Küçük sorunlar, derin ilişkiler…
Türk kökenli üç Orta Asya ülkesinin Kıbrıs Cumhuriyeti ile karşılıklı diplomatik temsilcilik ataması Türkiye’de ve KKTC’de tepki doğurdu. Kimileri Türkiye’den reaksiyon göstermesini, bu üç ülkeye haddini bildirmesini, kimileri de bu tatsız olaydan Ankara’nın ders çıkartmasını ve politikasının başarısızlığını kabul etmesini istedi.
Ankara tepki göstermemeyi, 4 Nisan’da açıklanan AB-Orta Asya Ortak Bildirgesi’nden sonra dahi yorum yapmamayı seçti. Oysa taraflar bu bildirgenin dördüncü maddesiyle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünü tanımayı ve BM Güvenlik Konseyi’nin KKTC’ye ilişkin 541 ve 550 sayılı kararlarına bağlılıklarını teyit etmişlerdi.
Yine de Türkiye belli ki zararı sınırlamak için sessiz kalmayı politika olarak benimsedi. Kıbrıs sorunu adına Türk dünyasıyla olan ilişkilerini germeyi uygun bulmadı. Ve bence iyi de yaptı. İyi ki bu ülkelerle ilişkilerini germeye, Rum tarafına daha büyük bir alan açmaya, fırsat yaratmaya kalkmadı.
Tepki göstermesi ne Kıbrıs sorununun seyrini değiştirecek ne de Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ı çoktandır tanıdıkları Kıbrıs Cumhuriyeti ile diplomatik ilişki kurmaktan vazgeçirecekti. Olan ikili ilişkilere olacak, Rusya, Çin ve Amerika arasında sıkışan AB’de çıkış arayan bu üç ülke ve muhtemelen diğerleri Türkiye’yi taşımak istemeyecekleri bir yük olarak görecekti.
Unutmayalım ki, GKRY 1964’den bu yana BM tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanınıyor. Bizim dışımızda hemen her ülke de bu durumu kabul ediyor. Aslında biz de Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bu biçimiyle olmasa da tanıyor ve 11 Şubat 1959’da imzaladığımız garanti antlaşmayla onun 1959’da kurgulanan siyasi statükosunu kabul ediyoruz.
Kabul etmediğimiz Rum tarafının önce nüfus, 1974’den bu yana da coğrafya olarak adanın tümü üstündeki egemenlik iddiası. 29 Temmuz 2005’deki GKRY ile gümrük birliği söz konusu olduğunda altı maddelik deklarasyonla da bunu açıkça söyledik. Üçüncü maddesinde Kıbrıs Rum makamlarının sadece ara bölgenin güneyinde otorite, denetim ve yetki icra ettiğini, Kıbrıs Türk halkını temsil etmediğini belirttik.
Daha önce de yazdığım gibi istersek buradan hareketle biz de GKRY’ni “de jure” tanıyıp, Kıbrıs’ın güneyinde diplomatik temsilcilik açma talebimizi Lefkoşa’daki Rum yetkili makamlarına doğrudan ya da dolaylı iletebiliriz. Çok büyük ihtimalle bu teklifimiz kabul görmez, Rum tarafı iki devletlilik kök salar diye korkar.
Tanımanın kapsayıcı olmasını ister, adanın tümü üstündeki egemenlik iddialarına atıfta bulunup pazarlık pozisyonlarını güçlendirmeye çalışır. Buna karşılık biz de onları 1959 ipoteğiyle birlikte yaşamakla iki devletli çözüm arasında seçim yapmaya teşvik edecek inisiyatifler geliştirebiliriz.
Tabii ki önce kendi içimizde tartışıp en büyük reaksiyonun Türkiye’deki statüko değişimini kabullenmekte zorlanacak kesimlerden gelmemesini sağlamak şartıyla. Böylesi bir yaklaşımın adada 1974 sonrası kurulan statükoyu destekleyeceğini, 29 Temmuz deklarasyonunun altıncı maddesindeki çözüm iradesinin teyidinin de üstümüzde oluşabilecek yükü hafifleceğini anlatarak.
Bir de bunların hepsinin iyice düşünerek, beklenen ve beklenmeyen sonuçlarının hesaplayarak, zamanlamasının doğru yaparak. Sorunun asıl sahibi Kıbrıslı Türklerle konuşarak. Hukukçulardan görüş alarak. BM kararlarını ve AB içtihadını çalışarak. Ama zihin tutulması yaşamadan, eski statükoyu ve ikircikli anlayışı sürdürmenin artık çok mümkün olmadığını idrak ederek.
Ben, bu tür olaylardan çıkartacağımız en önemli derslerden birinin de aidiyet siyasetinin her derde deva olmadığını görmek, çıkarlar örtüşmediğinde, beklentiler kesişmediğinde akrabalıkların unutulduğu anlamak olmalı diye düşünüyorum. Ki bunu da sanırım zaten anlıyoruz ve biliyoruz ama kendimize bile itiraf etmek istemiyoruz…