ALİ BULAÇ - (The Turkish Post)
Kişiselleştirme ve ontolojik mahiyet bakımından ne insan Tanrı’yı benzer, Tanrı ne insana; temel ilke şudur: O’nun bir eşi, dengi ve benzeri yoktur. Bu konuda vahyin bildirdikleri ile aklın yapabildiği açıklamalar arasındaki mutabakatı Müslüman kelamcılar kurabilmişlerdir. (Bkz. Ruhullah Öz, Fahreddin er Razi’nin Perspektifinden Antropormorfizm ve Tenzih, Araştırma y. Ankara-2020.) Kindi, Tanrı’ya benzemekten söz etmişse bile, bundan anlaşılması gereken, insanın Tanrı’nın isimlerinin her birini rehber veya rol model alarak manevi ve ahlaki kemâl yolunda çaba göstermesidir.
Yahudilik ve Hıristiyanlık, biri diğeriyle ilgili olması bakımından iki farklı Tanrı tasavvurlarına sahiptirler.
Tanrı-varlık ve Tanrı-insan ilişkisi konusunda Yahudiliğin temeli tek Tanrıcılık olmakla birlikte kişiselleştirilmiş bir Tanrı tasavvuruna sahip olduğu genel olarak kabul edilir. Tevrat, Tanrı’nın varolan olduğunu ve evreni yarattığını bildirir. Evreni hür iradesiyle yarattığından dilediği zaman evrene müdahale eder. Çünkü mutlak kudret sahibidir. Varlıkta, O’nun bilgisi dışında vuku bulacak herhangi bir olay tasavvur olunamaz.
Tanrı evrene müdahale ettiği gibi tarihe de müdahale eder, O’nun müdahalesi “seçilmiş kavim İsrailoğulları” aracılığıyla olmaktadır. Tevrat’ın Tanrı-varlık ilişkisini anlatan bölümleri yanında Tanrı-İsrailoğulları ilişkisini anlatan bölümleri de dikkat çekicidir. Genel anlatımdan anlaşılıyor ki bu kavim seçilmiştir; bir çocuk gibi zaman zaman şımarık, nankör, söz dinlemez, ahdinde durmaz, zorba, katliamcı olur. Her ne yapsa, ona kızsa ve hatta cezalar verse de –ki Tih Çölündeki çileli hayat, sıkça tekrarlanan diaspora, sürgünler ve hükümleri hayli ağırlaştırılmış Şeriat söz konusu cezaya örneklerdir- Tanrı yine de kavmi sevmeye, düşmanlarına karşı kollamaya, İsrailoğullarından olmayanlara (goyim, centile, milletler, ötekiler) karşı öne ve üste çıkarmaya devam etmektedir. Kavim öylesine üstün ayrıcalıklarla donatılmış ki, varlık hiyerarşisinde cansızlar, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan sonra İsrailoğulları yer almaktadır.
Kavim Tanrı’yla da kavga eder. Şu pasaja bakalım:
“Adam; -‘Artık sana Yakub değil, İsrail denecek’ dedi. ‘Çünkü Tanrı’yla, insanlarla güreşip yendin.’ (Tekvin, 32:28.) Kavim, insanlar ile Tanrı arasında bir halkayı teşkil eder. İsrailoğularını “kendi suretinde yaratmış”, diğer kavimleri topraktan ve çamurdan. Başlangıçtaki ahdinde durmasa da kavim seçilmişlik özelliğini sürdürmektedir. Bu ayrıcalık anneden geçen Yahudilik’i Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan farklı olarak evrensel kılmaz. Yahudilik’in kapıları Yahudi anneden doğmayanlara kapalıdır.
Yahudi sonrası din olan Hıristiyanlığın kendisine nisbet edilen Hz. İsa, Hz. Musa’nın tek tanrıcı (tevhid) inancını ve şeriatını devam ettirmek üzere ortaya çıkmıştı. Ne var ki ondan sonra gelenler hem tek Tanrı inancını üç tanrı inancına (teslis) çevirdiler hem de Musa şeriatını dinden çıkardılar. Yahudilikten ayrılan Hıristiyanlık tarihi dünyanın ve insanın yaratılışıyla başlatır ve fakat ilk insanın günah işlediğini söyler. Tanrı İbrahim’le sözleşmiş, Musa’ya şeriat vermişti. İsa’ya düşen ise günahın kefareti olarak çarmıha gerilmesi oldu. İşte Hıristiyan doktrinine göre İsa’nın ölümü –İslamiyet Hz. İsa’nın çarmıha gerilemediğini ve öldürülmediğini belirtir (4/Nisa, 157)- Tanrı’nın insanla yeni sözleşme (Ahd-i cedid) yapmasına yol açtı. Yahudilerde şeriat sevgisi esastır, Hıristiyanlıkta ise sevgi yasası esas alınacaktır. Bu, aynı zamanda sadece kendileri kurtulacaklarını öne süren Yahudilerin aksine, insanlığın tamamına kurtuluşun yolunu açmak anlamına gelir.
İlk günah, bedenlenme ve üçleme inancı Hıristiyan teologları en çok meşgul eden konulardır. İster Platon ve Aristo’da billurlaşan Yunan felsefesi, ister Plotinus’un Yeni Platonculuğu söz konusu olduğunda, bu konular şu veya bu tevile maruz kalmışlardır.
580-662 yılları arasında yaşayan itirafçı Maxsimus, birçok teolog gibi bu konuya kafa yoranlardandır. “Bir’den bir çıkar” ilkesi ile “üçleme (teslis)” inancını uzaklaştırmaya çalıştığında, Tanrı’ya sayılar dizisinin ilkesi olan sayıları oluşturan “bir” olarak değil, çokluğun kaynağı “Bir” olarak tanımlamak gerektiğini söyledi. Buna göre bir varlık (ousia) olarak Tanrı’nın üçlü bir varoluş tarzına sahip olduğunu düşünüyordu. Üç/3 gerçekte Bir/1’dir. Çünkü onun doğası budur. Buna göre Bir/1 aslında Üç/3’tür, çünkü onun da doğası budur. Kısaca 1, 3’tür, 3 de 1’dir.
Gilson, Yahudilik’le Hıristiyanlık arasındaki farkın altını çizerken, dinlerinin tek bir şahısla (Yehova) sınırlı olmadığını, dolayısıyla dini monarşi addedilmeyeceğini, putperestlerin belirsiz ve çoklukta kaybolan inançlarına da benzemediğini söylüyor. Ona göre onur sınırlamasında Üçü de birbirine eşit Baba, Oğul ve Ruhu’l Kudüs üçlemesine dayanır. Birden fazla kabul etmeyen Gilson, Tanrı’nın yoksul olmasını da kabul etmiyor. (Hıristiyanlık açısından felsefi/teolojik zor olan bu konu için bkz. Ali Bulaç, İslam düşüncesinde din-felsefe/Vahiy-akıl ilişkisi, İnkılap y. İstanbul-2016, s. 460 vd.)
Fakat elbette zihni meşgul eden sorular hemen sona ermiyor: Mesela ilki, ilk yaratan tek Tanrı ise, neden kendi doğasından iki tanrı daha üretti? O, onları yarattı veya türettiyse, ikisi O’nun karşısında nasıl tanrı olabilir ki! İlk yaratan üç tanrı ise, hangisi önceydi veya öndeydi? Baba mı, Oğul mu? Normalde Oğul babadan sonra gelir. Oğul babadan sonra ise, bu tanrıya zaman ve doğum sıfatları yüklenir. Tanrı’ya bu türden sıfatlar yakışır mı? Onur sayılarda ise, çok sayıda tanrı, Üç/3’e göre daha zenginlik sayılmaz mı? Ruhu’l Kudüs Cebrail’dir, nasıl tanrı olabilir? Bir/1’den Üç/3 çıkıyorsa sonsuz sayıda varlık da çıkabilir. Sayıları Üç/3’le sınırlandırmanın kriteri nedir? Onur ve mertebe bakımından Bir/1 bütün sayıların üstünde ise, İki/2 ve daha sonra gelenlerin nasıl Bir/1 ayarında onurları olabilir, onurları vardır ama Tanrı’nın dengi değildirler.
Bu ve benzeri sorular her zaman zihinleri meşgul etmeye devam edecektir. Allah Bir’dir, tektir, eşsiz ve benzersizdir (112/İhlas, 1-4). İlim, irade ve kudretiyle sonsuz sayıda varlığı yarattı; hepsine hikmetince tayin edilen kapasitelerine göre güç, yasa, nefs, akıl ve suretler verdi. Bir olan Allah ile varlıklar arasında mahiyet birliği yok, ne İki/2, ne Üç/3, ne de çok sayıda varlık Allah ile aynı modda düşünülemez.
Şeriatı olmayan iman veya din rüzgar karşısında duran alev gibidir. Hıristiyanlık, çocuklarına lütuf ve merhamet eden bir baba tasviri yapar ki, baba sonunda kefaret olarak verdiği oğlundan sonra, tek istediği sevgi kalmıştır. Sevgi, sonsuz şefkat ve inayet sahibi baba için yeter. Tek istenen sevgi olduğuna göre, kişi istediğini yapabilir, çünkü zaten günah olduğu için varolan şeriat, günahın kefareti ödendiği için ona da lüzum kalmamıştır. O zaman dinin temel ilkesi şu olur: “Tanrı’yı sev ve dilediğini yap!”
Netice itibariyle Yahudilikte İsrailoğullarına tahsis edilmiş ve fakat insanın hayli dışında olan “uzak tanrı”, Hıristiyanlıkta varlığı içkinleştirilmiş “yakın tanrı” tasavvuru ortaya çıkmaktadır.
İslam, ana vurgu olarak kul olmayı öne çıkarır. İnsan lâyık-ı veçhiyle Allah’a kul olmak durumundadır. Allah, tek bir kavmin değil bütün alemlerin Rabbi’dir (1/Fatiha, 1). Bütün peygamberler ve son peygamber önce kul (abd), sonra elçidir (resul veya nebi)dirler. Kelime-i şehadetin ikinci kısma: “Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir.” Muhammed (s.a.) örnektir, rol modeldir ama “önce kul, sonra elçidir.”
Tanrı ne doğmuştur, ne doğurmuştur, ne doğrulmuştur, eşi, dengi, benzeri yoktur (112/İhlas, 1-4). Mutlak bilgi, mutlak irade, mutlak servet ve mutlak iktidar O’nundur. Belli bir kavmin Tanrısı değil, “Alemlerin Rabbi’dir” (1/Fatiha, 1). Hem insana “Şah damarından daha yakındır” (Kaf, 16), hem “Gözler O’nu idrak edemez” (En’am, 103). Yani hem yakındır, hem uzaktır.
Öyle olmakla beraber Tanrı-insan, insan-peygamber, insan-tabiat ve insan-insan ilişkisini belirleyen ana çerçeve Hak’tan neş’et eden hakikat, hakkaniyet ve hukuktur. Öyle ki İslam peygamberi “Allah’ın kullar üzerinde hakları olduğu gibi, kulların da Allah üzerinde hakları olduğunu” belirtir. (Müslim, İman, 49-50.)