İbrahim el-Emin - El-Ahbar Gazetesi
Mahmud Derviş, merhum Yasir Arafat’ın konuşmalarıyla dalga geçerek şöyle derdi: “İsrail'in ona inanmadığı ne iyi, yoksa her gün bizi bombalar, içimizden kimseyi sağ bırakmazdı!”
Mesele şu ki, Araplara ve Müslümanlara genel olarak, özelde ise Filistinlilere karşı aşırı bir üstünlük duygusuyla şekillenmiş İsrail zihniyeti, karmaşık bir yapıya sahiptir. Bir yandan onları hayata layık görmez, diğer yandan da kendisine karşı savaşacak nitelikte olmadıklarını düşünür.
İsrail, kurulduğu günden bu yana girdiği tüm savaşlarda, Araplara ve Müslümanlara kendilerinin daha aşağıda olduğunu, Filistin hayali dâhil hiçbir hakka sahip olmadıklarını hatırlatmaya çalıştı.
Vahşetinin derecesi savaşlara göre değişmek şöyle dursun, artarak devam etti. Bu vahşet, Filistin devletinin kurulmasını engellemekten ziyade, Filistinlilerin tümden yok edilmesini amaçlıyordu.
Ancak İsrail, son çeyrek yüzyılda farklı bir gerçekle yüzleşti. Lübnan meselesinin çözümsüz olduğunu fark etti. Geri çekilmenin zamanla direnişin zafer fikrini sönümleyeceğini sandı.
Ne var ki, yenilgiye dair teknik tartışmalara gömülen İsrail, bu geri çekilmenin Filistinliler üzerindeki etkisini hesaba katmadı.
Oysa daha bir yıl geçmeden gördü ki, Filistin halkı kendilerine argüman sunulmuş gibi davrandı ve haklarını elde etmenin tek gerçekçi yolu olarak direnişi tırmandırmaktan başka çareleri olmadığını düşündü.
Kendisini Oslo Anlaşması’yla İsrail’i kandırmış zanneden Yasir Arafat bile, bu düşmanın ona hiçbir ödül vermeyeceğini ve genç yönetimini koruma niyeti taşımadığını fark etti.
Gözleri önünde, İsrail’in tüm Filistin’i ele geçirme planı ilerliyordu. Bunun üzerine el-Fetih Hareketi’ndeki direnişçilere ellerini serbest bıraktı ve Lübnan ile Filistin’deki direniş güçleriyle temaslarını yeniden başlattı.
İlgililere açıkça ifade etti: Lübnan’daki Hizbullah zaferi, ikinci intifadayı başlattı. Bu hamlesiyle Arafat, halkına ve dünyaya silahlı direnişe geri dönmekten başka yol olmadığını söyledi. Oysa biliyordu ki düşman, Filistin yönetimine bağlı tüm silahlı güçleri şüpheli olarak işaretlemişti.
Sahiden de yüzlerce kişiyi öldürüp tutukladı, sonunda Arafat’ı da öldürdü. Ama Filistin’in kaderi sahneye çıktı; düşman daha fazla direnemedi. Beş yıl önce Lübnan’da yaptığını bu kez Gazze’de yineledi ve direnişi durduracağını sanarak geri çekildi.
Olan şu ki, direniş haklarını tamamen elde etmek için faaliyetlerini sürdürdü. Düşman ise kendi kendini inkâr eder hâle geldi; uzlaşma fikrini topyekûn reddetti.
Yerine genişlemeci bir program koydu ve tüm Filistin varlığını silmeye girişti. Aynı zamanda kuzey cephesinde kendisini aşağılayanlara darbe indirme arzusuyla yanıp tutuşuyordu.
Bu hırsın zirvesi, 2006 Temmuz Savaşı’nda yaşandı. Fakat bu savaş, yalnızca İsrail’in planını değil, bölgeye dair daha büyük bir Amerikan projesini de baltaladı.
Buna rağmen İsrail, ilk düşünsel çizgisine daha sıkı sarıldı: Tüm Filistinlileri her gün aşağılamak. 1948 Filistinlilerine karşı tüm ırkçı ayrımcılık biçimlerini uyguladı. Batı Şeria’da kapsamlı bir yerleşim planı başlattı. Gazze Şeridi’ne karşı kesintisiz askeri operasyonlara girişti.
Aynı zamanda, direniş eksenini kuran düşmanlarına karşı tarihinin en büyük güvenlik planını yürürlüğe soktu. Lübnan, Suriye, İran ve başka yerlerde suikastlar düzenledi. Özellikle kuzey cephesiyle hesaplaşmak için olağanüstü bir hazırlık dönemine girdi.
Ancak Hizbullah’a karşı bu uyanıklığını koruyan İsrail, içerideki Filistinlilere karşı eski yukarıdan bakan düşüncesine geri döndü. Mahmud Abbas yönetiminin teslimiyetini halkın yılgınlığı olarak yorumladı. Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılması talebini ise sadece bir geçim mücadelesi gibi gördü. Bu yüzden halkı baskı altına aldı.
Ne var ki, Gazze’de alışılmışın dışında düşünenler olduğunu hesaba katmadı. 2000 dersinden hiçbir şey öğrenmemiş görünen İsrail, 2006’dan da ders çıkarmadı. İnkarcılığa ve kibire sarıldı.
Gazze’deki direnişin, Lübnan’daki deneyimlerden çıkardığı dersleri küçümsedi. Irak’ta Amerikan işgaline karşı verilen direnişin öğrettiklerini de kendi meselesi saymadı. Ta ki Aksa Tufanı harekâtı, İsrail zihniyetinin direnişe dair tüm ezberlerini yerle bir edene dek.
İzzeddin el-Kassam Tugayları Aksa Tufanı'nı başlatma kararı aldığında, bu adım, durduk yere ortaya çıkmış bir sürpriz değildi.
Operasyon sonrası düşmanın bizzat ifşa ettiği sayısız güvenlik ve askeri belirtiye ek olarak, Hamas’ın 2014’ten bu yana geliştirdiği siyasi söylem ve motivasyon çalışmaları, sıradan olanla alakası olmayan bir yol seçtiğini gösteriyordu. Harekâtın doğası bile uzman çevrelerde masaya yatırılmış, değerlendirilmişti.
Ancak düşmanın temel sorunu –ve ikinci olarak Arap aklının uyuşukluğu– hâlâ şu inanca saplanıp kalmıştı: Güçsüz taraf, düşmanın zayıf noktalarını değil, güçlü olduğu alanları hedef alarak acı veremez.
Hamas’ın o görkemli günde yaptığı şey, belli bir yeri, kişiyi veya askeri birimi hedefleyen bir operasyon değildi.
Hedef, İsrail’in 18 yıl boyunca Gazze çevresinde ördüğü tüm savunma sistemiydi. Hamas birkaç saat içinde bu hatları kırdı. İsrail istihbaratına karşı büyük bir şaşırtma gerçekleştirdi. Düşmanın tüm analiz birimlerini görülmemiş bir körlük içinde bıraktı.
Taktik düzeyde de, Hamas üyeleri ateşi en iyi şekilde yöneterek olağanüstü bir başarı elde etti. Bu, Gazze'deki yetersiz imkânlar ve tüm cephelerdeki siyasi gerilim ortamında hiç de sıradan sayılmazdı.
Bugün bazıları bizden, operasyonun sonuçlarını düşmanın işlediği katliamların gölgesinde değerlendirmemizi istiyor. Bu insanlar, böyle düşünenlerin bedeli de göze alması gerektiğini söylüyor.
Oysa hiçbiri, İsrail’in o gün uğradığı ağır darbenin büyüklüğünü düşünmeye bile cesaret edemiyor. İsrail’in caydırıcılık ve savunma üzerine kurulu güvenlik anlayışı o gün büyük bir çöküş yaşadı.
Bu aklı savunanlar, aslında 1982’deki işgal sırasında zihinleri mühürlenmiş, İsrail’i kaçınılmaz bir kader olarak görüp ona karşı her tür tavizle yetinmiş kesimlerdir.
Bugün ise tarihin yanlış yerinde durmuş olmanın özeleştirisini vermek yerine, hakkını arayan direnişi ve halkı suçluyorlar.
Oysa bugün, Gazze kahramanlarını yüceltmek yalnızca onlara borcumuz değil. Aynı zamanda kendimize ve düşmana da bir hatırlatma: Hayat, büyük tercihlere yalnızca nadiren fırsat sunar.
Gazze savaşı, İsrail’in cezasız kalacağı bir teslimiyetle son bulacak sananlar, tarihi bir kez daha yanlış okuyor. Ama ders almak isteyen için günler yeter de artar.
Çeviri: YDH