Öcalan'ın mektubu
Türkiye kadar gündemi yoğun bir ülke bulmak gerçekten zor.
Başka ülkelerde, örneğin Norveç'te beş yılda karşılaşamayacağınız hadiseler Türkiye'de bir günde cereyan edebilir.
Öyle bir durumla karşılaşırsınız ki, "Hangisine bakayım, hangisiyle ilgileneyim, hangi konuda konuşayım?" diye şaşırırsınız.
Bu yüzden herhalde Türkiye'de en mutlu kişiler medya mensuplarıdır; çünkü "gündem bulamama" gibi bir dertleri yoktur.
Şu anda da gündem o kadar dolu ki...
Adına "açılım" denilmeyen, ama adı da konulamayan açılım sürecinden; CHP içindeki büyük çalkantılara, parti içi ihbarlaşma meselelerine; son İran-İsrail savaşına, Gazze'deki büyük katliama; Türkiye içerisindeki büyük yolsuzluk olaylarına ve bunlara dair hikâyelere kadar onlarca konu gündemi meşgul ediyor.
Geçen hafta en çok tartışılan başlıklardan biri ise Abdullah Öcalan'ın yayımlanan uzun mektubuydu.
Tabii böyle bir dönemde neden böyle bir mektubun yayımlanma ihtiyacı hissedildiğini, neden bu kadar tartışma yaratacak konulara girildiğini şahsen ben anlayabilmiş değilim.
Biliyorsunuz, Abdullah Öcalan'ın eski dönemlerden beri -bu mektubunda da görüldüğü gibi- dünya, kâinat, insan, hayat, varlık felsefesi, İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik, Marksizm gibi konularda kendi düşünce dünyasını anlattığı metinleri olur.
Marx'ın bazı görüşlerine katılır, bazılarına katılmaz; bunları açıkça ifade eder.
Bunun ötesinde "ekolojik toplum", "demokratik konfederalizm" gibi kendi tanımlamaları, kadın-erkek ilişkileri, kadın sorunu üzerine farklı ve derinlemesine yaklaşımları, cinsellik ve eşcinsellik gibi konulara da değinir.
Hatta kuantum fiziğinden, fizikteki en yeni tartışmalara kadar birçok konuyla ilgilenmesi, Abdullah Öcalan'ın eskiden beri yaptığı bir şey.
Bu konulara katılırsınız ya da katılmazsınız; ne kadar aklınıza yatıyor, yatmıyor, bu size kalmış.
Marx'la ilgili eleştirilerine ya da Marx'ı aştığını söyleyen görüşlerine ne kadar itibar edersiniz?
Bunların hepsi ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken şeyler.
Ancak mektupta en fazla tartışma yaratan kısımlar, Kürt toplumuyla, Kürt tarihine ve bugünkü durumuna dair yaptığı değerlendirmeler oldu.
Burada, özellikle kullanılan üslup dikkat çekici bazı başlıklar içeriyor.
Bunlardan biri, Kürt toplumunun neredeyse "sömürge ötesinde bir çöplük" olarak tanımlanması.
Bir diğeri ise; gelenek, görenek, aile yapısı, tarikatlar ve cemaatler hakkında aşağılayıcı bir dil kullanılması.
Ayrıca Kürtlerin yakın tarihteki önderleri -Barzanîler, Bedirhanîler, Seyyid Rıza, Şeyh Said ve İran Kürdistanı'ndan Mahabad Cumhuriyeti'nin lideri Kadı Muhammed- hakkında yapılan yorumlar da dikkat çekici.
Bu noktada tartışmaların merkezinde üslup meselesi yer alıyor.
Zira hepimiz bu konulara dair bir görüşe, eleştiriye ya da takdire sahibiz.
Bu görüşlere katılan da olur, katılmayan da.
Ama temel mesele, nasıl konuştuğumuz, hangi dili seçtiğimiz.
Gerçekten de bugün Kürt toplumunun ciddi yapısal sorunları olabilir.
Ancak bu durum, onun "çöplük" olarak tanımlanmasını haklı kılmaz.
Benzer şekilde, "Kürt dili yeterli midir, değil midir?" gibi sorular geçmişte çokça tartışıldı.
Özellikle ulusalcı ve milliyetçi çevrelerden Kürtçenin yetersizliğine dair çeşitli iddialar dile getirildi.
Örneğin, Bülent Arınç Meclis'te yaptığı bir konuşmada buna benzer tanımlamalarda bulunmuş, ardından gelen tepkiler üzerine sözlerini geri çekmek zorunda kalmıştı.
"Öyle demek istemedim, yanlış anlaşıldım" gibi açıklamalara yönelmişti ama yine de kamuoyunda büyük tepki aldı.
Ben lafı fazla uzatmadan söyleyeyim:
Bu mektuptaki değerlendirmelerin büyük çoğunluğuna katılmıyorum.
Benim de -tıpkı bu mektupta yer verilen madde, kâinat, insan, hayat, kadın-erkek ilişkileri, Marksizm, İslam, tarih, felsefe, kelam, İmam Gazâlî gibi konularda düşünen pek çok insan gibi- çeşitli kanaatlerim var.
Hepsini burada tek tek anlatacak değilim.
Kürt toplumu hakkında da görüşlerim var.
Siyasetiyle, liderleriyle, önderlik yapılarıyla, bugünkü durumu, dili, folkloru, müziğiyle ilgili düşüncelerim var.
Bunları da burada uzun uzun anlatmayacağım.
Ama şu üç noktayı belirtmek isterim:
- Üsluba dikkat etmek gerekir. Aşağılayıcı ve karalayıcı bir dil kullanılmamalıdır.
- İnsaf ve vicdan elden bırakılmamalıdır.
- Mümkün olduğunca doğru ve objektif değerlendirmeler yapılmalıdır.
Şimdi gelelim Kürt toplumunun yapısal sorunlarına...
Kısaca ifade etmek gerekirse:
Ahmetê Xanî bile bundan 350 yıl önce, Kürtlerin birçok olumlu özelliğini övdükten sonra, birbirleriyle ittifak kuramamalarını, birleşememelerini, bir bütünlük oluşturamamalarını eleştirmişti.
Bugün de aynı durum hâlâ geçerli. Kürt toplumu içindeki pek çok liderin tarih boyunca halkın genel menfaatlerini kendi çıkarlarının önüne koyamadığını ifade etmişti.
Ama şu soruyu da sormak gerek:
Bunlar yalnızca Kürtlere özgü sorunlar mı?
Yaklaşık 800-900 yıl önce İskoçya'da cereyan eden olayları incelediğinizde, insan gerçekten hayretler içinde kalıyor.
İskoç halkının İngilizlere karşı verdiği mücadeleyi konu alan Braveheart (Cesur Yürek) filmi bunun en çarpıcı örneklerinden biri.
O kadar etkileyici anlatılmış ki...
O dönemdeki İskoç halkını, halk önderini ve İskoç feodallerinin İngiliz kralıyla olan ilişkilerini incelediğinizde, bugün yaşanan birçok olayla benzerlik kurmaktan kendinizi alamıyorsunuz.
Sanki o tarihsel sahneler, bugün Kürdistan'da ya da Orta Doğu'da yaşanıyormuş gibi...
Olayların arka planına baktığınızda, zamanlar değişse de bazı tarihî döngülerin nasıl tekrarlandığını açıkça görebiliyorsunuz.
O dönemde İngilizlere karşı büyük bir mücadele verilirken, İngiltere Kralı'yla el altından iş birliği yapan İskoç feodallerinin durumu çarpıcı bir şekilde ortaya konuyor.
İskoç kralının oğlu bile Mel Gibson'ın canlandırdığı Cesur Yürek karakterini desteklemek istiyor.
Ancak kurt bir siyasetçi olan babası -hilebaz, madrabaz, klasik bir kral- diğer İskoç feodalleriyle birlikte halkını satmak için her türlü oyuna başvuruyor.
Film, o dönemin halkını, feodallerini, prenslerinin psikolojisini ve İskoçya'nın sosyolojik yapısını son derece etkileyici bir şekilde yansıtıyor.
Bizde ise bu işler bir türlü olmuyor.
Arap dünyasında bugün 22 ayrı Arap devleti olduğu söyleniyor.
Yaklaşık 300 milyonluk bir nüfus var, fakat genel bir perişanlık hâkim.
Evet, bu bir eksikliktir.
Ancak tarihteki bütün bilim insanlarını, sanatçıları, kültür insanlarını, liderleri, âlimleri, aklı başında devlet adamlarını bir çırpıda silip atamazsınız.
Şeyh Said Efendi, Allah rahmet eylesin Kadı Muhammed, Seyyid Rıza...
Bunların hepsi bulundukları dönemde, imkânları ve bilgileri elverdiğince halklarının lehine bir şeyler yapmaya çalıştılar.
Başarılı oldular mı, olmadılar mı, ayrı konu.
Ama bu çabalar kıymetlidir.
Bana göre, bu isimler arasında hak ettiği itibarı ve saygıyı göremeyen bazı isimler de var.
Örneğin Hanili Salih Bey, Cibranlı Halit Bey...
Bunlar son dönemin en büyük entelektüellerindendir.
Yine Cegerxwîn... İki kez Kamışlı'da milletvekili adayı oldu.
Okuma yazma bilmeyen bazı Kürt ağaları milletvekili olurken, bugün Cegerxwîn göklere çıkarılıyor.
Oysa bu çelişkiler her toplumda olur.
Özellikle Kürt dili üzerine yapılan tartışmalarda çok daha dikkatli olunmalı.
Birincisi, Kürtçe hakkında konuşan bir kişinin Kürtçeyi çok iyi bilmesi gerekir.
Eğer kişi Kürtçeyi deyimleriyle, atasözleriyle, argosuyla, tekerlemeleriyle ve edebiyatıyla bilmiyorsa, bu dil hakkında konuşma hakkı da olmamalıdır.
Bir Kürt aydını eğer Elî Herîrî'yi, Feqiyê Teyran'ı, Ehmedê Xanî'yi, Melayê Cizîrî'yi ya da yakın dönemden Cegerxwîn'i bir nefeste okuyup anlayamıyorsa, Kürt dili üzerine konuşmamalıdır.
Ki Cegerxwîn, benim dedemin akranıydı.
Ayrıca, Kürt folkloru bizim belki de en fazla övüneceğimiz alanlardan biridir.
Bin yılı aşkın bir süredir Kürtlerin ne yazılı bir eğitim dili, ne siyasi otoritesi ne de devlet geleneği olmasına rağmen, muazzam bir halk kültürü ve sözlü edebiyatı var.
Folklor deyince bazı cahiller sadece mendil sallanan govendleri anlıyor.
Oysa folklor dediğimiz şey; atasözleri, deyimler, tekerlemeler, hikâyeler, klamlar ve stranlardır.
Bir Kürt aydını 150 Kürtçe şarkıyı ezberden arka arkaya söyleyemiyorsa, folklor hakkında konuşmasın.
Büyüklerin şiirlerinden, divanlarından üç beş sayfa okuyamıyorsa da bir şey söylemesin.
Tıpkı Nedim'i, Bâkî'yi, Şeyhî'yi, Fuzûlî'yi, Nesîmî'yi, Yunus Emre'yi bilmeyen bir Türk aydınının Türk dili ve kültürü hakkında konuşmaya hakkı yoksa, bizim aydınlarımızın da bu alanlarda konuşurken aynı hassasiyeti göstermesi gerekir.
Bu nedenle meseleyi öncelikle üslup meselesi olarak görmek gerekir.
Dediğim gibi, her şey konuşulabilir; hiçbir şey tabu değildir.
Türk toplumunun da eksiklikleri, zaafları, hastalıkları tartışılır.
Tarihteki liderlerin doğruları ve yanlışları konuşulabilir.
Felsefi konular, Marksizm, İslam, Hristiyanlık, Yahudilik de elbette tartışılır.
Ama ben ne demek istiyorum?
Bir: Üsluba dikkat etmek gerekir.
İki: Vicdanlı ve insaflı olmak gerekir.
Üç: Mümkün olduğunca doğru ve objektif değerlendirmelerde bulunmak gerekir.
Bu mektup neden böyle bir dönemde kaleme alındı?
Neden böylesine tartışmalı bir polemik alanı seçildi?
Bunlar düşündürücü.
Üstelik bu mektubun hemen ardından DEM Parti sözcüsünün, Abdullah Öcalan'ın Kürt liderleri -Mesut Barzani, Mazlum Abdi, Talabani'nin oğulları Kubad ve Bafel Talabani- ile görüşmek istediğini söylemesi de ayrıca dikkat çekici.
E şimdi, görüşmeyi planladığınız kişilerin babaları, ataları ya da dedeleri hakkında konuşurken diplomatik bir üslup kullanmanız gerekmez mi?
Burada beni en çok hayrete düşüren, hatta güldüren, yer yer üzen ve tiksindiren bir başka durum da şu:
Her seçim döneminde, babalarının ve dedelerinin "kanlı gömleklerini" alıp milletvekili olabilmek için sıraya giren bazı zevat var.
Kendilerini yarım dünya zanneden, büyük bey, büyük ağa, büyük şeyh olarak gören bu zevat, sadece önümüzdeki seçimlerde bir yerden milletvekili olma umutları kırılmasın diye bu konuda bu kadar sessiz kalıyorlar.
Yazık.