İktidar ülkeyi yönetebiliyor mu ki? Tek kişi ne kadar yönetebilirse o kadar işte…
Önceki gün köşe yazılarını okurken Sabah gazetesinin Ankara Temsilcisi Okan Müderrisoğlu’nun yazısı dikkatimi çekti.
Rejimin ilginç seslerinden biri olan Müderrisoğlu, son sahte diploma skandalını kastederek, "Servise konulan iddialara ayrı bir dikkatle bakmak gerekiyor” diye başlamıştı yazısına.
İddiaların gündeme geliş biçiminden kötü kokular alıyordu Müderrisoğlu, “Kurgulanan gündemde, içeriden devşirilmiş fakat dış akıl tarafından organize edilen unsurlar çok fazla rol alıyor. FETÖ'cüler veya İsrail istihbaratı mesela” diyordu.
Müderrisoğlu, “Son günlerde ardı ardına kamuoyuna mal olan konular, devlet-vatandaş ilişkileri ve güven boyutunda ciddi riskler üretiyor” dedikten sonra kendince saptadığı “komplo”yu şöyle tarif ediyordu:
“Toplumun sinir uçlarına basan iddialar öylesine ustaca biçimlendiriliyor ve hızlı biçimde dolaşıma sokuluyor ki kamu kurumları itibar kaybettiği gibi siyaset kurumunun da ülkeyi yönetemediği algısı alttan alta toplumsal bilinçaltına işleniyor.”
Şifreli bir dille yazdığı yazısının sonunda över gibi yapıp Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nı “görevinde yetersizlik”le suçlaması benim konum değil, bu iktidarın kendi iç işi.
Ben burada “Siyaset kurumunun ülkeyi yönetemediği algısı” lafına takıldım. Gerçekten de, son haftalarda yaşanan bütün gündem maddelerinin altında hep bir “meta siyaset” mesajı vardı: İktidar ülkeyi yönetemiyor, yönetmekte güçlük çekiyor.
Son diploma skandalı tipik bir örnek, uzayda bir tekil olay olarak başımıza gelen, üç beş suçlunun ortaya çıkmasıyla yapılan bir şey değil. Savcılar ve polis tarafından saptanıp iddianamesi de yazılmış olan bu suç, bir sistemin varlığı (belki de yokluğu demek lazım) yüzünden yaşanan, onlarca, belki yüzlerce birbirinden bağımsız gibi gözüken suçun sadece bir tanesi. Bu suçları yaratan bir sistem (veya sistemsizlik) var; esas konuşulması gereken konu bu.
Biraz geriye gidip bir anı paylaşacağım.
90’lı yıllarda durduk yerde aklıma bir merak düştü: Bir Başbakan ne iş yapardı?
Siyasi görevlerini kastetmiyorum; başbakanların üzerinde elbette çok ağır bir siyasi görev vardı; benim kastım, her sabah mesaiye giden bir başbakanın gün boyu ne iş yaptığıydı…
Bunu öğrenmek için eski Başbakanlık Müsteşarlarını aradım. Başbakanın mesaisi, toplantılar yapmak, siyasi kararlar almak vs dışında aslında yetkisini kullanmakla, yani imza atmakla geçiyordu.
En sevdiğim cevabı rahmetli Hasan Celal Güzel verdi, bana Yıldırım Akbulut örneğini anlattı.
“Yıldırım Bey tabiat olarak pimpirikli bir insandı” diye başladı, “Turgut Beyin kendisini kuşattığını ve iş yaptırmayacağını düşünüyordu, ki haksız da değildi, o yüzden başbakan olduğunda kendisinden başka kimseye imza yetkisi vermedi. Öyle olunca da kısa sürede başbakanlıkta imza bekleyen onbinlerce evrak birikti, odalar dolusu evrak…”
Tayyip Erdoğan ilk hükümetini 14 Mart 2003’te kurdu ve başbakan oldu. O hükümette 3 başbakan yardımcısı ve 6 devlet bakanı vardı.
Erdoğan Başbakan olarak sahip olduğu imza yetkilerinin bir bölümünü o başbakan yardımcıları ve devlet bakanlarına devretti. Bu yetmedi, geri kalan yetkilerinden bir bölümünü de Başbakanlık Müsteşarı ve hatta Müsteşar Yardımcılarına devretti.
Devlette o kadar çok kağıda imza atılıp o imzanın sorumluluğu alınıyor ki, bütün başbakanlar gibi Erdoğan da bu sorumlulukların bir bölümünü bakanlarına vererek daha verimli bir yönetime ulaşmaya çalıştı.
O zaman hükümette çok sayıda bakanlık da vardı. O bakanların ve bakanlıkların yetkileri devam ediyordu, bir sürü imza da tek tek bakanlıklarda atılıyordu. Bakanlar attıkları bu imzalardan sorumluydu.
Oysa 2018’deki Cumhurbaşkanlığı seçimiyle tamamen devreye giren bizim bize özgü başkanlık sistemimizde Anayasa böyle bir yetki ve sorumluluk devri öngörmedi. Bugün bizim Anayasamıza göre tek kişilik bir hükümet sistemiyle yönetiliyoruz. Anayasaya göre yegane siyasi ve hukuki sorumlu seçilmiş cumhurbaşkanı. Dolayısıyla devlette atılan bütün imzaları o atıyor.
Herhangi bir günün Resmi Gazetesine bakın, göreceksiniz. Sağlık Bakanlığı’nın bilmem nereye uzman yardımcısı atamasını da Cumhurbaşkanı imzalamış.
Bütün devlet dönüyor Cumhurbaşkanı’nın ağzına bakıyor. Çünkü Çemişgezek’teki kaymakamdan İstanbul’daki valiye, Sağlık Bakanlığı’ndaki genel müdürden Turizm Bakanlığındaki müze sorumlusuna kadar bütün devlet işlemlerini ondan aldığı talimatla yapıyor. Bu işlemlere o memurların zaten yasal olarak yapması gereken rutin işler de dahil. Bunun için bile talimat bekleniyor.
Cumhurbaşkanı Superman olsa bile bunların hepsine yetişemez; Anayasa izin vermediği için imza yetkisini de devredemiyor, o yüzden ortaya hukuken hesap veremez nitelikle informel talimat iletme mekanizmaları giriyor. Birisi geliyor, ilgili memurun kulağına "Yukarısı böyle istiyor” diyor, hop o işlem o şekilde yapılıyor.
Türkiye’de devlet 2018’den beri böyle yönetiliyor veya aslında yönetilmiyor, hatta idare bile edilmiyor. (Rahmetli Süleyman Demirel’in kendisine yönelik ironik bir eleştiri cümlesiydi bu: ‘Türkiye’de devlet yönetilmez idare edilir.’)
Bu devletin çökmesinden, çökerken beraberinde anarşi ve kaos anlamında ahlaki çöküntü yaratmasından daha doğal, daha beklenen bir şey olamazdı; nitekim bugün bunu yaşıyoruz.
Bunun yaşandığının bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan da farkında, ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli de farkında. Defalarca sistemi düzeltmeye giriştiler, raporlar hazırlandı, öneriler dile getirildi ama iş sonunda geliyor Tayyip Erdoğan’ın siyaseten gücü kimseyle paylaşmak istememesine, kendisiyle yarışacak seçilmiş siyasi kişi istememesine, Meclis’e bile hesap vermemesine dayanıyor ve projeler rafa kalkıyor. Tek adam rejiminden, tek kişilik hükümet sisteminden vazgeçilmeyince devlet de çökmeye devam ediyor.