Miras Taksimiyle İlgili Eleştiriler 3
(Makasıd tarihselcilik mi (b)
7.) Belirtmek gerekir ki, Makasıd tarihselcilik değildir, yer yer bazı alanlarda örtüşseler de –bu yüzden iki okuma biçiminin aynı şeyler olduğu zannediliyor-, mahiyetleri itibariyle birbirlerinden hayli farklıdırlar. İlletlerine binaen hükmün maksadını evrensel-küresel addedenler tanım gereği tarihselci olamazlar. Tarihselci bakış açısına göre, tarihe ve tarihsel olgu ve olaylara aşkın bir güç ve irade müdahale etmez, başka bir deyişle ilahi bir güç (Allah, vahiy) tarihi yönlendirmez, tarihi sadece ve tamamiyle insan yapar; Tanrı, tarihin kendi iç dinamikleriyle ve yasalarla sürüp giden gelişmesini, seyrini değiştiremez. Dini olsun olmasın, hükümler belli bir tarihin şartları ve olgularıyla sınırlıdır, bir tarihsel hüküm sonraki tarihe referans olamaz, sonraki her olay ve olgu, kendisinden öncekilere göre ilerleme ve gelişme halini ifade eder. Durum böyle olunca sadece Yahudilik ve Hıristiyanlık değil, İslamiyet’in de hukuki teamüllerde esas alınmasını talep ettiği hükümlerinin bugün için bir değeri ve geçerliliği yoktur. Bu açıdan:
a.) Tarihselcilik, paradigması icabı hükmü tarhihsel zaman ve ortaya çıktığı toplumsal durumla ilgili sayar, hükmün maksadında, evrensel veya bugünkü deyimle küresel ilke veya mesaj aramaz
b.) Bundan dolayı tarihselcilikte hükümlerde illet aramanın lüzumu ve manası yoktur, hükme mesnet teşkil eden nassın nüzul veya vurud zamanına bakılır, bu da sadece hükmün oluştuğu tarihi şartları anlamak içindir
c.) Tarihselcilere göre İslam Şeriatında yer alan hükümler Arap örfünden kabul edilir, hatta İslami hükümler Arapların hayat tarzını yansıtmaktan öte gitmezler, hükümlerin çoğu Yahudilikten iktibastır, bu bakımdan İslamiyette orijinal şeyler aranmaz; Müslümanlığı geleneksel fakihlerin söylemleriyle ele aldığımızda Arap olmayan diğer kavimlerin tamamı Araplaşmış olur; oysa her kavmin veya insan topluluğunun kendine özgü “kültür”ü vardır.
Halbuki yukarıda ifade ettiğimiz üzere İslami hükümler ne Arapların hayat tarzının bir tekrarı ne de Yahudi şeriatından bir iktibastır. Arap örfünden devam ettirilenler ile Musa aleyhisselamın şeriatından alınanlar ilahi menşe’leri dolayısıyla İslam tarafından kabul edilmişlerdir. (Tarihselcilikle ilgili geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç İle Tarihselcilik Üzerine, (Haksöz Dergisi, Haziran-Temmuz-2019, Sayı: 339-340.)
d.) Makasıdla takip edilen usul, hükmün indiği tarihsel zamanı ve toplumsal durumu esas alır –ben buna Vasat-ı hükm- derim. Esasında hükümlerin tamamı oluştukları geniş sosyo ekonomik, politik ve çevresel vasat/ortam, iklim doğru anlaşılmadan hükümler hakkında doğru bilgilere ulaşılamaz. Makasıd usulü, mevzubahs olan hükmün vasatı Nüzul veya vurud sebebini içine alır ama daha geniş bir sosyo politik ve ekonomik çerçeve çizer. Buna göre Vasat ve İllet hükmün teşekkülünde “etkileyici (müessir)”, maksad “belirleyici (muayyin)” rol oynar. Etkileyici ve belirleyici faktörler, yerli yerine oturtulmadığı zaman, hükümlerde içkin olan maksat ve hikmet ortaya çıkamaz.
8.) Makasıd’ın aksine, tarihselcilikte hüküm indiği zaman vetiresine ve hususi ortamla münhasır olduğundan hüküm bir daha geri gelemez, tarihe gömülür. Burada tarihselciler açısından büyük sorun ortaya çıkar, o da şudur: Eğer Kur’an’da yer alan hükümler Miladi 610 ile 632 yılları arasında ve bu tarihte yaşayan İslamiyet’i kabul eden Müslümanlar veya reddeden/inkâr edenlere mahsus olarak indirildiyse, hükümleri indiren yüce Allah’ta –haşa- üç büyük eksiklik söz konusudur:
a.) Allah, Arap yarımadası dışında kalan diğer beşer havzalarını ya göz önüne almamıştır veya haklarında bir bilgiye/ilme sahip değildir
b.) Aynı şekilde Allah, 610-630 yılları arasındaki tarihsel zamandan sonraki tarihi göz önüne almamış veya –şimdi Abdulaziz Bayındır’ın öne sürdüğü üzere- geleceği bilmemiştir
c.) Allah, İslamiyet’i sadece Araplar ve 610-632 yılları arasındaki sosyal ilişkileri düzenlemek üzere din indirdiği halde, Araplar ve sonra İslami literatüre muazzam katkılar sağlayan diğer kavimlerin alimleri Arapların örf ve adetlerini, hayat tarzını bütün kavimlere empoze etmiş, hatta zorla kabul ettirmek istemişlerdir.
Tarihselci bu üç önermeye dayandığından, zorunlu olarak deizme sürüklenir.
Tarihselcilerden istisnaları tenzih ederek soruyorum: En azından bu perspektiften bakanların en çok sesi çıkmıyor mu? Bu vahim hataya hiçbir İslam alimi düşmemiştir, bu Aydınlanmacı tarih bakışının etkisinde yeni bir din ve tarih okumasıdır; bizce bir hakikat değeri yoktur.
9.) Demokratik yönetimlerde Millet Meclisi’nin çıkardığı genel bir kanunla, bir ülkedeki bütün erkek ve kadınlar için uygulanacak eşitlik hükmünün getiriliyor olması yanlıştır, miras taksiminde özel durumlara bakılabilir; şahitlikte de öyle olmalıdır. Bir yerde evin geçimi ve diğer sorumluluklar tümüyle erkeğe aitse kadına 1, erkeğe 2 hisse verilmeli; evin geçimi ortaklaşa üstlenilmişse eşitlik ilkesine riayet edilir. Çünkü eğer hükümde anahtar terim illet ise,
a.) İlletin geri gelmesi dolayısıyla eş zamanlı olarak bazı yörelerde ve durumlarda illet varlığını koruyabilir. Bir hükmün farklı şahıs ve somut durumlar için farklı uygulanması fıkıh usulümüzün pratik uygulamalardandır. Nitekim İmam Şafii, iki kişinin kendisine yönelttikleri aynı soruya farklı cevaplar (fetvalar) vermiş, bunu da soranların farklı bölgelerden kimseler oluşuna bağlamıştır. Demek ki tek bir fetva veya içtihat –siz buna parlamentonun çıkardığı yasa deyin- bütün bir topluma empoze edilemez, tikel olaya, özel durumlara göre farklı çözümler aranır.
b.) Modern ulus devlet, sivil-medeni alana ait hayat tarzını belirlemeyi düzenleyen yasaları yapma işini parlamentoya devretmek ve yasanın meşruiyetini çoğunluğa bağlamakla aslında toplumu tektipleştirmekte, sofistike totalitarizm yapmaktadır. Pratikte seçtiğimiz vekillerin kelami ve fıkhi açıdan hangi seviyede yasa yapma ehliyetine sahip oldukları sorulmalıdır. Seçilmiş bir vekil veya vekiller grubu bir düzenleme yapma talebinde bulunabilirler ama talebin yasaya dönüşmesi çoğunluk oyuna, partilerinin politikalarına, liderlerinin arzusuna ve bundan ibaret prosedure bırakılamaz.
Benim Kur’an’dan ve Hz. Peygamber (s.a.)’in tatbikatından istihraç ettiğime göre kamu/anayasa hukuku ortak, sivil medeni hukuk ise çoğulcu olmak durumundadır. Bu açıdan bakıldığında, -tekraren söylüyorum- geçmişte, yani kadının evin geçimini üstlenmediği zamanlarda erkeğe 2, kadına 1 hisse taksim doğru ve adildi; bugün de, 2025 yılında İslam aleminin birçok yöresinde kadının geleneksel olarak geçimini erkek üstlenmekte ise, yine 2’ye 1 taksim olmalıdır ama eğer kadın evini geçimini üstlenmişse mirasta erkeğe 1, kadına da 1 hisse verilebilir.
c.) Herhangi bir haksızlığa veya karışıklığa sebebiyet vermemek için böylesi illetin değiştiği durumda, taksime ya Şer’i hüküm ve teamülü bilen veya Şeriat’la yönetildiğini iddia eden ülkelerin resmi mahkemeleri veya İslami bilgi formasyonu olan arabulucu hukukçuları ya da hakemler karar vermelidir.
d.) Bizim kullandığımız Makasıd usulünü tarihselcilikten ayıran husus budur; tarihselciler illete bakmaksızın hükmün tamamını indiği tarihsel ve toplumsal ortamle sınırlı tutarlar, bizim usulümüzde ise lafız ve maksat ebedi ve evrensel olup, hükmün görevi maksada hizmet etmektir, illete göre hüküm değişse de maksat değişmez, illet geri gelirse hüküm de geri gelir.
8.) Lafzi, parçacı-tikelci okumanın bugün şu veya bu hukuki hükmü seçme imkanına sahip olduğumuz sivil alanlarda sorun çözmediği açıktır, bunun farkında olan fakihler asırlar öncesinden sorunun sebebini tespit etmiş ve şu genel prensibi vaz’etmişlerdir: “Ezmanın tağayyürüyle ahkamın tağayyuru inkar olunamaz (La yünkeru tağyiru’l ahkâm bi tağyiri’l ezman)” (Mecelle Kaidesi: 39.)
Basit bir örnek, Makasıd açısından bakamadığımız takdirde Bakara, 282. ayet hükmünce, Mahmutpaşa’da okuma yazma bilmeyen 1 erkek hamala karşı Üniversite’de ders veren 2 iktisat profesörü kadın arayıp bulacağız ki, iki şahıs arasında olan bir akde şahitlik etsinler. Ben ayette Makasıd’tan hareketle illetin “zapt” olması ve zaptın kadının iktisadi hayattan uzak durması dolayısıyla “dall” yapma ihtimali (unutma, şaşırma, tereddüt etme, karıştırma) olduğundan 1 erkek şahide 2 kadın şahit arandığını, çünkü o zaman “zapt”ın hafızayla ilgili olduğunu, bugün okuma yazma bilen, neyin altına imza attığını farkında olan, şirket veya ülke yöneten kadın profili karşısında iki şahitten 1’nin erkek, 1’nin kadın olacağını savundum. (Bkz. Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, Bakara, 282. Ayetin tefsiri, I, 585-612.)
9.) Bu usulün belki de ilk vazı’ı ve uygulayıcısı Hz. Ömer’dir. Kur’an’daki açık hükmüne ve Hz. Peygamber’in tatbikatına rağmen savaşla elde edilen Sevad arazisini (Kadısiyye, 636) ganimet olarak dağıtmayıp fey hükmüne sokmuş, bunu da Şari’in maksadına bağlamıştır ki, Hz. Ali de bu uygulamayı doğru bulup Hz. Ömer’i desteklemiştirr. (Geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Hz. Ömer’in Toprak Siyaseti ve İslam, Düşünce Dergisi, III. Cilt, Nisan-1978, Sayı: 1, s. 9-27. Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet içinde, Asr-ı Saadet’te Toprak Hukukunun Teşekkülü ve Hz. Ömer’in Toprak Siyaseti, Beyan y. 2006-İstanbul, III, 289-318.)
10.) Seyyid Kutup’un idealde savundukları doğrudur, cahiliyenin sorunları İslam’dan fetva aranarak çözülmez ama ideal bir İslam toplumu inşa edilinceye kadar cahiliyenin norm ve kurallarına göre yaşamak zorunlu mu? Bugün mütedeyyin-muhafazakar kesimlerin de içinde yer aldığı ahlaki çöküntünün bir sebebi bu, yani müslümanca yaşayabileceğimiz hayat biçimlerinin tümünü ne zaman tahakkuk edeceğini bilemediğimiz bir ideale, musavver bir geleceğe erteleyip her türlü gayrıislami ameli işlemektir. Bilinçaltından şöyle bir cevaz bulabiliyoruz: İslami düzen yok, o zaman dini hükümleri kaale almadan da yaşayabilir, yani sosyo ekonomik ve politik hayatı dinden ve ahlaktan ayırabiliriz. Kabul edelim, seküler/laik hayat tarzı bir çoğumuza İslami hayat tarzından daha tatlı, haz verici ve çekici gelmektedir.
Sivil alanda imkan olması durumunda (ala kadari’l imkân) neden müslümanlar hayatlarını İslami hükümlere göre tanzim etmesinler? Bugün Kanada ve İngiltere’de sivil alanda –mesela evlilik, boşanma, miras taksimi, gerçek şahıslar arası akitler vd.- her din mensubuna kendi dinine göre hukuk seçme ve amel etme hakkı tanınmış bulunmaktadır. (Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Medine Sözleşmesi, 2. Bsm. Çıra y. 2020-İstanbul, s. 374 vd.) Müslümanlar imkanları nispetinde Şer’i hükümlere göre yaşamayı bir kenara bıraktıklarından laik düzen onların sosyo ekonomik ve politik amellerini dinden ayırmakta, bu da özünde ahlakı üst kriter tanımayan laik düzen müslümanları ahlaksızlaştırmaktadır. Dindarların pratikte sergileyip çeşitli haklı şikayetlere konu olan ahlaktan yoksun tutum ve davranışlarının bir sebebini burada aramak gerekir.
11.) Bu gibi konularda bir usule göre hüküm istinbat etmek şarttır. Unutmayalım ki, tarihte müslümanların ilme kazandırdıkları iki büyük disiplinden biri Hadis Usulü, diğeri Hukuk metodolojisi (Fıkıh usulüdür). Geleneksel usul yeterince tatbik edilmediğinden, usulü çöpe atıp usulsuz fetvalar vermek, temelsiz içtihatlar yapmak bugün derin krizden geçen müslüman dünyaya fayda sağlamıyor, zarar veriyor sadece. Tabii ki geleneksel usule katkılar yapılabilir, “yeni usuller” de geliştirilebilir ama henüz elimizdeki usulü kullanıp da tüketmiş değiliz ki, eski usülleri çöpe atalım. Çağımızda Batı hukuku muazzam gelişme göstermiştir, ancak Batı hukuku
a.) Batılı pagan adet ve göreneklerini, teamüllerini,
b.) Kadim Grek kanunlarını –mesela Solon-,
c.) Roma hukukunu,
d.) Kilise hukukunu karşılaştığı güncel sorunlar ışığında adım adım takip ederek bugünkü seviyeye gelmiş bulunmaktadır.
Bizimkilerin yaptığı gibi 15 asırlık birikimi tasfiye ederek “Ben yaptım, oldu” yoluyla sorunlara çözüm getirilemiyor, getiremediğini 100 yıllık Kemalist tatbikattan öğrenmiş bulunuyoruz.
Elbette gelenek eleştirilebilir ve eleştirilmelidir, ancak eleştiri belli bir tarih felsefesi ve belli bir yöntem takip edilerek yapılmadığında, nihilizme sevkeder, nitekim felsefesiz-yöntemsiz işi gücü gelenek eleştirisi yapanlarda nihilizmin derin izlerini müşahede etmek mümkün, nihilizmin son durağı deizmdir.
12.) Miras ayetlerini ele alan klasik ve modern tefsirlerin neredeyse tamamı –biri hariç- 2’ye 1 taksimini ayetlerin nüzul ortamını, hükme sebep teşkil eden sosyo ekonomik şartlarını baz alarak açıklamakta ve haklı olarak bu taksimin adil olduğunu yazmaktadırlar. Ben de aynı kanaatteyim, hatta bana göre ta o zamanda İslamiyet, söz konusu taksimle kadına “pozitif ayrımcılık” yapmıştır.
Lakin problem şu ki, Hegel’in bahsettiği “zamanın ruhu” hurafesinden apayrı, Mecelle kaidesinin altını çizidği “Zamanın tağayyuru” söz konusudur ki, o zaman evin ve hatta muhtaç yakın akrabaların (anne-baba, kızkardeş) tüm masraf ve geçimi erkeğe ait iken, bugün kadın da çalışmakta, evin geçimine katılmakta –hatta ayrıca ev işini de yapıyorsa, iki iş üstlenmkte- iken, aynı taksim ne kadar adil ve Şeriatı Vaz’eden’in maksadına uygundur?
Tefsir yapan müfessirler fakih olmayabilir, ancak müfessir içtihat yapabilecek fakihe-hukukçuya yol açar, zemin hazırlar, problemi ve hükmü zihninin önüne serer. Kadının şahitliğinden, kadının sefere çıkış şartlarına, ceza hukukundan yöneticiliğe kadar çok sayıda konu, usul takip ederek içtihat yapabilen alimlerih müzakere ve içtihatlarını beklemektedir.