1. YAZARLAR

  2. Elif Çakır

  3. Bir Dreyfus’tan onlarca Dreyfus’a: Ülkemizin bitmeyen adalet sorunu
Elif Çakır

Elif Çakır

Bir Dreyfus’tan onlarca Dreyfus’a: Ülkemizin bitmeyen adalet sorunu

A+A-

131 yıl önce, 1894’te Fransız ordusunun Yahudi asıllı subayı Alfred Dreyfus’un “Almanya’ya casusluk yaptığı” iddiasıyla haksız yere mahkûm edilmesi, Fransız adalet tarihinde bir dönüm noktası oldu. Fransa, bu davayı yalnızca bir utanç vesikası olarak rafa kaldırmadı; aksine, Dreyfus olayı hukuk sisteminin yeniden inşasının katalizörüne dönüştürdü, adalet anlayışını ve yargı yapısını kökten değiştiren bir dönüşüm sürecine girdi.

Dreyfus sadece Fransa için değil çoğu Avrupa ülkesi için de modern hukuk tarihinin vicdan muhasebesi oldu. Sadece yargısal bir hatanın değil, devlet aklının vicdanla çatışmasının da sembolü haline geldiği için Avrupa’nın hukuk sistemleri de Dreyfus’tan paylarına düşeni aldılar. Mahkemelerin bağımsızlığını yitirdiği, delillerin güvenirliğinin tartışmalı olduğu her durumda, dünya kamuoyu Dreyfus’un haksız mahkumiyetini hatırladı; adaletin saptığı her örnek, bir anlamda “yeni bir Dreyfus vakası” olarak anıldı.

Nitekim ülkemizin 3. Cumhurbaşkanımız merhum Celal Bayar, Kayseri Cezaevinde yatarken Yassıada Davası’nın yüzlerce Dreyfus’a bedel olduğunu ama ülkemizden bir Emile Zola çıkmadığını anılarında yazar:

“İftira ve mahkeme yönünden bizimkine çok benzemektedir. Fransız Milleti bu adaletsizliği tamir etmiştir. Bizde henüz milli vicdan haksız hükümeti hazmetmemekle beraber tamiri için maddi bir gayret göstermemiştir. Mesela bir Emile Zola, bir Clemenceau çıkmamıştır.” (Celal Bayar, Kayseri Cezaevi Günlüğü, sh.69)

Merhum Bayar sonra kızı Nilüfer Gürsoy’a Dreyfus davasını anlatan bir kitabın tercüme ettirerek yayınlanmasını ister.

Bir Dreyfus Davası Fransa’ya ve Avrupa’ya hukukun itibarının, devletin değil, insanın onuru üzerine inşa edilmesi gerektiğini, hukukun devlete değil, bireye hizmet etmesi gerektiğini, Dreyfus’un sonunda beraatine giden yol, temyiz hakkının ne kadar hayati olduğunu öğretti. Avrupa Yargıtay sisteminin yetkilerini genişlettiler, yeni delillerin ve yargı hatalarının yeniden incelemesi usullerini kolaylaştırdılar.

 Bizim ülkemizde yüzlerce Dreyfus Davası yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor. Yaşanan acılar bize tecrübe olmuyor maalesef, yargı her dönem siyasallaşmaya, adaleti boğmaya devam ediyor.

***

Siyasallaşan yargı sisteminin ezip geçtiği, düşman hukuku işletilen davaların başında Boydak ailesi geliyor.

Mustafa Boydak benim kendisini tanımış olmaktan onur duyduğum, fikirlerinden, düşüncelerinden istifade ettiğim arkadaşım, büyüğüm. Boydak ailesiyle başlarına bu hukuksuzluklar gelinceye kadar herhangi bir tanışıklığım yoktu. Mustafa Boydak’la 2016 yılının sonbaharında tanıştık, normal bir hukuk devletinde olsa cezaevinin yanından bile geçmeyecek biri, ama ülkemizde hukuk işlemediği için 3 yıla yakın süredir cezaevinde.

Boydak Ailesine düşman hukuku uygulandığı inancı AK Parti içinde bir hayli yaygın. Boydak Ailesini yakından veya uzaktan tanıyanlar, dava dosyasını bilenler AK Parti’ye vebal olarak Boydak dosyasının yeteceğini söylüyorlar.

Maltepe Cezaevinde tutuklu olan Mustafa Boydak’ın gönderdiği son mektubundaki şu sözlerini sizlerin nezdinde iktidar yetkililerinin okuması için paylaşmak isterim. Boydaklar sadece Kayseri’nin değil bütün Türkiye’nin hayırsever olarak tanıdığı bir aile. Mustafa Boydak mektubunda milyar dolarları bulan sosyal ve insani yardımları, valilerin, belediye başkanlarının BOYDAK Vakfından talep ettikleri yardımları ve vakfın yaptığı yardımları ayrıntılı bir şekilde anlatıyor:

“Belediye başkanlarımıza, valilerimize söylüyorduk, fonumuz var, aman açta açıkta kimseler kalmasın diye tembihliyorduk. Tüm ilçelerimizi de ayrıca kollardık. Elbette bizim ilçemiz olduğu için Hacılar daha torpilliydi yardımlar konusunda. Yardımlarda birlikte çalıştığımız birçok kaymakam vali olmuştur. Hatta civar illere de çok destek veriyorduk. Sivas, Yozgat, Nevşehir, K. Maraş, Niğde, Aksaray gibi.”

Yaptıkları bu çok geniş sosyal ve insani yardımlar arasında o zaman cemaat olarak bilinen ve iktidarın da desteklediği FETÖ’ye yapılan yardımlar, milyar dolar arasında oldukça küçük bir oran olduğunu söyleyen Boydak şöyle diyor:

“Bizim yargılandığımız dönemde, ısrarla bu oranlara bakılmasını talep ettim ancak MASAK adına inceleme yapanlar, maalesef raporlarını detaylandırmadılar. 15 Temmuz’un ilk yılları gerçekten zorluklar yaşandı, talepler hiç dikkate alınmadı. Banka ve diğer şirketlerin büyüklüklerini de dikkate aldığımızda, yardım vs. gibi, havale gibi rakamlarla karşılaştırdığımız zaman bu oranların ne kadar küçük oranlar olduğu görülecektir.”

Kayseri’deki yardım, destek hizmetlerinden bahseden Mustafa Boydak vakıflarının adli soruşturma veya mahkeme kararıyla değil tamamen “idari kararlarla” kapatıldığını söylüyor.

“Boydak Vakfı, 22 Temmuz 2016’da KHK ile kapatıldı; ancak on yıllık faaliyetleri incelendiğinde FETÖ ile hiçbir bağlantısı bulunmadı. Buna rağmen OHAL Komisyonu yöneticilerin cezalarını gerekçe göstererek iade talebini reddetti, dava hâlâ sürüyor. Vakıf bugüne kadar 20 bin öğrenciye burs sağlamış, hiçbir siyasi ya da ideolojik kriter gözetmemişti. Benzer şekilde, ihtiyaç sahiplerine yardım eden HES Vakfı da idari kararla kapatıldı; oysa her iki vakıf da denetimlerden geçmiş ve hiçbir usulsüzlük tespit edilmemişti.”

***

Ülkemizde bu denli adalet mağduriyetlerinin oluşmasında OHAL’in etkisi büyüktür. 15 Temmuz darbesinin bastırılması elbette haklı olmaktan öteye Anayasal bir görevdi. Ancak kısa sürede devletin hukuka dönmesi gerekiyordu. İktidar maalesef OHAL’in sağladığı geniş kapsamlı ve denetimsiz yetkileri sonuna kadar kullandı. Çünkü OHAL, adli soruşturma ve mahkeme kararları olmadan vakıfları, dernekleri, okulları, üniversiteleri kapatma yetkisini veriyordu. Bunun içindir ki iktidar OHAL’ı iki yıl devam ettirdi.

Darbe anayasasına göre, OHAL döneminde çıkarılan KHK’ların aleyhine Anayasa Mahkemesi’nde dava açılamaz. (Madde 148)

Bunun iktidarın elini nasıl rahatlattığı açıktır, uygulamayla da sabittir. İktidar biliyordu ki ne yapsa, AYM’ye gitmeyecek.

Anayasa Mahkemesi’nin OHAL KHK’ları konusundaki tavrı da mağduriyetler oluşmasında etkisi oldu. AYM iktidarın OHAL yetkilerini kullanarak aldığı kararların darbenin bastırılmasıyla ilgisinin olup olmadığına bakabilirdi ama AYM maalesef açılan davaları toptan reddetti. Üstelik o dönem OHAL kararnamelerinin birçoğunun da darbenin bastırılmasıyla ilgisi yoktu, hükümet muhalefete karşı elini güçlendirmek için KHK’ları kullanmıştı; KHK ile Seçim Kanunu değiştirmek gibi. Dolayısıyla AYM’nin KHK’ları incelemeyi reddetmesi, “ciddi ve yaygın insan hakları ihlallerine” yol açtı. (Ergun Özbudun, Anayasacılık ve Demokrasi, s. 132)

Oysa iktidar hızlıca hukuka dönseydi, FETÖ soruşturmalarında sadece hukuk işleseydi, yargıçların kafalarında FETÖ kılıcı sallanmamış olsaydı, kararlarını hukuka göre, vicdanlarına göre vermiş olsalardı… İktidar FETÖ meselesini şahsileştirmeseydi, öfkeyle yaklaşmasaydı bugün ülkemiz 15 Temmuz kalkışmasından güçlenerek çıkardı. AK Parti iktidarı da geçmişi darbelerle, kalkışmalarla dolu ülkemizde hukuk devletini rayına oturtmuş olurdu. Devleti ve iktidarı 15 Temmuz gecesi canı pahasına sokaklara çıkarak darbeden kurtaran ülkemiz vatandaşlarına kurumları güçlenmiş, hukukun üstünlüğünün hakim olduğu bir demokratik bir hukuk devleti sistemi armağan etmiş olurdu.

AK Parti, tercihini hukuku ve ülkeyi güçlendirerek değil, kendi iktidarını güçlendirerek bu krizlerden çıkmaktan yana kullandı.

Bütün bunlar ortadayken, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç her gün kameraların karşısına geçip Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu, yargının bağımsız ve tarafsız çalıştığını söylemeye devam ediyor.

Oysa bir tek dava dosyası, Dreyfus Davası, Fransa’nın adalet sistemini kökten gözden geçirmesine yetmişti.

Bizde ise Selahattin Demirtaş’tan Osman Kavala’ya, Can Atalay’dan Tayfun Kahraman’a, Boydak ve Koza İpek ailelerine kadar pek çok isim, Dreyfus davasına benzeyen hukuksuz yargılamalarla cezaevinde. AYM’nin Tayfun Kahraman hakkındaki son kararı da bizde “adil yargılanma hakkının” nasıl ihlal edilerek insanların mahkum edilebilidğini gösteren örneklerden biridir.

Cezaevlerimiz, adaletin siyasallaşmasının sessiz tanıklarıyla dolu.

Türkiye gerçekten bir hukuk devleti olsaydı, iktidar yargının üzerinden elini çekmiş olsaydı; siyaset kurumu kendi lehine sonuçlar almak için bütün ahlaki, insani ve evrensel ilkeleri çiğnemeseydi…

Dava dosyasında tek bir suç delili bulunmayan Mustafa Boydak bugün hâlâ cezaevinde olur muydu?

Anayasa Mahkemesi’nin eski Başkanı Haşim Kılıç, 11 Kasım 2019’da şöyle demişti:

“Karar veren hâkim, ‘gerici’, ‘ihanet içinde’, ‘hain’, ‘uşak’ ya da ‘örgüt üyesi’ gibi ithamların korkusuyla bazen vicdanla bağını koparmak zorunda kalıyor.”

Hâkimler ve savcılar bu korkularla yaşamak zorunda kalmasaydı, mahkemeler bu kadar çok adaletsizlik üretebilir miydi?

Adalet hata yapmaz değildir; hatalı kararlar verebilir.

Ama adaletin özü, yanlışı gizlemek değil, onu itiraf edip düzeltebilmektir.

Adında “adalet” kelimesini taşıyan AK Parti’nin en büyük çelişkisi ve en büyük hatası da budur:

Adaletsizliklerin toplumu kuşattığını gördüğü hâlde, dava dosyalarında suç unsuru bulunmadığını bildiği hâlde, bu adaletsizlikleri sürdürmesidir.

Ve belki de en tehlikelisi, onları düzeltmeye niyet bile göstermemesidir.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar