
Gücün anatomisi: Bilgi, para, örgüt ve silah arasında yurttaşın özgürlük arayışı
Güç, doğası gereği kendi sürekliliğini güvence altına almak ister. Bu nedenle, iktidar sahiplerinin en büyük korkusu, bilgiye erişimi olan ve örgütlenme becerisine sahip yurttaş kitlesidir.
(The Turkish Post) – DOĞU ERGİL
İnsanlık tarihi, güç ilişkileri tarihidir de denebilir. Güç, kontrol ve itaat peşindedir. Kontrol edilenler, genellikle gücün kendilerine yarar sağlamasını isterler ya da direnir mümkün olduğunda da kendileri bir güç merkezi oluştururlar. Ama daha çok insanlar güçlüye yanaşırlar, onun kendilerini korumasını ve kollamasını beklerler. En kolayı ve risksiz olan güçlüye tabî olmak ve onunla iş birliği yapmaktır. Her tercih veya tepki, sadece bireysel bir davranış biçimi değil, aynı zamanda toplumsal yapıları da belirleyen psikolojik ve siyasal bir eğilimdir.
Gücün (daha doğrusu güçlünün) talep ettiği itaat, yalnızca zorlama yoluyla değil, aynı zamanda rıza ile de gerçekleşebilir. Antonio Gramsci bize “hegemonya” kavramı aracılığıyla güçlülerin toplumları, zor içermeyen ideolojik yöntemler ve araçlarla (eğitim, hukuk, medya) etkileyebileceklerini söyler. Rıza sonucu sağlanan itaat, toplum mensuplarının gönüllü olarak kendi özgürlüklerinden feragat etmesi demektir.
Hannah Arendt, İktidar Üzerine adlı eserinde, iktidarın şiddetle ilgisi olmayan bir özelliğine dikkat çeker: “İktidar, birlikte hareket etme kapasitesidir.” Bu tanım, bireylerin ve toplumların güçlüye sığınmak ve onun kendilerini koruyup kollamasın medet ummak yerine, birlikte güç üretecekleri bir düzeni de kurabileceklerini ima etmektedir. Ne var ki, çoğu kez insanlar, bu kolektif potansiyellerinin farkında değildirler. O yüzden kolaya kaçar veya korku ve güçsüzlük duygusuyla güce teslimiyeti tercih ederler. Bu teslimiyetin ardında, gücün hangi kaynaklardan beslendiğini yeterince anlamamak yatar. Bu nedenle, gücün kaynaklarını ve bu kaynakların etkisini tahlil etmek, sadece teorik bir çaba değil, aynı zamanda özgürlükçü bir toplumu inşa etmenin de ilk adımıdır.
Gücün Dört Kaynağı
Güç, yalnızca kaba kuvvetten ibaret değildir. Toplumsal ve siyasal düzlemde güç, çeşitli kaynaklardan beslenir: Bilgi, para (sermaye), örgütlülük ve silah. Bu dört unsur hem birbirini tamamlayabilir hem de birbirine karşıt işlevler görebilir.
Bilgi: Gücün Görünmeyen Kaynağı
Michel Foucault, iktidar ve bilgi arasında kopmaz bir bağ kurar: “Bilgi iktidardır” cümlesi, yalnızca bir metafor değil, aynı zamanda modern iktidar olgusunun tanımıdır. Devletler, şirketler ve diğer iktidar odakları bilgiye sahip oldukça ya da oldukları için bireyleri yönetme, denetleme ve yönlendirme kapasitesine sahiptiler. Modern toplumlarda bilgi, yalnızca bilimin değil; aynı zamanda medyanın, eğitimin ve propagandanın da temel malzemesidir.
Bilgi sahibi olmak, yalnızca gerçekleri bilmek değil, aynı zamanda neyin “gerçek” kabul edildiğini (algıları) belirleyebilmek ve yönetmektir. Bu nedenle bilgi, iktidarın hem en rafine hem de en tehlikeli aracıdır. Halkın bilgiye (hakikate, gerçeklere) ulaşmasının engellenmesi, çoğu zaman otoriter rejimlerin ilk refleksidir.
Sermaye: Ekonomik Gücün Dolaşımı
Karl Marx’a göre üretim araçlarını ve üretim süreçlerini kontrol edenler, sadece ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik üstünlük de elde ederler. Çünkü toplumsal yaşamın şartlarını belirleyebilirler. Günümüz küresel ekonomisinde para, sadece alışverişte kullanılan değil, aynı zamanda algıyı, siyaseti ve hatta (kurgulanan) gerçeği de satın alabilen bir araç hâline gelmiştir.
Sermaye, lobiler, medya sahipliği, seçim kampanyaları ve uluslararası yatırım baskıları yoluyla kendine özgü iktidarlar üretebilir. Paranın siyasal sistem üzerindeki etkisi, özellikle ekonomik eşitsizliklerin arttığı toplumlarda daha da görünür hâldedir.
Örgütlülük: Kolektif Gücün İnşası
Birey, genellikle güç karşısında savunmasız, iktidar karşısında güçsüzdür. Ancak bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu yapılar —sendikalar, dernekler, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri— bireysel çaresizliği kolektif güce ve iradeye dönüştürebilir. Bu, yalnızca demokratik katılımın değil, aynı zamanda adalet talebinin de temelidir.
Devlet, toplumların çatı ve iktidar örgütüdür, o nedenle devleti yöneten güçlüler, güçsüzlerin örgütlenmesinden korkarlar, çünkü örgütlü bireyler kolayca yönlendirilemez.
Silah: Zor Kullanımı ve Devletin Şiddet Tekeli
Silah, en yalın iktidar aracıdır. Max Weber’in ünlü tanımına göre devlet, belirli bir toprak parçası üzerinde meşru fiziksel şiddet tekeline sahip olan yapıdır. Bu tanım, silahın yalnızca yasa dışı yapılarda değil, modern hukuk devletlerinde de sistematik bir güç kaynağı olduğuna işaret eder.
Silah, bireylerin değil; resmî kurumların elinde olduğu sürece meşru kabul edilir. Ancak bu güç, hukukla sınırlandırılmadığında keyfi şiddete, baskıya ve teröre dönüşebilir. Devlet terörü, en acımasız ve kontrolsüz bir baskı ve kontrol aracıdır. Askerî darbeler, polis şiddeti ya da devletin beslediği paramiliter grupların faaliyetleri, silahın iktidar yapısını nasıl saptırabileceğinin tarihsel örnekler sunar.
Güçlülerin Korkusu: Bilgili ve Örgütlü Yurttaş
Güç, doğası gereği kendi sürekliliğini güvence altına almak ister. Bu nedenle, iktidar sahiplerinin en büyük korkusu, bilgiye erişimi olan ve örgütlenme becerisine sahip yurttaş kitlesidir. Çünkü bu iki unsur, mevcut iktidar yapılarının sorgulanmasına, alternatiflerin ortaya çıkmasına ve hatta dönüştürücü mücadelelerin uç vermesine neden olabilir.
Otoriter rejimler için bilgi tehlikelidir çünkü bilgi, sadece hakikati ortaya koymakla kalmaz; aynı zamanda yurttaşların kendilerini özne olarak görmelerini sağlar. Örneğin İran’da Mahsa Aminî protestoları, yalnızca ahlak polisinin baskısına karşı bir tepki değil; bilgi ve örgütlenme hakkını savunan bir halk hareketiydi. Aynı şekilde Türkiye’de Gezi Parkı protestoları, kent hakkından ifade özgürlüğüne uzanan çok katmanlı ve katılımcıları farklı kesimlerden gelen bir direniş hareketiydi.
Bu tür hareketlerin ortak özelliği, bireylerin yalnız olmadıklarını fark etmeleri ve ortak bir amaç etrafında kolektif güç oluşturmalarıdır. İktidarların en büyük korkusu da budur: Kontrol edilemeyen, bastırılamayan ve sömürülemeyen bir toplum ve onun özgür iradesi.
Özgürlüğün Kurumsal Temelleri
Özgürlük, soyut bir kavramdan ibaret değildir; kurumsal yapılara ve hukuki güvenceye kavuşmadığı sürece sürdürülebilir değildir. Bu bağlamda, iki özgürlük türü bir toplumun demokratik niteliğinin turnusol kâğıdı gibidir: Örgütlenme özgürlüğü ile bilgiye erişim ve paylaşım özgürlüğü. Bu iki özgürlük, yalnızca bireysel hakların güvencesi değil, aynı zamanda toplumsal ilerlemenin, dayanışmanın, meşruiyetin ve yönetimi denetlemenin kaynağıdır.
Örgütlenme Özgürlüğü: Demokrasi İçin Kritik Eşik
Örgütlenme hakkı, sadece sendika veya dernek kurma özgürlüğü değildir. Bu hak, yurttaşların bir araya gelerek devlet politikalarını etkileyebilmelerinin, denetlemelerinin, hak taleplerini sistematik biçimde dile getirebilmelerinin temel aracıdır. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), örgütlenme özgürlüğünü “insan onurunun bir uzantısı” olarak tanımlar.
Özellikle baskıcı rejimlerde ilk hedef alınan alanlar sivil toplum kuruluşlarıdır. Baskıcı yönetimler, seçilmiş sivil toplum kuruluşlarının önderlerini görevden alabilir hatta kayyım atayarak idaresine doğrudan el koyabilir. Yasalarla, bürokratik engellerle veya doğrudan tehditlerle örgütlenmenin önü kesildiğinde, yurttaş yalnızlaşır ve devlete karşı savunmasız hâle gelir. Bu da sadece hakların değil, demokratik denetimin çökmesine de neden olur.
Bilgiye Erişim ve Paylaşım Özgürlüğü: Yönetimde Şeffaflığın ve Hesap Vermenin Temeli
Bilgiye erişim özgürlüğü, yalnızca bireyin kendi yaşamını yönlendirebilmesi için değil, aynı zamanda resmî görevlilerin hesap verebilirliği için de hayati önem taşır. Medyanın özgür çalışamadığı, üniversitenin baskı altında olduğu, istatistik kurumlarının doğru veri paylaşmadığı ülkeler, Freedom House’un yıllık raporlarında demokrasi ölçüleri bağlamında gerilerde, bilgi akışının özgür olduğu -örneğin İskandinav ülkelerde- en üst sıralardadır.
Kurumsallaşma: Özgürlüklerin Kalıcılığı Sorunu
Hakların anayasal düzeyde tanınması, onların uygulanacağı anlamına gelmez. İktidar, anayasayı bile tanımayabilir. Etkin bir yargı sistemi, bağımsız medya, şeffaf kamu yönetimi ve güçlü sivil toplum; özgürlüklerin hem korunmasını hem de kurumsallaşmasını sağlar. Bu nedenle özgürlük, sadece bireysel bir talep değil, aynı zamanda sistemin kurumsal güvencesidir de.
Olması Gereken Devlet: Gücün Meşrulaştırılmış Bütünlüğü
Devlet, ideal olarak dört güç unsurunun —bilgi, para, örgüt ve silahın— bir araya geldiği, kamu yararına hizmet etmekle yükümlü kurumsal bir organizasyondur. Bu unsurların dengeli ve meşru biçimde bir arada bulunması, devleti ayakta tutar. Ancak bu birliktelik bozulduğunda ya da her biri güç tekeli oluşturacak şekilde bir grubun eline geçtiğinde, ortaya çıkan yapılar artık “devlet” değil, “devletimsi” oluşumlardır.
Bir devlet, bilgi üretme kapasitesine (eğitim ve bilim kurumları), mali kaynaklara (vergi sistemleri), örgütlü kamusal yapıya (bürokrasi ve sivil toplumla etkileşim) ve silah tekeline (polis ve ordu) sahipse ve bu unsurları hukuk zemininde bir iş bölümü içinde ve denetim altında tutuyorsa, meşru bir yapıdır. Weber’in “meşru şiddet tekeli” kavramı burada anlamlıdır.
Gücün Yozlaşması: Mafya, Çete ve Oligarşi
Bu dört bileşenden biri ya da birkaçı, hukuki ve kurumsal denetim dışına çıktığında, o yapı artık “devlet” değil, devletin kötü ve tehlikeli bir kopyasıdır. Örneğin sadece silaha dayalı bir yapı, askeri diktatörlüktür. Paranın ve şiddetin birleştiği ama bilgi ve örgütlülüğün dışlandığı yapılar, mafyatik örgütlerdir. Sermayenin devletle birleşerek siyaseti belirlediği durumlar ise oligarşik yapıları doğurur.
Devlet ile Çete Arasındaki İnce Çizgi
Tarihsel örnekler, bu çarpık bileşimlerin nasıl totaliter rejimlere evrildiğini göstermektedir: Nazi Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı, Franco İspanya’sı ya da günümüzün bazı otoriter rejimleri… Bu örnekler, gücün kurumsal ve hukuki denetime tabi tutulmadığında nasıl yıkıcı sonuçlar doğurduğunu göstermesi açısından öğreticidir; tabii öğrenmek isteyene…
Gerçek Güç, Bilinçli Örgütlülüktür
Güç, tarihin her döneminde hem korkulan hem arzulanan bir olgu olmuştur. Ancak gücün ne olduğu kadar, nasıl kullanıldığı ve kim tarafından meşru biçimde kullanıldığı da önemlidir. Gücün sadece silaha, paraya ya da bireysel karizmaya indirgenmesi, yurttaşları edilgen kılar. Oysa gücün en istikrarlı ve dönüştürücü biçimi, örgütlenmiş ve bilgilenmiş toplulukların kolektif bilinci ve iradesidir.
Bugün dünyada yükselen otoriter rejimlerin ortak noktası, halkın bilgiye ulaşma ve örgütlenme kanallarını tıkamalarıdır. Bu sadece bireysel özgürlüklerin değil, aynı zamanda toplumsal ilerlemenin de önünü keser. Oysa özgürlük; bir idealden çok, bir eylem ve yaşam biçimidir. Her özgür birey, örgütlü bir toplumun kurucu ortağıdır.
Bir ülkenin gerçekten özgür ve demokratik olup olmadığını anlamak için bakılacak ilk göstergeler şunlardır:
1- İnsanlar bilgiye açıkça erişebiliyor ve onu paylaşabiliyor mu?
2- İnsanlar bir araya gelip ortak çıkarları için örgütlenebiliyor mu?
Eğer bu iki soruya “evet” yanıtı verilebiliyorsa, o toplumda özgürlüğün kök salmaya başladığı söylenebilir. Aksi durumda ise, görünürdeki anayasal haklar ne kadar zengin olursa olsun, o toplum gerçek anlamda ne özgür ne güçlüdür —yalnızca güçlülerin güdümündedir.
Sonuç olarak; gerçek güç, başkalarının gücüne yaslanmakta değil, bireylerin birlikte kurdukları dayanışma ağlarında, bilgi paylaşımında ve ortak amaçlara dönük örgütlenmelerindedir. Bu bilinçle donanmış bir toplum, sadece iktidar karşısında değil; kendi geleceği konusunda da söz sahibidir
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.