Neşe’nin kapsayıcılık sorunu…
Hafta sonu İstanbul Vefa’daki Türkiye’nin yaşayan entelektüel havzalarından Bilim ve Sanat Vakfı’ndaki 3. Ulusal Siyaset Düşüncesi Sempozyumu’nda Ahmet Ağaoğlu üzerine iki zihin açıcı sunum vardı.
Ömer Taşgetiren Ağaoğlu’nun liberalliğini, Faruk Deniz ise Türkçülüğünü öne çıkardı.
Ahmet Ağaoğlu ya da Ağayev, Dağlık Karabağ’ın Şusa kentinde doğmuş, Sorbonne’da okumuş, Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurucu kadrosu içinde yer almış sonra 1909’da geldiği İstanbul’da gazetecilik yapmış, Türk Ocağı’nın kuruluşunda yer almış, İttihat ve Terakki’nin öncü kadroları arasına girip, Meclisi Mebusan’a seçilmiş devrin en önde gelen Türkçülerinden biri.
1918’de Bakü’ye girerken Nuri Paşa’nın danışmanı, yeni kurulan Azerbaycan Cumhuriyet meclisine de seçilip, aynı anda iki mecliste bulunmuş tek isim. 1918’de İttihatçılarla Malta’ya sürgüne gönderilip, İstanbul’a dönünce de Ankara’ya gidip Milli Mücadele’ye katılır.
Birinci Meclis’e mebus olarak girer, Matbuat Müdürü olur, 1924 Anayasası’nı yazanlar arasında bulunur. Atatürk’ün yakın çevresine girer. Anadolu Ajansının ilk yönetim kurulu başkanı olur.
Mebusluğa devam ederken, hukuk hocalığı ve gazetecilik yapar. Atatürk’ün talimatıyla kurulan Serbest Cumhuriyet Fırka’ya katılır. Fırka kapatılınca CHP’ye dönmez.
Kökünden bir Türkçüdür ama Atatürk ile arası açılmıştır. Akın adlı bir gazete çıkarmaktadır ve Darülfünun ’da hocalık yapmaktadır.
Uzun bir aradan sonra 1933 yılında bir gün yeniden Atatürk onu Dolmabahçe’deki sofrasına davet eder.
Oğlu DP milletvekili Samet Ağaoğlu, meşhur kitabı Babamın Arkadaşları’nda o günü anlatır:
“Bir gece o sırada İstanbul’da bulunan Atatürk babamı Dolmabahçe’ye sofrasına davet etti. Uzun zamandan beri karşılaşmamışlardı. Serbest Fırka macerasından sonra bu Fırkanın başında olanlardan tekrar Halk Partisi’ne, veya devlet hizmetine dönmiyen hemen hemen yalnız babam kalmıştı. Akın gazetesi iktidar çevresinin bir kısmı için muhalefetin sesi addediliyordu.
Paşa önce çok iltifat etti, yanına oturttu, sofrada …..beylerle …..hanımlar vardı. Bir aralık Akın gazetelerini çıkarın diye emir verdi. Gelen gazetelerden makalelerimi birer birer okuttu, her makalede ne demek istediğimi sordu. Bütün bu yazıların içtimai tenkitler olduğunu, cemiyetimizin kusurlarını ve iyi taraflarını göstermekten ibaret bulunduğunu anlattım. O zaman Atatürk, ……na işaret ederek, ‘Beyefendi, bir zat hem Darülfünun’da (Üniversite’de) hocalık eder, hem de iktidarı tenkit ederse bunun neticeleri iyi olur mu?’ diye sordu. Muhatabı ‘elbette doğru değil’ cevabını verdi. Bu suali diğer bazılarına da tekrar etti.
…
Atatürk birden bire, ‘anlaşılıyor,’ diye bağırdı, ‘onlara cevap vermeğe tenezzül etmiyorsun, pekiyi, işte ben söylüyorum, hem Darülfünun’da hocalık, hem muhaliflik olmaz.’ Sonra ilave etti: ‘Söyle bakalım, sen bu gazeteyi çıkartmak için parayı nereden buldun?’
O zaman ne kadar korkunç bir entrikanın döndüğünü anladım. ‘Paşam,’ dedim, Akın nüshaları meydana çıkarak makalelerim okunmağa başladığı zaman gazeteyi kapatmağa karar vermiştim. ‘Fakat madem ki böyle bir şüphe var, müfettişlerinizi göndererek parayı nereden nasıl bulduğumu tahkikle ilan etmedikçe gazeteyi kapamıyacağım.’ Bunun üzerine Gazi, ‘Demek kafa tutuyorsun’ diye bağırdı. ‘Hem sen unutuyorsun ki bir sığıntısın!”
Bu görüşmeden kısa bir süre sonra Akın kapatılır ve Darülfünundan kovulur.
Ağaoğlu, 1939’da ölene kadar evine çekilir.
Azerbaycan’dan geldiği 2. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e kadar mebusluk yaptığı, Malta’ya sürgüne gittiği, Milli Mücadele’ye katıldığı, reformlara, Anayasa’ya imza attığı son Türk devleti, bir Türkçü entelektüeli bile kapsayamamış, günün sonunda ona burada bir “sığıntı” olduğu hatırlatılmıştı.
TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un Diyarbakır’da yaptığı konuşmanın sonunda okuduğu dört dizelik Kürtçe birlik ve beraberlik mesajının TBMM’nin resmi Twitter hesabından paylaşılmasına verilen onbinlerce tepkiyi okurken Türkçü Ahmet Ağaoğlu’na bile “sığıntılığın” düşmesini hatırlıyor insan.
Çünkü bir Kürtçe tweetten bile kaygılanan, rahatsız olanların çoğunluğu laik, Kemalist, ulusalcı kesimdendi.
Bir tarafta daha 2009’da Kürtçe televizyon açmış, Kürt Dili bölümleri kurmuş bir muhafazakar iktidar ve onun en önemli isimlerinden birine nasip olmuş TBMM resmi hesabından atılmış Kürtçe bir Tweet var.
Karşısındaki alternatifi laik muhalif blokta ise Meclis’in resmi hesabından atılmış dört cümle Kürtçe’den tedirgin olan, rahatsız olan milyonlarca insan….
Neden peki bu açılımları Cumhuriyet tarihinde yapmak bu muhafazakar iktidara kalmıştı?
Neden öncesinde bu mümkün olmamıştı?
Neden ve nasıl 2015 sonra çok sert bir güvenlikçi ve baskıcı dönemden sonra bile AK Parti yine bir çözüm sürecine dönebilmişti?
Muhafazakarları, mesela Numan Kurtulmuş’u Kürt meselesinde daha kapsayıcı ve açılımcı yapan neydi?
Aslında bu yazının ilk düşünülen başlığı “Kemalizmden neden kapsayıcılık çıkmıyor”du.
Muhtemelen bu başlık yazının okunma sayısını yarı yarıya düşürürdü.
Ülkede bu kadar sorun varken hala Kemalizm mi diyenler, bunu bir bugünkü iktidarı aklamak ya da bugünün meselelerinden kaçmak olarak görenler olurdu.
Halbuki bugün esas havanda su dövmek hala iktidarın otoriterliğini tartışmak. Bu konuda tartışılacak bir şey kalmadı.
İktidarın seçmenleri için bile bu iktidar artık rasyonel bir tercih değil, ehveni şer. İnsanların bugün AK Parti’ye oy vermesinin esas motivasyonu laik ve Kemalist kesimin iktidara gelmesine karşı olmaları.
Yani bugün esas konuşulması gereken soru; neden muhalefetin gerçek bir alternatif haline gelemediği ve kapsayıcı olamadığı?
Bu soruya bir cevap bulunamazsa 2028’de ya da 2027’de yeni bir 2023 ya da 2018 yaşanabilir.
İmamoğlu’nun dün T24’den Murat Sabuncu’ya verdiği röportajda söyledikleri bu ırmağın akışını ters yöne çevirmeye çalışan birinin mücadelesine benziyordu.
DEM Parti’nin Erdoğan’la resepsiyon görüntülerine muhalefetten gelen eleştiriler için İmamoğlu şöyle demişti:
“DEM Parti başından beri bizlere yapılan hukuksuzluğu dile getiriyor. İktidarla yoğun bir müzakere süreci içinde oldukları bir dönemde bu tavırları oldukça değerlidir.”
Yine DEVA ve Gelecek Partilerine aynı resepsiyon için muhalefetten gelen linç için ise şöyle:
“Görüyorum ki geçmişte ittifak içerisinde olduğumuz bazı dostlar, sosyal medyadaki münferit yorumları haddinden fazla ciddiye alarak bize yönelik hiç hak etmediğimiz ifadelerde bulunuyorlar."
Hapishanede öfkeli, hassas, kindar olması beklenen İmamoğlu, hala dışarıdakilerden daha kapsayıcı konuşuyor, öfkeli muhalifleri dizginlemeye ve gönül almaya çalışıyor.
İmamoğlu’nun esas alameti farikası da bu zaten…
İdeolojik ve kültürel olarak laik ve Kemalist tornadan geçmemiş olmak.
Hapishaneden bile bu tasfiyeci, dışlayıcı ideolojik sapmalara müdahale etmeye çalışıyor ama
Kılıçdaroğlu gibi onun da ideolojik ve fikri bir önderlik için yeterli kapasitesi yok.
Zaten bu zihniyet dönüşümü sadece siyasi liderlerin işi değil, mutlaka bu çabaya entelektüel bir önderlik ve destek gerekiyor.
Ama o da iktidara karşı artan öfkeden çıkmıyor.
O fikri önderliği yapması gerekenler daha da geri ve dışlayıcı pozisyonlara savruluyorlar.
Ve ortaya kötü bir kısır döngü çıkıyor.
Bir mirasın dönüştürülmesi ve kısmen ve belki kibarca reddi gerekiyor.
AK Parti’nin Milli Görüş gömleğini çıkarması gibi bir kopuş.
Çünkü Kemalist-laik miras, onun çevresindeki zihniyet dünyası kapsayıcı olamıyor.
Herkesin üzerinde kırmızı çarpılar var, korkular ve evhamlar nesilden nesile aktarılıyor, kurucu hikaye toplumun çok büyük bir kısmını ötekileştiriyor, bu hikayenin dönüştürülmesi girişimleri de sert bir kayaya çarpıyor.
Kemalist Türkiye hayaline Türkiye’nin nüfusunun çok önemli bir kısmı giremiyor. Kapılar açılmıyor, nöbetçiler kimseyi yaklaştırmıyor.
Muhafazakar iktidar TRT Kürdi açmışken, TBMM hesabındaki birkaç Kürtçe cümleye takılan insanlar bir alternatif olamayacaklar.
Neşe’nin kapsayıcılık sorunun şimdilik bir çözümü gözükmüyor…