
Medine’den Gazze’ye İhanet Olgusu: Anlaşma İhlalinin Jeopolitik Analizi ve Güvenilirlik Krizi
Medine Vesikası’nın bize bıraktığı en güçlü ders, diplomasiye “vicdan” eklemenin zorunluluğudur. İslam’ın tarihsel barış pratiği, Batı’nın çifte standartlı diplomasi anlayışına karşı ahlakî bir model olarak yeniden hatırlatılmalıdır. Çünkü tarihin ışığınd
M. ALİ KAPAR & YUSUF SAYIN - Perspektif
Gazze Şeridi’nde varılan son ateşkesin diplomasi çevrelerinde “kırılgan bir umut” olarak nitelendirildiği görülüyor. ABD, Türkiye, Katar ve Mısır’ın ortak çabaları yüzeyde uluslararası bir başarı izlenimi verse de bu uzlaşının temelinin derin bir yapısal dengesizlik üzerine kurulu olduğu söylenebilir. İsrail’in güvenlik eksenli yaklaşımı ile Filistin’in varoluşsal savunma refleksi arasındaki bu asimetri, anlaşmanın ömrünü daha baştan tartışmalı hâle getirmektedir. Diplomasideki imzalar çoğu zaman tarafların iyi niyetini değil, diplomasinin bir araç olarak işlev gördüğü güç dengelerini gösterir. Dolayısıyla, esir/mahkûm takaslarının gerçekleşmesi ve insani yardımların sağlanması gibi maddeler umut verse de Gazze ateşkesinin geleceği metnin içeriğinden çok tarafların varılan mutabakata samimiyetine ve garantörlerin tutumuna bağlıdır.
Tarih bize defalarca göstermiştir ki, yazılı an/t/laşmalar ahlakî temele dayanmadıkça kalıcı olamaz. Bugün Gazze’deki ateşkes, bu yönüyle İslam tarihinin en önemli bağıtlarından birisi olan ve günümüz diplomasi paradigmasına çok önemli dersler veren Medine Vesikası’nı hatırlatmaktadır. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) önderliğinde kaleme alınan bu tarihi belge, barışın sadece hukukî değil, vicdanî bir zemine oturması gerektiğini ortaya koymuştu. Medine Vesikası’nda amaç, güç dengesini değil, kalplerin huzurunu sağlamaktı. Ne var ki modern diplomasi, -bizim ifademizle- “kalbin kanunları”nı unutarak, anlaşmaları çıkar hesaplarının gölgesine hapsetmiştir. Bu yüzden Gazze’deki mevcut ateşkes, dış baskılarla ayakta duran ama iç güven duygusundan yoksun, hassas bir ateşkes/barış biçimi olarak karşımızdadır.
Tarih yalnızca geçmişin aynası değil, bugünün de öğretmenidir. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti sonrasında imzalanan Medine Vesikası, farklı inanç ve kabilelerin adalet temelinde bir arada yaşamasını hedefleyen -hatta bu içerikte siyasi tarihteki- ilk toplumsal sözleşmeydi. Bu belge, İslam’ın barış vizyonunun somut bir yansıması olarak tarihe geçti. Vesika, yalnızca bir hukuk metni değil aynı zamanda bir ahlak taahhüdüydü. Çünkü Vesika’ya göre; her topluluk kendi inancında özgür olacaktı ve Medine dışarıdan saldırıya uğradığında herkes savunmada yer alacaktı. Hiçbir taraf, düşmanla iş birliği yaparak Medine’nin güvenliğini tehlikeye atmayacaktı.
Ancak her ideal gibi, bu da çıkarın duvarına çarptı. Medine’deki üç Yahudi kabilesi -Benî Kaynukâ, Benî Nadîr ve Benî Kurayza- başlangıçta sözleşmeye sadakat sözü vermelerine rağmen, her biri farklı zamanlarda ihanetin tarafı oldu. Ekonomik menfaat, kabile gururu ve dış ittifak arayışı, onları “birlikte yaşama ahlakı”ndan uzaklaştırdı. Benî Kaynukâ, Müslüman pazarında bir kadının onuruna yapılan saldırıyla kıvılcımı ateşledi; ardından şehir düzenini bozan kargaşayı tetikledi. Benî Nadîr, Hz. Peygamber’e suikast girişimiyle ihaneti daha ileri taşıdı. Benî Kurayza ise Hendek Savaşı sırasında düşmanla iş birliği yaparak Medine’yi en kritik anında savunmasız bıraktı. Böylece yazılı sözleşme hükümsüz kaldı; güven duygusu yerini kuşkuya bıraktı. Bu ihanetlerin ardından Hz. Peygamber’in tutumu nettir: Barışa sadakat, ihanete adalet. Kesin olan şey şu ki Peygamberimiz (a.s.) Yahudileri dinlerinden dolayı değil, sözleşmeye sadakat göstermedikleri için cezalandırdı.
Bugün İsrail’in diplomasi tarzı, mevzubahis tarihsel ihanetlerin modern bir yansıması gibidir. Her ateşkes İsrail için bir nefeslenme, her müzakere bir mevzi kazanma aracı oldu. İsrail, “insani ara” söylemiyle hem dünya kamuoyunu yatıştırmayı hem de Gazze’nin direniş damarlarını zayıflatmayı hedeflemiştir. Bu süreçte yeniden silahlanmış, istihbarat ağını güçlendirmiş ve “güvenlik” bahanesiyle yeni yerleşim alanlarını sessizce devreye sokmuştur. Uluslararası gözlemcilere göre İsrail’in bugüne kadar ateşkeslere rağmen yaptığı ihlal sayısı 4500’ü aşmıştır. Her giriştiği ateşkes veya “ara”da kırılganlığa yol açıp, işgal ve saldırganlığını daha ileri boyutlara taşımak istemiştir. Gerçek şu ki, İsrail ilk fırsatta son günlerde Gazze’de gerçekleşen ateşkesi ihlal edecektir. Çünkü onun diplomasi anlayışı “güce dayalı manipülasyon” üzerine kuruludur. Ateşkes metinlerinde dahi kendine “önleyici saldırı hakkı” bırakan muğlak ifadeler yer alır. Bize göre bu durum, klasik ‘Medine ihanetinin’ modern diplomatik biçimidir: Önce metni imzala/t, sonra çeşitli bahaneler ve gizli planlar yaparak anlaşmaya ihanet et.
Tarihsel olarak bakıldığında bu sadece tarihin tekerrürü değil aynı zamanda taraflar açısından ahlakî bir sınavdır. Medine örneği bize, güvenin metinlerden değil; metinleri yaşatan samimiyetten doğduğunu öğretir. Gazze’deki ateşkes de aynı kırılgan denge üzerindedir. İsrail’in geçmiş ihlalleri, artık uluslararası garantörlerin bile inancını sarsmıştır. Dolayısıyla yeni bir metnin kalıcılığı ancak kâğıt üzerinde mümkündür; kalplerde değil. Medine’de yaşanan ihanetler, bugünün Gazze’sine sadece tarihsel bir yankı değil, diplomasiye düşülmüş bir uyarı olarak yansımaktadır.
Analitik Çerçeve ve Hipotez: Anlaşma Sadakatinin Jeopolitik Sınavı
Bu perspektiften bakıldığında, Medine Vesikası’nın ihlaliyle Gazze ateşkesinin kırılgan doğası arasında ahlakî bir paralellik kurmak mümkündür. Bizim temel hipotezimiz şudur: Anlaşmayı yapan taraflardan birisinin niyeti gerçek bir barışı ve bir arada yaşama tecrübesini gerçekleştirmek değilse, anlaşmanın ihlali tesadüfî bir sapma değil, bilinçli ve stratejik bir araçtır. Diğer yandan İsrail ve Siyonizm’in savunuculuğunu ve koruyuculuğunu üstlenen Trump’ın (uluslararası ilişkilerde, soyut ilkelere, uzun vadeli ittifaklara veya kurumsal çerçevelere odaklanmak yerine somut değişimleri ve anlık kazanımları önceliklendiren pragmatik bir yaklaşım olarak) “transaksiyonel diplomasi” mirası, hipotezimizin güncel izdüşümüdür: Burada söz konusu “ilke” değil; “çıkar” karşılığı verilen bir geçici “teminat”tır. Bu bakımdan İsrail’in Gazze ateşkesini bozma potansiyeli, sadece askerî hesaplarla değil, tarihsel bir diplomasi pratiğiyle de beslenmektedir.
Uluslararası arenada coşkuyla karşılanan ateşkesler, paradoksal biçimde, ihlali daha da incelikli hâle getirir. Çünkü ihlal artık açık bir fesih şeklinde değil, uluslararası kamuoyuna pazarlanabilir bahaneler (pretext) üzerinden gerçekleştirilir. Medine döneminde ihanet, Vesika’yı çiğneyen tarafın çıplak eylemi olarak kayda geçerken modern İsrail, diplomatik himayeler sayesinde ihlali meşrulaştıracak argümanlar üretir. Böylece saldırgan, “misilleme yapan mağdur” rolüne bürünür. Bu stratejik ikiyüzlülük, sadece hukuk düzenini değil, ahlakî gerçekliği de bulanıklaştırır.
Medine Vesikası’yla Eşitlik İlkesinin İlk Denemesi: Kurucu Hukuk Modeli ve Eşitlik Arayışı
Medine Vesikası, yalnızca bir barış anlaşması değil, aynı zamanda Hz. Muhammed’in liderliğinde çok dinli ve çok kimlikli bir toplumun bir arada yaşama sözleşmesidir. Bu yönüyle, modern anayasal düzenlerin öncülü sayılabilecek erken bir siyasal-hukukî model sunar. Vesika’nın temel felsefesi; gücün değil, adalet ve eşitliğin hükümranlığını esas alır. Belgede Müslümanlar, Yahudiler ve müşrikler ayrı kimlikleriyle tanınmış; her biri “aktif taraf” olarak konumlandırılmıştır. Böylece, toplumda tek bir ideolojik merkezin tahakkümü değil, farklılıkların korunarak hukuk ortak paydasında birleşmesi hedeflenmiştir. Bu kurucu eşitlik anlayışı, Gazze’deki mevcut ateşkesin doğasındaki yapısal asimetriyle keskin bir tezat oluşturur. Zira bugün Filistin, Vesika’nın ahlakî eşitliğini değil, reelpolitik dengesizliği yaşamakta ve anlık kazanım sağlamaya çalışmaktadır. Bu haliyle yürütülebilme olasığı da oldukça düşük durumdadır.
Barışın Manevi Zorunluluğu: Kalbin Kanunları
Medine Vesikası’nın ruhu, sadece yasal maddelere değil, o maddeleri yaşatan manevi taahhütlere dayanıyordu. Peygamberimiz, barışın kalıcı olması için sadece hukuk değil, kalbin terbiyesi gerektiğini vurgulamıştır. “Kin gütmemek, haset etmemek, yardımlaşmada sebat göstermek” gibi ahlakî ilkeler, Vesika’nın görünmeyen ama en sağlam sütunlarını oluşturuyordu. Bugünün Gazze’sinde ise bu manevi çerçeve tamamen aşınmış durumdadır. Ateşkes metinleri artık adaletin değil, askerî hesapların ürünü durumundadır. Bu nedenle, hukuki taahhütlerin vicdanî derinlikten yoksun kalması, anlaşmaları yazılı ama yaşanmayan barışlara dönüştürmektedir. Kalbin kanunları unutuldukça, diplomasi sadece sessiz bir hesaplaşma ve çıkarı maksimize etme aracına dönüşmektedir.
Stratejik İhanet: Hendek Savaşı ve Sadakatin Sınavı
Benî Kurayza olayı, Medine Vesikası’na yapılan en ağır ihanet olarak tarihe kazınmıştır. 627 yılında Kureyş ordusu Medine’yi kuşattığında, Kurayza kabilesi şehrin en zayıf anında düşmanla iş birliği yapmış; savunmanın içten çökmesine yol açmıştır. Bu, sıradan bir sözleşme ihlali değil, doğrudan bir “vatana ihanet eylemi”ydi. O dönemde ihanet, sadece etik bir çürüme değil, toplumsal düzeni tehdit eden bir güvenlik riski olarak görülmüştü. Kurayza’nın ihaneti, stratejik açıdan tam zamanında -yani karşı tarafın en savunmasız olduğu anda-gerçekleştirilmişti. Bu olay tarihin bize öğrettiği temel dersi yeniden hatırlatır: İhanet, zayıflık anını seçer; güç dengesi bozulduğunda ortaya çıkar. İşte bu yüzden, Medine’de yaşanan o kırılma, bugünün Gazze’sinde diplomatik bir yankı olarak çınlamakta ve adeta tarihin tekkürü olmaktadır. Gücün, adaletin önüne geçtiği her coğrafyada, Vesika’nın ruhu yeniden ihlal edilmektedir.
Sabotajın Zamanlaması ve Stratejik Kırılma Noktaları
Medine’deki ihanet, düşmanın şehri kuşattığı, yani baskının en yüksek olduğu anda gerçekleşmiştir. Bu durum stratejik ihanetin yalnızca fırsat değil, maksimum fayda arayışıyla zamanlanmış bir eylem olduğunu gösterir. Benzer biçimde, Gazze’de -her geçen gün güçlenmekte olan- İsrail’in ateşkesi sabote etme olasılığı da ya askeri hedeflerine tam ulaşamadığı ya da bölgesel gerilimleri kendi lehine kullanmak istediği anda ortaya çıkacaktır. İhlalin zamanlaması hem dikkat dağıtma hem de uluslararası baskıyı bertaraf etme stratejisine hizmet etmektedir. Burada ahlakî kırılma, adalet ilkesinin bilinçli biçimde ertelenmesi noktasında yaşamaktadır. Bu tür ihlaller, yalnızca askeri strateji değil, adeta insan vicdanının rasyonalizasyonudur: Haksızlığın planlı hale gelmesi, suçu rasyonel kılar ve bu vaziyet, ahlakın tamamen dışsallaştığı andır.
Güvenlik Gerekçesi Üretimi ve Hukukun Manipülasyonu
Modern İsrail’in tercih ettiği sabotaj biçimi doğrudan fesih değil, bahane üretimi yoluyla meşrulaştırılmış fesihtir. Hamas’ın “rehine gizleme” veya “tünel kullanımı” gibi iddialarla suçlanması, Vesika döneminde Kurayza’nın ihanetini gizlemek için başvurduğu “güvenlik gerekçesi”nin çağdaş ve Gazze vakasındaki izdüşümüdür. Bu yöntem, hukuku savunma aracı olmaktan çıkarır, onu bir manipülasyon aracına dönüştürür. Ahlakî açıdan, bu noktada hukuk, adaleti korumaz; adaletsizliğe kılıf olur. İşte bu nokta hem Vesika’daki hem Gazze’deki ihanetlerin ortak noktasıdır: “Kendini haklı gösterme” refleksi, adaletin yerine geçmiştir.
Ateşkesin Yapısal Zayıflığı: Dış Garantörlüğe Aşırı Bağımlılık
Medine Vesikası iç dayanışma, yani iman ve hukuk temelli sadakat üzerine kuruluydu. Dayatma refleksi ve süreci kendi lehlerine politize etme maksadıyla sağlanan Gazze Ateşkesi de dışsal baskı ve diplomatik garantörlüğe bağımlı bir yapıdadır. Bu durum anlaşmayı bir “barış sözleşmesi” olmaktan çıkarırken, onu “geçici siyasi mühendislik” seviyesine indirir. Dış garantör zayıfladığında anlaşmanın dayanağı da çözülür. Tıpkı Medine’de müttefik kuvvetlerin (Müslümanları) kuşatıldığı ve zora düştüğü anda Yahudilerin sadakatini kaybetmesi gibi Gazze’de de ABD’nin politik rüzgârı değiştiğinde ateşkesin anlamı buharlaşacaktır. Barışın sürdürülebilirliği dış baskıdan değil, ortak bir etik bilinçten doğar. O bilinç zedelendiğinde, diplomasi yalnızca bir “bekleme odası” olur; belki de yeni bir savaşın hazırlık süresidir -Lübnan’a saldırıldığı ve İran ile savaş tamtamlarının çalındığı bir zamanda.
Trump’ın Transaksiyonel Diplomasisi ve Güvenilirlik Krizi
ABD Başkanı Trump’ın arabuluculuğu bizce modern diplomasinin “ahlakî çöküş” aşamasını temsil etmektedir. Onun yaklaşımı, devlet adamlığının ölçülü istikrarı yerine, pazarlığın kazanç-zarar mantığı üzerine kuruludur. Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesi, Golan Tepeleri’ni İsrail toprağı sayması, Abraham Anlaşmaları’yla Arap dünyasını parçalayarak Filistin’i yalnızlaştırması, kalıcı barışa değil, ancak geçici siyasi kazanca odaklı adımlar olarak görülebilir. Trump’ın “Önce Amerika” (America First) sloganı, ahlakî bir öncelik değil diplomatik bir bencillik formülüdür. Bu formül, Medine Vesikası’nın ruhuyla taban tabana zıttır. Vesika, “bir zarar tüm tarafları ilgilendirir” derken, Trump doktrini “zarar başkasına, kazanç bana” anlayışını kurumsallaştırmıştır. Dolayısıyla Trump’ın diplomatik pozisyonu, Benî Kurayza’nın fırsatçı tutumunun modern jeopolitik versiyonudur: Sadakat, çıkar devam ettiği sürece geçerlidir. Bu anlayış, yalnızca uluslararası hukuku değil, barışın ahlakî zeminini de dinamitlemektedir.
Sonuç: Anlaşma Sadakati ve Tarihin Ahlakî Tekrarı
Medine Vesikası’ndan Gazze mutabakatına uzanan tarihsel çizgi bize şunu öğretir: Antlaşma sadakati, kâğıt üzerindeki imzalardan çok, tarafların birbirini eşit ve onurlu kabul etme ahlakına dayanır. Benî Kurayza örneği, bir ihanet anlatısının nasıl siyasî sonuçlara dönüştüğünü gösterirken, Hz. Peygamber’in tavrı “duygusal öfke” değil, “stratejik sabır” olmuştur. Ancak o sabır, teslimiyet değil; adaletin vakur bekleyişidir.
Bugün de benzer bir dönemeçteyiz. Ateşkesin garantörlüğü ABD veya Batı merkezli bir güçle değil, İslam dünyasının öncülüğünde olmalıdır. Türkiye, Katar, Cezayir ve Malezya gibi ülkelerin yer aldığı İslam Barış Gözlem Misyonu, bağımsız ve ahlakî temelli bir diplomasi modelinin çekirdeğini oluşturabilir. Bu, tarihte yine Hz. Muhammed’in de dahil olduğu Hılfu’l-Fudûl cemiyetinin yeniden dirilişidir. Böylelikle mazlumun hakkını korumak için inisiyatif alan vicdan ortaklığı olur.
İsrail’in potansiyel sabotaj stratejisi, tıpkı Medine döneminde olduğu gibi, kazançlı bir askerî konjonktürde, Trump’ın öngörülemez ve ikiyüzlü siyasî mirasından doğan boşluğu fırsata çevirmeyi hedefleyecektir. Bu nedenle kalıcı barış, yalnızca askerî dengeyle değil, manevi eşitlik ve kalbin adaleti üzerine inşa edilmelidir.
Medine Vesikası’nın bize bıraktığı en güçlü ders, diplomasiye “vicdan” eklemenin zorunluluğudur. İslam’ın tarihsel barış pratiği, Batı’nın çifte standartlı diplomasi anlayışına karşı ahlakî bir model olarak yeniden hatırlatılmalıdır. Çünkü tarihin ışığında açıkça görülmektedir: Medine’nin ihanet sayfalarıyla Gazze’nin ateşkes masası arasında fark yoktur; yalnızca isimler değişmiştir, zihniyet aynı kalmıştır.
Geçmişin yankısını susturmanın tek yolu, ahlaka dayalı bir diplomasi inşa etmektir. Aksi halde tarih, yalnızca takvim değil, kader olmaya devam eder.”
Uluslararası gözlemcilere göre İsrail’in bugüne kadar ateşkeslere rağmen yaptığı ihlal sayısı 4500’ü aşmıştır. Her giriştiği ateşkes veya “ara”da kırılganlığa yol açıp, işgal ve saldırganlığını daha ileri boyutlara taşımak istemiştir.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.