1. HABERLER

  2. EDEBİYAT DEFTERİ

  3. MAKALELER

  4. İskilipli İsmail Hoca!
İskilipli İsmail Hoca!

İskilipli İsmail Hoca!

12 Mart 1971’de İsmail Beşikçi’yi, “eşkıya künyelerini” karıştırıyor diye üniversiteden alıp Diyarbekir Hapishanesine tıktıklarında, o yılın eylül ayında ben ilkokula başladım. “Sarışın” bir Türk’tü, DDKO sanıkları “karaşın” Kürtlerle aynı suçu işlediği i

A+A-

Muhsin KIZILKAYA - Haberturk

Attila İlhan şiirlerinden firar etmiş pis bir yağmur yağıyordu şehre. Herkes sığınacak bir yer arıyordu. Cesaret edip atamadım kendimi sokağa. Gerisin geri girdim kaldığım yere. Kuruldum bir masaya, bir çay daha söyledim, açtım bilgisayarımı önüme.

Akşam, bir dost sofrasında en çok ondandan bahsetmiştik. Herkes bir anısını anlatmıştı. Bir insanla hemen hemen herkesin bir anısı olması ne muhteşem şey! Daha muhteşemi, onunla ilgili hiç kimsenin ama hiç kimsenin, yağmurun bile bir kem söz söylememesidir; en muarızları bile… Ona dair söz alan herkesin, onu anlatmadan önce dudaklarına sevecen bir gülümseme yerleşir, belli ki güzel bir şey anlatacak. Birisi de adama dair kötü bir şey söylesin yahu; yok! Biri de hilesini hurdasını, bir aykırı davranışını, keleğini, ihanetini, kibrini, bencilliğini, hodbinliğini dillendirsin; yok! Oysa bizde adet böyle değildir. Bir yemek masasında, bir dost meclisinde, bir yarenlik anında üç beş kişi varsa, mutlaka o sırada orada bulunmayan birileri çekiştirilir, orada olanlar da birbirini pohpohlar. Birisi de masadan kalkmaya görsün, geride kalanlar başlar gidenin üstünde tepinmeye, herifin muhterisliğini mi ararsınız, beş para etmezliğini mi artık kimin ağzına hangi kelime gelirse…

Bir tek İsmail Beşikçi bütün bundan muaftır. Orda değilse de oradaysa da veya biraz önce masadan kalktıysa da arkasında hiç kimse incitici, kırıcı, kötü bir laf söylemez. Bulduğu açığını kendi açığını kapatmada “pine” olarak kullanmaz. Kimse onun için mesela para göz veya cimri, kibirli veya dalkavuk, kendi çıkarını düşünen veya burnu havada demez. Kimse onun için olumsuz bir şey söylemez. Söylerse eğer hiç kimseyi inandıramaz.

Cümle günahlarımızdan, suçlarımızdan, sakatlıklarımızdan, ihtiraslarımızdan, hırslarımızdan, kifayetsizliğimizden azade tek bir insan vardır memleketin entelektüel mahfillerde; o da İsmail Beşikçi’dir bence. Şeyh olsaydı bir dergâhta, uçması için müride ihtiyaç duymazdı; o derece...

*

Dostu, muhafızı, destekçisi, varını yoğunu onu biraz daha rahat yaşatmak için harcamaktan geri durmamış, her anında, hapishanede olsun dışarıda olsun yanında durmuş en yakını İbrahim Gürbüz’e telefon etti sofrada bulunan arkadaşımız Ahmet Güneştekin; telefonun sesini de dışarıya verdi. Gürbüz’den aldık; 1960’ların ikinci yarısında, bir doktora öğrencisiyken içtimaiyatlarına dair malumat toplamak üzere aralarına karıştığı, dilini bilmez gariban Kürt köylüsünün ona taktığı isimle “Sari Xoce”nin tedavisine dair haberleri. Bu yazıyı yazarken Gürbüz’ün söylediğine göre durumu kötü değildi, beynine kan yayılmıştı ama insanları tanıyordu, gülümsüyordu, ağzından bazı kelimeleri çıkıyordu, Hoca’nın dirençli olduğunu söyledi Gürbüz, muhakkak ayağa kalkacak! (Yazıyı göndermeden önce son haberlerini “oğlum” dediği hapishane arkadaşı Halit Yalçın’dan aldım, Hoca iyi, böyle giderse yoğun bakımdan normal bir odaya alacaklar bugün yarın.)

*

Yıllar önce, yakın dostları Ümit Fırat ve rahmetli İhsan Aksoy’la birlikte bizim eve bir akşam yemeğine geldiği zamanla, onu son görüşüm olan, geçen haziran ayının sonuna doğru, ortak dostumuz Abdullah Keskin’in evindeki akşam yemeğinde de yaptığı aynı şey, hiç kaçmadı gözümden. Kitap müptelaları veya Tanpınar’ın deyimiyle “mürekkep erbabı” bir mekâna, bir eve bir salona girdiğinde gözleri önce kitapları arar. Varsa eğer orada aradığı şey, önce onların bulunduğu yere doğru gider, asıl mekân sahibi saydığı onlarla selamlaşır, şefkatle bakar, sırtlarında gezdirir gözlerini… O sırada ne arıyorsa artık, çoğunlukla kendisinde olmayan, ona sürpriz yapacak bir kitap arıyordur muhakkak, birisini alır, incelemeye başlar. Bizim evde, böyle bir kitap bulmuştu “Sari Xoce” eve girer girmez uzun bir süre önünde durduğu kitaplıkta… İsveç’te basılmıştı, 12 Mart günlerinde Diyarbekir hapishanesinde birlikte siyasi savunma hazırladıkları, 12 Eylül darbesinden sonra da yine aynı hapishanede kafasını kalasla parçalayarak hamamda öldürdükleri eski dostu Necmettin Büyükkaya’ya dair bir kitaptı bu kitap. O her daim gülen gözleriyle bana bakmış, çok sevdiği bir oyuncağı dükkân vitrininde görüp ona kavuşmak için ebeveynine yalvaran gözlerle bakan bir çocuk edası görmüştüm o bakışta. Kitap sevdalılarının bakışı yabancı değildi bana, “Hocam, alın kitabı, ben tekrar getirtirim, sizin olsun” demiştim, o da vitrinde gördüğü oyuncağa kavuşmuş o çocuk kadar sevinmiş, yemek boyunca kitabı birisi elinden almasın diye dizinin üstünde tutmuş, arada bir kapağını okşamıştı.

Son görüşmemizde de benzer bir sahne yaşadık Hoca’yla. Abdullah Keskin’in evine girer girmez, hemen kitaplığa yaklaşmış, hal hatırdan önce kitapların ahvalini sormuş, bir süre kitaplığın önünde eşelenmiş, ama bu kez gözüne kestirdiği bir kitapla karşılaşmamış olacak ki, gelip koltuğa kurulmuştu. O gece biz orada bulunanlar için talihsiz bir geceydi, çünkü Hoca gelirken işitme cihazını evde unutmuştu, konuştuklarımızı ona duyurmak için var gücümüzle bağırmak zorunda kalmıştık. Yine de çoğu şeyi duymamış, ama yine de mutlaka iyi şeylerden bahsediyoruz diye düşünmüş olacak ki hep o gözleriyle ele verdiği tatlı gülümsemesiyle katılmıştı sohbetimize.

*

12 Mart 1971’de İsmail Beşikçi’yi, “eşkıya künyelerini” karıştırıyor diye üniversiteden alıp Diyarbekir Hapishanesine tıktıklarında, o yılın eylül ayında ben ilkokula başladım. “Sarışın” bir Türk’tü, DDKO sanıkları “karaşın” Kürtlerle aynı suçu işlediği için onlarla aynı koğuşa atmışlardı. Musa Anter oradaydı; Mehdi Zana oradaydı; Necmettin Büyükkaya oradaydı; Edip Karahan oradaydı; Mehmed Uzun henüz bıyıkları terlememiş bir tıfıldı, oradaydı; Feqî Husên Sağnıç ordaydı; Mümtaz Kotan oradaydı; Kemal Burkay oradaydı… Savcı iddianamesinde “Kürtler diye ayrı bir halk olmadığı için ayrıca Kürtçe diye bir dil de yoktur” diyordu. O gencecik münevverler de “hayır Kürtçe diye bir dil var, alfabesi de 33 harftir ve o harfler de aha bunlardır” diye savunma hazırlamışlardı. O savunma, 1977’de aralarında İsmail Beşikçi’nin de yer aldığı münevverlerin kurduğu Komal Yayınları tarafından, Ziya Gökalp’ın “Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler” -ki o kitabın editörü İsmail Beşikçi’dir- kitabıyla birlikte basıldı. Ben de aynı yıl, Kürtçe alfabeyi savcılık iddianamesine karşı yazılmış işte o savunmadan öğrendim.

“Karaşın” Kürtlerin arasında tek “sarışın” Türk’tü o. Kürt Ziya Gökalp’in “Türkçülüğün Esasları”nı yazmış olmasını kimse yadırgamamıştı ama Türk İsmail Beşikçi’nin “Kürtçülüğün Esasları”nı yazmaya kalkmış olması affedilir bir şey değildi. 1990’lı yıllarda herkesin gölgesinden bile korktuğu meşhur Devlet Güvenlik Mahkemeleri savcısı Nuh Mete Yüksel, hatıratında Beşikçi’ye dair şunları yazar:

“İsmail Beşikçi’nin hemen hemen bütün kitapları hakkında dava açtım. Tabii Kürtçülük propagandası yapmaktan. Anlayamadığım bir Çorumlu nasıl bu kadar bölücü olabilir? İsmail Beşikçi’nin takdir ettiğim tarafı da var: Savunmalarında hiç tevil yapmaz. ‘Ben onu demek istememiştim’ gibi bir söz Beşikçi’de yoktur, yazdığını, söylediğini savunur.”

*

1960’lı yılların ortalarında başlayıp 1980’e kadar, Türkiye’nin o en “uzun yılları”nda sol cenahta üç kitap adı, üç efsane olmuş, dolaşmaya çıkmıştı memleketin en uzak yerine bile. Biri Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni”, biri Mümtaz Soysal’ın “Anayasaya Giriş”, öteki de İsmail Beşikçi’nin “Doğu Anadolu’nun Düzeni” kitabıdır. “Düzene” dair o iki kitaptan ben en çok “Sari Xoce”nin kitabını merak etmiştim. Hakkari’de hiç kimsede yoktu. Kitabın ortalıkta olmaması, gizemini gözümde daha da büyütmüştü. Kitap elime geçerse eğer, onu okuduktan sonra “hayatımın değişeceğine” inanmaya başlamıştım. Kim bilir sayfaları arasında ne efsunlu şeyler gizliydi? Kim bilir nasıl bir kitaptı? Kitabı arayıp bulamayınca da onu her geçen gün daha da büyütmüş, gözümde daha kutsal bir yere yerleştirmiştim. Ve günün birinde emelime ulaştım, kitabı elime aldım, okumaya başladım, beklediğim hiçbir şey yoktu. Sosyolojik bir araştırma kitabıydı, bilim diliyle yazılmıştı, istatistiklerle, tablolarla doluydu. Ama kitapta beklediğimi bulamamış olmam beni Hoca’dan uzaklaştırmadı, tam tersine daha çok merak etmeye başladım onu.

*

12 Eylül darbesi gelmeden bir sene önce içeri tıktılar onu. 1987 yılında hapishaneden çıktığında, o zamana kadar yazdığı ne varsa her şeyi okumuş, mektebi bitirmiş, Güneş gazetesinde gazeteciliğe başlamıştım. Kendisiyle şahsen tanışmam da bu yıllara rastlar. Ankara’da, daha sonra benim ilk kitabımı basan Yurt Yayınları’nın bürosunda… Ankara sokaklarında yanında yürümek, bazen tesadüfen Ahmed Arif’le bulvarda karşılaşmak, ikisini ayaküstü muhabbet ederken görmek, Tanrım ne büyük ayrıcalık ne büyük mutluluktu! O küçük adamın yanında biz ne kadar küçücüktük, biz o küçücüklerin yanında o minnacık adam ne kadar büyüktü! Çocuk gibi bakıyordu etrafına, boş yere değildi ama o bakış, baktığı her şeyde bir şeyleri görmenin, anlamanın merakı vardı.

*

Uzun bir tutukluluk döneminden sonra dışarı çıkardıklarında, içerde bir suç işlemiş, Türkiye’yi bir insan hakları kuruluşun yazdığı bir mektupla “şikayet” etmişti. Bir kapıdan hapishaneden çıkmış öteki kapıdan mahkemeye girmişti. Hakim, “Bu mektubu ben yazmadım deyin, sizi serbest bırakacağım, yazık” deyince, “Hayır sayın yargıç, o mektubu ben yazdım” deyip gerisin geri hapishaneye dönmüştü. Dışarıdayken yazdığı birkaç kitabı saymazsak yazdığı 36 kitabının tümünü hapishanede yazdı. Bu kitaplardan 32 tanesi Türkiye’de yasaklandı. Sekiz kere girip çıktı. 1999 yılında yapılan bir düzenleme sonucu tahliye olduğunda hakkında toplam 100 yıl hapis ve 10 milyar lira para cezası verilmişti. Toplamda 17 yıl yattı.

“Bilim Yöntemi” diye bir metodu rehber yapmıştı kendisine. Ama kitaplarıyla arenaya çıktığı yıllarda “bilimin” esamisi okunmuyordu. Kendine çalışma alanı olarak seçtiği Kürtlerin bir kısmı silahlarını alıp dağa çıkmıştı, o silahlı güçler herkesin kendileri gibi düşünmesini istiyor, herkesi kendi çizgisinde hizaya getirmeye zorluyordu. Hoca da onlardan birisi olmalıydı. Kendilerini eleştirmemeli, “mücadeleyi sekteye” uğratacak şeyler söylemekten kaçınmalıydı. Hoca ise kendine seçtiği yönü yıllar önce şu şekilde formüle etmişti:

Kürtler hedefe odaklanmalı, Kemalizm’den uzak durmalı ve milliyetçi olmalı.

Altmış yıla yakın bir süre boyunca ısrarla savunduğu, basitleştirerek bozuk para haline getirdiğim bu görüşleri, “barış sürecinin” yeniden ivme kazandığı bugünlerde Kürtler için sağlıklı öneriler midir, bana göre tartışmalı… Ama bu fikirleri ısrarla savunmaya devam etti diye Hoca’yı “hain” ilan etmek, alıp hapishaneye atmak da kabul edilebilir bir şey değil. Nihayetinde, sözlerinden, yazdıkların başka bir serveti olamayan bir bilim adamının ısrarla savunduğu, yürekten inandığı fikirlerdir bunlar, hapishanelerde hayatını çürütmek yerine oturup dediklerine kulak verilseydi eğer, belki bu mesele de bu kadar kangren bir hal almazdı.

*

Çok istisnai bir küçük adam; bir mümin imanıyla, bir katır inadıyla, bir aristokrat zarafetiyle, bir kuyumcu hassasiyetiyle, bir yeniyetme naifliğiyle, bir diplomat inceliğiyle, hayatının önemli bir kısmını hapishanede geçirmeyi göze alarak sadece ama sadece inandıklarını yazarak, “Türk düşünce dünyasını” yıllar yılı, durmadan, yorulmadan “Kürt meselesi” üzerine düşünmeye, konuşmaya, çalışmaya davet etti. Ona göre bu mesele akademyanın, yazarların, fikir insanlarının, basının çalışma alanıdır, mesele savcılara havale edilmemelidir. “Türk düşünce dünyası” kuraklaşmak, kısırlaşmak, çoraklaşmak istemiyorsa bu meseleyi kendine “gündem yapmalı” ve “ciddi ciddi çalışmalıdır” dedi ama dedikleri hep kulak arkası edildi.

Ama işte Meclis’te kurulan komisyonda, bir zamanlar hepimize aykırı gibi görünen birçok fikir her gün yüksek sesle dillendiriliyor şimdi ve birlikte yaşamanın yolunu açacak her türlü önerinin büyük bir olgunlukla karşılandığı bir dönemin içindeyiz.

İşin en güzel yanı İsmail Beşikçi’yi 17 yıl hapishanede yatıran fikirlerin bugün suç kabul edilmeyip benzer fikirlerin Meclis Komisyonu’nda dillendirilecek noktaya gelmiş olmamızdır.

İsmail Beşikçi işte tam bu sırada beyin kanaması geçirdi, şu anda Diyarbekir’de bir hastanede yatıyor.

*

İskilipli Atıf Hoca’yı şapka kanunu çıkmadan önce yazdığı bir yazıda “şapka kanununa muhalefetten” dolayı astılar. İskilipli İsmail Hoca ise hemşerisi kadar şanssız değil, onca badireyi atlatarak 87 yaşına ulaştı; bu badireyi de atlatacak gibi.

Bir bakıma inadına yaşamak bu olmalı!

 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.