
Fesih Süreci ve Sorumluluk Dili
Türkiye hem siyasi sistem hem de toplumsal bilinç açısından yeni bir dönemin eşiğine gelmiş durumda. Bu dönemin ruhu da siyasal olgunlukla birlikte topluma güven veren, ülkenin çıkarlarını gözeten, süreci sahiplenen, karşılıklı sorumluluk ilkesini temel a
“Dil bir köprüdür; yıkan da, kuran da insanın kendisidir.”
(Anonim)
Türkiye, uzun yıllardır taşıdığı ağır bir toplumsal meselenin çözümüne dair yeni ve umut vadeden bir dönemin eşiğinde. PKK’nın silah bırakması ve kendisini feshettiğini ilan etmesi, terör sorununun fiilen sonlandığına dair en açık işaret. Bu gelişme, yalnızca güvenlik alanında değil, siyasetin, toplumsal uzlaşının ve demokratik geleceğin şekillenmesinde de tarihî bir dönüm noktasını işaret ediyor.
Aynı zamanda, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) süreci yasal bir zemine oturtmak amacıyla komisyon kurması, siyasal sistemin bu gelişmeyi ciddiyetle ele aldığını gösteriyor. Atılan her adım, silah bırakma ve fesih sürecinde tarihî bir kırılma anını temsil ediyor. Türkiye hem siyasi sistem hem de toplumsal bilinç açısından yeni bir dönemin eşiğine gelmiş durumda.
Sürecin Kaderini Belirleyecek Unsur: Kullanılan Dil
Tarihî adımların atıldığı bu dönemde en çok öne çıkan ve hayati önem kazanan konu, kullanılan dildir. Gelinen aşama, sürece yön veren aktörlerin dili nasıl kullandığının ne kadar belirleyici olduğunu bir kez daha gösteriyor. Ancak siyasi iletişimdeki sorumluluk duygusu, kimi zaman zayıflamış bir görüntü veriyor. Ülke, siyasal ajandalar ekseninde kısır döngülere çekilmeye çalışılıyor. Karşımızda sorumluluk almadan meselenin çözümünü bekleyen bir ruh hali var: Düzenli aralıklarla yapılan yönlendirmeler, “Artık sıra şunda” ya da “Şu konuda adım atılmalı” gibi buyurgan ve tek yönlü ‘talimat’lar.
Eskilerin dediği gibi, “Usul esasa mukaddemdir.” Üslup da usule mukaddemdir. Yani böyle hassas ve kritik bir dönemeçte hem öncelikleri doğru sıralamak hem de makul ve mümkün olanı konuşmak gerekir. Getto psikolojisine hapsolmuş, süreci örgütsel kazanım çerçevesinde değerlendiren bir dil yerine; nihai hedef olan normalleşmeyi, kolektif bir kazanım olarak sunan pozitif bir dil kurulmalı. Asıl yaratıcı katkı ve süreci ileri taşıyacak tutum budur.
Açık olan şudur: Eski dilin terk edilmesi artık zorunludur. Çünkü bu dil, geçmişte oluşmuş bir hafızanın ve alışkanlığın taşıyıcısıdır. Oysa yeni bir dönemi eski ezberlerle kurmak mümkün değildir. Bugün, ezberlerimize yaslanarak bir kamusal söylem oluşturma zamanı değil. Aksine, ezberleri bozan, ortak geleceği önceleyen bir söylem kurma sorumluluğuyla karşı karşıyayız.
Taraflara sürekli görev yükleyen, “biz ve ötekiler” ayrımına dayanan söylemler, kaçınılmaz olarak toplumsal ve siyasal tepki üretir. Oysa şu anda bir badireyi hep birlikte geride bırakmak ve ortak bir geleceği birlikte inşa etmek gibi tarihsel bir fırsatla karşı karşıyayız. Bu hedefe uygun, sağduyulu ve kapsayıcı bir dil inşa edilmelidir. Ve bu sorumluluk, özellikle süreçte rol alan ya da almak isteyen tüm aktörlerin omuzlarındadır.
Yine bu çerçevede, silah bırakmış ve kendini feshetmiş örgüt üyelerine ilişkin düzenlemeler üzerinde çalışacak komisyona dair ortaya atılan şartlar, kimi zaman çerçevesi belli bir yapıya ülkenin tüm sorunlarını havale etmeye kadar varan yaklaşımlar içeriyor. Bu, süreci sağlıklı bir zeminden uzaklaştırabilir.
Hâlbuki yol haritasına dair detaylar taraflar arasında çoktan konuşulmuş; iletişim kanalları açık. Buna rağmen ısrarla sürdürülen ‘talimat’ dili, sürece zarar verebilir. Hatta toplumsal desteği aşındırabilir. Bunun da ötesinde, kamuoyunda yanlış algıların oluşmasına yol açar; süreci iç siyasi rekabetin bir aracı hâline getirir. Her iki durumda da zarar gören, ülkenin insanları olur.
Komisyon özelinde de benzer bir tabloyla karşı karşıyayız. Defalarca görüşme yapılmış; içerik, kapsam, biçim ve katılım gibi tüm teknik detaylar ele alınmış durumda. Tam süreç istikrara kavuşuyor derken, iç siyasal çekişmelerin ve bireysel ajandaların devreye girmesiyle, süreci zora sokan bir dil tekrar ortaya çıkıyor.
Siyasal Rekabetin Gölgesi: Muhalefet ve Algı Savaşları
Bugün çözüm sürecine dâhil olan siyasi aktörlerin hemen hepsi, geçmişte yaşanan deneyimleri, karşılaşılan zorlukları ve sürecin nasıl sabote edildiğini iyi biliyor. Bu nedenle, kendilerinden daha temkinli ve sağduyulu bir tutum sergilemeleri bekleniyor. Ancak ortaya çıkan tablo bu beklentiyle örtüşmüyor. Genel olarak kullanılan dil, hem iç siyasi muhalefet tarafından kolayca istismar edilebilecek kadar özensiz hem de toplumda kırılganlık yaratacak ölçüde sert. Bu da yalnızca sembolik bir kırılganlık değil; sahici, derin ve toplumsal bir duyarlılığı tetikleyen bir durum.
Bazı çevreler, sürece karar veren siyasi iradeyi, özellikle iktidarı ve ortağını yıpratma amacıyla her adımı, her ifadeyi “terörle müzakere” söylemine sıkıştırma eğiliminde. Bu tür pozisyon arayışlarının yoğunlaştığı bir atmosferde, ‘talimat’ içeren buyurgan dil, süreci yürüten aktörlerin hareket alanını daraltıyor. Bununla da kalmıyor; sürece mesafeli duran kesimlerde yeniden bir güvensizlik duygusu uyandırıyor.
Dilin özenli kullanılmadığı her durumda, “Bakın, dedikleri gibi değilmiş; bu süreç bir al-ver süreciymiş” şeklinde yanlış ama etkili algılar oluşuyor. Herkesçe bilinen bir yanlışın gerçekmiş gibi sunulması, sürece zarar verir. Bu çok açık. Aynı şekilde, pazarlıkçı söylemler, kazanan-kaybeden denklemleri kuran tutumlar veya zamana yayılacak gelişmelere ilişkin toptancı beklentiler de gerçeklikten uzak, hatta süreci zedeleyici.
Asıl Olan Söylemde Denge
Oysa bu dönemin ruhu, siyasal olgunlukla birlikte yeni bir dil inşasını zorunlu kılıyor. Bu dil, topluma güven veren, ülkenin çıkarlarını gözeten, süreci sahiplenen, karşılıklı sorumluluk ilkesini temel alan bir dildir. Ve bu dil yalnızca üsluba değil, sürecin esasına da yön verir. Siyasi partiler ve aktörler, kendilerine düşen özel sorumluluğun farkındalar. Sürecin başından bugüne kadar çoğu aktör, dikkatli ve sorumlu bir dil kullanmaya özen gösterdi. Konunun doğrudan muhatabı olmasalar da, toplumsal tabanları üzerinden sürecin taşıyıcısı olduklarını biliyorlardı.
Bu nedenle, ülkenin ve milletin menfaati, açık bir şekilde, sağduyulu ve sorumlu bir dil gerektiriyor. Bu dil kurulurken yalnızca seçmen kitlesi değil, süreci dikkatle izleyen ve sorgulayan tüm Türkiye toplumunun dikkate alınması gerektiği unutulmamalı. Söylenen her söz, sadece bir cepheye değil; sürecin geleceğini belirleyecek tüm taraflara hitap ediyor.
Önceki çözüm sürecinde sıkça dile getirilen ve artık içi boşalmış “talimat” söylemi bugün bir anlam taşımıyor. Esas olan artık sorumluluğun paylaşılmasıdır. Çünkü ortada silahı reddeden, demokratik siyaset zemininde çözüm arayan bir irade var. Bu aşamada yapılması gereken şey, tekrarlanan sloganlar değil, ortak sorumluluğu üstlenmek ve yanlış algıların önüne geçmektir. Bu tarihî bir sorumluluktur.
Sürecin sağlıklı ilerlemesi, yalnızca sorumluluk almaktan ibaret değil; bu sorumluluğun topluma nasıl aktarıldığıyla da doğrudan ilgilidir. Bu nedenle muhataplardan beklenen, yalnızca çağrılarla değil, geçmişe yönelik samimi değerlendirmelerle toplumsal güveni yeniden inşa etmeleridir.
İspanyol asıllı filozof George Santayana’nın şu sözü, bu aşamada özellikle hatırlanmalı:
“Geçmiş hataları unutanlar, onları tekrar etmeye mahkûmdur.” Geçmişte yapılan hataları anımsayıp bugüne dikkatle bakarsak, süreci nasıl daha doğru yönetebileceğimiz zaten kendiliğinden ortaya çıkar.
TBMM Komisyonunun Önemi ve Beklenti
TBMM çatısı altında kurulan komisyon, siyasi ve toplumsal mutabakatı arayan bir mekanizma olarak tarihsel bir öneme sahip. Sürece dair önemli bir gelişme olarak, ilk kez MİT Başkanı, Meclis’te grubu bulunan partileri ziyaret ederek bilgi paylaştı, soruları yanıtladı ve meselenin ciddiyetine dikkat çekti. Bu ziyaret, hükümetin konuya verdiği önemin somut bir göstergesi oldu.
Öngörülen komisyon yapısı, Meclis’te temsil edilen tüm siyasi partilerin sürece dâhil olmasını mümkün kılıyor. Dolayısıyla burada ortaya çıkacak başarı, sadece bugünü değil, geleceği de şekillendirecek nitelikte bir başarı olabilir.
Bu başarının zemini ise tüm aktörlerin süreci sahiplenmesine, katkı sunmasına ve sorumluluk duygusuyla hareket etmesine bağlıdır. Çünkü bu ölçekteki bir mesele, hassasiyet ve ciddiyete uygun bir usul ve üslup gerektirir. Daha önce mutabakata varılmış başlıkları yeniden tartışmaya açmak ya da süreci, kendi tabanına mesaj verme aracı hâline getirmek, Türkiye’nin kazanımlarını zedeleyecektir. Komisyonun siyasal bir araç değil, ortak iyinin taşıyıcısı olması gerekir.
Geçmişte yaşanan tecrübeler, bu tür pozisyonların sürece nasıl zarar verdiğini yeterince gösterdi. Bu nedenle bugün, büyük umutlar bağlanan komisyonun çalışmalarını manipüle etmemek ve bu sürece gerçekten inanmak hayati bir sorumluluktur. Demokratik zemini güçlendirme hedefinde birleşildiğinde, meşruiyetin ve toplumsal desteğin de doğal olarak büyüyeceği açıktır.
Sessizlik, Zamanlama ve Sorumluluğun Dili
Türkiye, toplumsal barış ve çözüm arayışında yeni bir eşiğe gelirken, yalnızca kullanılan dil değil, sessizlik biçimi de anlam kazanıyor. Cezaevinden infaz rejimi çerçevesinde çıkan kişiler üzerinden yalan haberlerin yaygınlaştığı, çekilen videolarla kamuoyunun manipüle edilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz.
Bu noktada, yalanın değil gerçeğin yanında durmak esas. Gereksiz polemiklerden kaçınmak ve zaman zaman sessiz kalmak, sürecin sağlığı açısından çok daha değerlidir. Çünkü zamansız ve tekrara düşen söylemler, toplumsal desteği zayıflatırken; yapıcı sessizlikler ve doğru zamanda verilen güven verici mesajlar, süreci tahkim eder.
Bugün atılan her adım, yalnızca bugünün barışını değil, gelecekte inşa edilecek demokratik düzenin temelini de şekillendiriyor. Bu sürecin başarısı, sadece barış, huzur ve özgürlük getiren bir hukuk düzeni kurmakla sınırlı değil; aynı zamanda ortak aidiyet duygusunu ve adil bir demokrasi anlayışını da güçlendirecektir. Bu nedenle, ortak bir siyasi ahlak ve söylem dili geliştirmek hepimizin sorumluluğudur. Bu çağrı sadece siyasetçileri değil; medya, sivil toplum ve kanaat önderlerini de kapsar. Çünkü bu sürecin geleceği, kelimelerle kurduğumuz köprülerde saklıdır. O köprüleri yıkmadan, birlikte geçebilmeyi başarmak zorundayız.
Unutulmamalı ki bu çaba, derin bir yaranın iyileştirilmesi için veriliyor. Geçmişin hataları tekrarlanmasın diye acıları ve olumsuz hafızayı onurlu biçimde gömmek, iyileşmenin ilk adımıdır. Geleceği sağduyulu bir dille kurmak, geçmişi unutmamak kadar hayatidir. Aksi hâlde Lacan’ın dediği gibi “Usulünce gömülmeyen her şey hortlar”. Ve biz bu topraklara, bu halka, bu geleceğe böyle bir ihtimali yaşatma hakkına sahip değiliz.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.