1. HABERLER

  2. EDEBİYAT DEFTERİ

  3. MAKALELER

  4. Tanrı yerine üst insan veya Superman
Tanrı yerine üst insan veya Superman

Tanrı yerine üst insan veya Superman

İnsanın Allah’tan bağımsız, O’ndan kopuk kendinde bir özü yoktur. Her neye sahipse tümü Allah’a aittir; her birini bir emanet içinde taşır. Emaneti doğru yönde, ahlaki sorumluluk içinde kullanırsa başarır; yanlış yönde kullanırsa kaybeder.

A+A-

(The Turkish Post) – ALİ BULAÇ

Karl Marx’ı etkileyen Feuerbach ve diğerlerinin modern insan düşüncesinde yol açtıkları radikal algı değişimi, teolojiyi antropolojiye indirgemeleri oldu. Bununla amaçlanan, dinden, gelenekten ve Tanrı’dan bağımsızlaşmış, kendi başına özgür insanı icat etmekti. Bunu da “insanın Tanrı’yı icat ettiği” fikri üzerine temellendirdiler.

Buna göre Tanrı fikri, insanın içinde potansiyel bir fikir veya insanın erişip gerçekleştirmeyi arzu ettiği ideallerinin Tanrı olarak ifadesinden ibarettir. Tanrı, insan zihninin bir yansıması ise, duyu verilerine konu olan ve dışımızda var olan, bağımsız duran nesnelerden farklı olarak, dinî inancın nesnesi olan Tanrı’nın insanın içinde yer etmiş olması gerekir; başka şekilde tasarlanamazdı.

Aydınlanmacı filozofların ana uğraşlarından biri, kaynağını Hristiyanlıktan alan teolojiyle hesaplaşmaktı. Teoloji, Yahudilikte de önemli olmakla beraber, esas çerçevesini Hristiyan teologlar oluşturdu.

Doğrudan Tanrı’nın tabiatı üzerinde kopan ve aradan yüzyıllar geçmesine rağmen hâlen tatmin edici bir sonuca ulaşılamayan bu tartışma zaten bir çözüme ulaşamazdı; zira idrakin ötesindeki bir varlığın zatının tabiatı üzerinde yürütülecek her türden tartışma, spekülasyondan ibaret olmaya mahkûmdur.

Varlıkta bir yandan değişmezlik, bir yandan da sürekli değişme ve oluşum söz konusudur (Kevn ü fesad). Bu iki durumun sentezinden birlik ve çokluk kavramları doğmuştur. Sürekli değişenlerin kaynağı, kendisi de değişen olmamalıydı; şeylerin kaynağı olan ilk varlık değişmemeliydi.

Peki, sürekli değişen nasıl oluyor da değişmeyenden çıkıyordu? Bu soruya Platon “idealar”, Aristoteles “ilk hareket ettirici”, Plotinos “Bir”, Farabi “ilk sebep (illet-i ûlâ)”, Leibniz “yaratıcı monad”, Spinoza ise “yegâne cevher” kavramlarıyla cevap aradı.

Felsefe veya genel olarak felsefe tarihinden anlıyoruz ki, kısmen cevap verilmiş olsa da istifham bütünüyle vuzuha kavuşmuş olmuyor; bazen soru daha da büyüyor. Teistler (Tanrı’yla vahiy ilişkisini reddeden versiyonuyla) ve deistler, aşkınlığı esas almakla beraber Tanrı’nın evrenle ilişkisini koparıyorlar.

Bu varsayımda Tanrı ilk sebep olsa da, varlıkla ilgisi yoktur. Panteistler ise içkinliği temel alıp Tanrı’yı evrende içkin farz ettiler; buna göre evrenin dışında Tanrı yoktur. Sıradan sebepler, hatta çirkinlikler ve kötülükler bile O’nun bir parçasıdır.

Panteizme göre Tanrı çift kutupludur: Tanrı, soyut, mutlak ve değişmez sıfatlarıyla aşkın (yani evrenin üstünde); somut, göreli ve değişken sıfatlarıyla ise evrende içkindir. Buna “çift kutuplu ulûhiyet” diyebiliriz.

Belli başlı temsilcileri Alfred North Whitehead (1861–1947) ve Charles Hartshorne (doğ. 1897) olan bu teze göre Tanrı, mahiyeti itibarıyla çift kutuplu; dinamik, dünya ile ilişkisi içinde kozal bir etkendir.

Tanrı bir yandan asli mahiyete sahiptir, yani tam (ekmel), ezelî ve hür; diğer yandan “oluşan” bir mahiyete sahiptir, yani O’nun oluşan mahiyeti eksik, sürekli değişen ve sonsuzca sürüp gitmektedir. Birinci yönü Tanrı’nın aslî tabiatını, ikinci yönü ise oluşan tabiatını, yani fiil hâlindeki durumlarını ifade eder.

Tanrı’nın insanın bir icadı olduğunu düşünenlere göre, bu icadı ancak sosyal-psikolojik durumlar ve faktörlerle açıklamak mümkündür. İnsan, iki durum arasında gidip gelir: Bir durumda sonsuz düşünce, arzu, ideal, emel, umut ve hedeflere sahipken –insanın en temel duygularından biri, ölümlü olduğunu bildiği hâlde sonsuzluğu ruhunda taşıması değil midir?– diğer durumda aciz, güçsüz, sınırlı ve kayıt altında bulunur.

Kayıtlar ve sınırlar onu öylesine çaresiz kılar ki çoğu zaman, belki de her zaman yaşadığı acıların, peşini bırakmayan mutsuzluğun sebebi bundan başkası değildir. Ruhu ebediyet duygusuyla doludur ama ne kadar yaşarsa yaşasın eninde sonunda öleceğini bilir.

Her şeye güç yetirmek ister ama ne kadar güçlü olursa olsun, taşıyabileceği yük sınırlıdır. Tabiatta geçerli yasalar insanı sınırlandırır, fakat insan sınır tanımak istemez.

Bazen insan Yunan tanrılarına özenir. Yunanlıların mitolojik tanrı tasavvuruna göre tanrılar insan gibidir; sever, öfkelenir, gazaplanır, kıskanır, birbirleriyle ve insanlarla savaşırlar, entrika ve hileyle iş görürler; ama ölümsüzdürler.

Tanrıların sahip olduğu bu hasletlere insan da sahiptir, ancak ölümlüdür. Ölümlü olsa da ruhun ebediliğe olan tutkusu bir türlü son bulmaz.

İnsanın Tanrı’yı icat ettiği düşünülse bile, insanın içinde tanrısal bir öz olduğu göz ardı edilemez. İnsan bunu hisseder, ruhen tecrübe eder, yaşar.

Bu durum, zaman zaman Tanrı’yı insanın icadı sayanları “Tanrı’nın özü ile insanın özünün aynı olduğu” fikrine götürmüştür. Sevgi ve kudretin sonsuzluğunu insan Tanrı’ya yansıtır; yani kendinde olanı Tanrı diye icat ettiği bir varlıkta farz eder, ona yansıtır.

Spinoza, tanrısal varlıkla tabiatı özdeşleştirmişti. Onun tasavvurunda biri diğerinde içkindir. Spinoza’da iki ayrı entite vardır; başka şekilde düşünülemezdi. Çünkü “özdeşlik” söz konusuysa biri diğerinde olan veya bir durumda birbirleriyle özdeşleşen iki entite olması zaruridir. Spinoza’da, tabir caizse, Tanrı ruhtur, tabiat bedendir; ya da Tanrı koku, tabiat güldür.

Feuerbach’ta ise Tanrı diye ayrı bir varlık yoktur; Tanrı’nın ismi, zihindeki tasarımı, kurgusu söz konusudur ve zihin ile kavram arasında öz birdir. Bütün yetkinlikler bu kavrama yüklenmiştir. Feuerbach, bir materyalist olarak, Tanrı’nın ortadan kaldırılmasıyla insanın özgürleşebileceğini savunur. Zaten Tanrı’ya atfettiği öz ve bu özün ihtiva ettiği bütün hasletler, yetiler ve durumlar insanda mevcuttur. Ancak Tanrı fikri insanı kendisi olmaktan çıkarır, özgürlüğünden yoksun bırakır.

İnsanın Tanrı’ya tapmasını yasaklayan maddeci Feuerbach’ın öne sürdüklerinden başka, insanın insana tapmasını emreden ruhçu Feuerbach’tan da söz edilebilir; ama bizim konumuz maddeci fikirlerdir.

Burada filozofları yanıltan şey, Tanrı ile insan arasındaki “özbirliği”nin, ikisini mahiyette özdeşleştirmeyi zorunlu kılmadığı hususudur. Tanrı Tanrı’dır, insan insandır. Peki, bu durumda aralarındaki “özbirliği”nin anlamı nedir, bu öz nedir?

Bizim bakış açımızdan bu sorunun cevabı basittir: Şanı yüce Allah, Âdem’i dünyevî tabiatımızın mayası olan topraktan yaratmış ve ona ruhundan üflemiştir (Secde, 32/9). İnsana üflenen bu ruhun iki özelliği vardır: Biri menşei itibarıyla ilahîdir, Allah’a aittir; diğeri ise ilahî isimleri (Esmaü’l Hüsna) birer tohum olarak içinde barındırır.

Bu açıdan insan hangi eğilim, yönelim, emel ve arzu içinde olursa olsun, bunun kökeni ilahîdir; ilahî isimlerden birinin, birkaçının –en ileri yönelimiyle tümünün– kendisinde tecelli etmesini ister. Birden fazla tecelli mümkündür; mümkün olmayan, ilahlığa (ulûhiyet) ve Rabliğe (rubûbiyet) kalkışmasıdır. Bazen tecelli ettirir, bazen ettiremez.

Yuval Noah Harari, atalarının Tevrat’ı tahrif ettikleri gibi, kendisi de türümüzün tarihini ve tabiattaki canlı varlıkların bilgisini tahrif ederek “Sapiens’ten tanrılığa doğru zorunlu bir gidiş olduğunu” ileri sürer.

Nietzsche, “Tanrı’nın ölümü”nden sonra “üst insan”dan bahsetmişti. Belki de onun kastettiği ve arzuladığı, sûfîlerin tarif ettiği “insan-ı kâmil”dir. Amerikalılar ise “üst insan”ı ve “insan-ı kâmil”i Superman olarak tasarlayıp sinema diline çevirdiler.

İnsanın Allah’tan bağımsız, O’ndan kopuk kendinde bir özü yoktur. Her neye sahipse tümü Allah’a aittir; her birini bir emanet içinde taşır. Emaneti doğru yönde, ahlaki sorumluluk içinde kullanırsa başarır; yanlış yönde kullanırsa kaybeder.

 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.