma işaret eder. Anlaşma şartlarının çiğnenmesi, saldırganlık savaş sebebidir.

Savaşı gerektiren maddi sebepler ortaya çıkmışsa, Müslümanlara yaraşan Allah yolunda çarpışmalarıdır, savaştan veya cihattan kaçmak haramdır. Ancak korkaklar savaştan kaçar ki, korkaklık Müslümanın vasfı olamaz. Düşman bizim gibi bir insandır, üstün askeri donanımı ve maddi gücü olsa da bize verebileceği zarar sınırlıdır, en çok öldürür, bu bizi şehadet mertebesine yükseltir. Bunun da ecri çok büyüktür. Asıl korkulması gereken Allah’tır, O hak yolda çarpışmaktan kaçanları hem dünyada küçük düşürür, düşmanlarına mağlup eder hem ahirette çetin azaba uğratır. Cihad edenlerle etmeyenler bir değildir (3/Al-i İmran, 142).

Allah’ın yardımını esirgemediği savaşı kazanan Müslümanlar, hakikatte Allah’ın muradını gerçekleştirmiş olurlar. Ayetin açık ifadesiyle yüce Allah, onları Müslümanların elleriyle küçük düşürür, azaplandırır, yenilginin acısını tattırır. Bu şu demektir: Müslümanlar sadece Allah’ın çizdiği meşru çerçevede savaşırlar; talan, yağmacılık, sömürü ve haksız tahakküm kurma amacıyla başkalarının can ve mallarına zarar vermeye kalkışmazlar. Savaşta galip geldiklerinde bunu kendilerinden bilip gurura, kibir ve büyüklenmeye kalkışmazlar. Yardımı yapan Allah’tır, O’nun muradını tahakkuk ettirmişlerdir. Şanı yüce Allah muradını Müslümanların eliyle gerçekleştirdiği için, bu onlar için büyük bir şeref payesi olmuş, yüksek manevi mertebe yerine geçmiştir.

Bundan yakın veya uzak yerlerdeki mü’minler büyük bir sevinç duyarlar. Müslümanlar dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsunlar yekvücut gibidirler. Acıları ve sevinçleri de birdir. Ayetin inişine sebep olan olay Hudeybiye anlaşması gereğince Müslümanlarla birlikte hareket etmeyi kabul eden Huzaa kabilesiyle ilgilidir. Bekiroğulları ise Kureyş’in tarafını tutmuştu ve bir süre sonra anlaşma şartlarına aykırı olarak Huzaaoğullarına saldırıp bazı mensuplarını Harem’de öldürmüşlerdi, Mekkeliler de onlara yardım etmişlerdi. Tarihçilere göre, Hudeybiye anlaşmasının bozulmasına yol açan sebep bu oldu. Tabii ki Mekke’nin fethiyle Müslümanların müşriklere galebe çalması Huzaaoğullarının içini serinletmiş, acılarını yatıştırmış, kalplerine şifa vermişti.

Müslümanlar büyük sıkıntılar çektiler. Sonunda zafere ulaştılar. Belki bu onlara ağır geldi, işkence, boykot, hicret, mücadele, mahrumiyet, gurbet gözlerinde büyüdü. Ama sonunda fetih nasip oldu, büyük nimetlere kavuştular ve belki muhtemelen bu arada içlerinde yaşadıkları tereddütlerden dolayı tövbe ve istiğfar ettiler. Veya sahip oldukları dünya nimetlerinin aslında mahiyetleri itibariyle gözlerinde büyütülecek kadar önemli olmadıklarını hakka’l-yakin anlayıp geçmişteki düşüncelerinden dolayı rucu ettiler. Bazı tefsircilere göre, Mekke fethinden sonra Mekke’nin önde gelen liderleri Müslüman oldu; Ebu Süfyan, İkrime ve Süheyl bin Amr gibi. Eğer yeni dine samimiyetle girmişlerse Allah geçmişte yaptıklarından dolayı onları affetti, tövbelerini kabul etti. Yüce Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Savaş için savaş yapılmaz. Savaşın sebebi haksızlık ve zulmün ortadan kaldırılması, saldırganın engellenmesi, başkalarının topraklarına, mal ve ırzına göz dikenin cezalandırılmasıdır. Din ve vicdan özgürlüğünü sağlamak, insanlara onurlarına yaraşır bir hayat temin etmek gözetilen gayeler arasındadır. Ama her zaman saldırganlar, muhterisler ve mütegallibe zümresi içinde yer alanlar buna izin vermezler. İşte böyle durumlarda savaş gerekir. İnsan bu dünyada kendi başına bırakılmış değildir (75/Kıyame, 36), onu içine alan birtakım ahlaki ve sosyal sorumluluklar vardır. Savaş veya cihadın gayesi, bu sorumlulukları samimiyetle üstlenenleri diğerlerinden ayırmak içindir. Bütün yönelimi Allah, Resûlü ve mü’minlerin dostluğu, yakınlığı olan sadece bu yüksek ahlaki hedefleri gerçekleştirmek için savaşır. Sadece onları sırdaş edinir (Bkz. 3/Âl-i İmran, 118).

Eğer Allah’ın tarihe, olaylara müdahale etmesi için dua ediyorsak, bilmemiz gereken Allah’ın muradının bizim elimizle tahakkuk edeceğidir. Hareket etmeden, tedbir almadan, ilahi sünnetleri bilmeden, bir ve beraber olmadan, düşmana karşı gerekli askeri, lojistik, istihbari, siyasi ve diplomatik hazırlık yapmadan oturduğumuz yerden Müslümanların zaferi için dua etmenin hiçbir faydası yok, yalvarıp yakarmamızın da Allah nezdinde bir karşılığı yok. Somut örnek Gazze’dir: Gece gündüz İsrail katliam yapıyor, milyonlarca Müslüman herhangi pratik bir fiil yapmadan Gazzeliler için dua ediyor ama bunun Gazzelilere bir faydası olmuyor, İsrail’in katliamlarını durduramıyor.

Ne zamanki Allah’ın muradını amellerimizle, ellerimizle tahakkuk ettirmeye karar verip ayağa kalksak dualarımız kabul olunacak, Allah’ın yardımı gelecektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar