Kemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (1)
Yeni İttihatçılık kavramını ilk ortaya attığımda birçok kişi yüz yıldan fazla geçmişte kalmış ve ‘kaybetmiş’ bir ideolojinin bugünü anlama ve açıklama gücünü kuşkuyla karşılamıştı. Çünkü tarihsel olana öylesine bağlı bir anlamlandırma geleneğimiz var ki, ideolojiyi siyasal yaşanmışlıktan ayırt etmekte zorlanıyoruz. Oysa ideolojiler uygun koşulları bulduklarında yeniden ve tabii ki zamana uyum gösteren bazı değişikliklerle birlikte tarih sahnesine çıkabilirler.
Nitekim bugün Kemalizm’e büyük bir tutkuyla sarılanlar da yüz yıla yakın bir geçmişi olan ve ‘tükenmiş’ bir ideolojinin bugüne uygun olduğunu düşünüyorlar. Hemen ekleyelim ki, kuramsal açıdan bakıldığında İttihatçılığın ‘yenileşmesi’ ne derece mümkünse Kemalizm’in ‘yenileşmesi’ de o derece mümkün. Mesele pratiğe, yani günün koşullarına gelindiğinde hangisinin yenileşmeye daha açık olduğu, ya da her iki cenahtaki entelektüel esneklik ve yeteneğin böyle bir yenileşmeye ne derece yatkın olduğu.
Dolayısıyla başlıktaki ‘iyi’ kavramı mutlak bir iyiliği ya da üstünlüğü ima etmiyor. Bir ideolojinin ‘yenileşerek’ işlevsel olabilmesi çevre koşullarına adapte olabilmesine bağlı. Eğer toplumsal duygu ve arayışlara tercüman oluyor ve dünya koşullarına gerçekçi bir yanıt getirebiliyorsa, söz konusu ideolojinin başarılı olma ihtimali artacaktır. Aksine toplumsal kültürün ürettiği ruh haline yabancı kalan ve dünyada yaşanmakta olan değişimi ıskalayan bir ideoloji ise muhtemelen takipçilerinin hüsranını daha da derinleştirecektir.
Bu tespitten hareketle 5 yıldır savunduğum tezi şöyle formüle edebilirim: Dünyadaki yeni siyasi ve toplumsal eğilimler ve Türkiye’deki toplumsal psikoloji veri alındığında, İttihatçılığın adaptasyon yeteneği Kemalizm’e nazaran çok daha fazla ve dolayısıyla İttihatçılık yeni bir rejim, sistem, giderek devlet ve vatandaşlık oluşturmaya aday.
Açıkçası bunun artık ilave kanıt gerektirmeyen, apaçık bir gerçeklik olduğunu düşünüyorum. 2016’dan bugüne 9 yılda iktidarın tüm tasarrufları söz konusu tezi doğruladı ve iktidar bu tasarrufları yaparken herhangi bir çekinme, gocunma yaşamadığı gibi, aksine her fırsatta (liderlerin ağzından) yaptıklarını savundular, niye yaptıklarını söylediler ve gelecekteki adımlara da önceden işaret ettiler.
Bu nedenle hala söz konusu ‘yeniden devletleşme’ halini kavramayan ve kendisini 2000 öncesinde sanan muhalefet türünün giderek bir psikolojik maraz oluşturduğunu düşünüyorum. Çünkü bu bakış sonuç getirebilecek bir siyasi muhalefetin, muhalif bir sosyalleşmenin ve ideolojik özgürleşmenin önünü kesiyor.
Öte yandan yeni bir iktidar yapılanması konusunda ‘başarılı’ olduğunu gözlemlesek de Yeni İttihatçılığın bunu nasıl başarabildiğini de irdelemek gerekiyor. Daha önce söylediğim üzere adaptasyonun ‘dış’ ve ‘iç’ diye özetlenebilecek iki ayağı var.
Dünyadaki değişimler İttihatçılığın kolay adapte olabileceği bir yeni denge ve dinamik üretti. Tek kutupluluk sona erdi, iki kutupluluk evresi (ABD ve Rusya) hızla geçildi ve bugün Çin’in de ‘tepeye’ oturduğu ama Hindistan’ın, her şeye rağmen Avrupa’nın, giderek Müslüman toplumların göz ardı edilemeyeceği karmaşık bir yapıya geldik. Bu durum bölgesel aktörlerin önemini artırdı, onlara esneklik ve hareket alanı kazandırdı, coğrafyanın ve kimliksel temsilin bahşettiği işlevler bütünleşerek siyasi pazarlık gücü yarattı.
Türkiye güçlenen bölgesel aktörlerin başında yer alıyor. Bir yandan NATO üyesi ve AB ile organik ilişki içinde, öte yandan Rusya ve Çin’le iyi geçinen, bütün büyük aktörlerin yanında görmek isteyeceği bir ülke… Aynı zamanda dünya Müslümanlarının ve Türkik toplumların muhtemelen en gerçekçi sözcüsü olmaya aday.
Dünya ilkesel yaklaşımların zayıfladığı, ‘gerçekçi’ diye addedilen pratik, soğuk ve pazarlıkçı ilişkilerin hakim olduğu bir noktaya kaydı. Hiçbir ülkenin diğerinin iç işleriyle gerçekte ilgilenmediği, dış politikanın öne çıktığı bir evredeyiz. Ve bu atmosfer doğal olarak ‘savunma’ konseptinin yerine ‘müdahale’ konseptini getirdi. ABD’den başlayarak silah sanayi yeniden lider sektör olarak tanımlanmaya başladı.
Yeni İttihatçılık bu değişimi heyecanla kucaklamış gözüküyor. Bu ideolojinin perspektifiyle önümüzde bir ‘kızıl elma’ değil, sanki ‘kızıl elmalarla’ dolu ağaçlar var… ‘Türkiye Yüzyılı’ (ki aynı zamanda ‘Türk’ün Yüzyılı’ demek) bu kucaklamanın heyecanını ve hayallerini sergiliyor. ‘Yüzyıl’ kelimesinin kullanımı birçoğumuza abartılı gelebilir, ancak şu beklentiyi ima ediyor: Dünyadaki değişim geçici değil…
İşin ilginç yanı böyle bir öngörüyü ‘gerçekçi’ kılan daha büyük bir değişimin de içindeyiz. 2000 sonrası giderek görünür olduğu üzere modernlik hızla yıpranıyor, sorun çözemiyor, aksine sorun üretiyor. Modernliğin sahip çıktığı özgürlük, eşitlik, adalet gibi kriterler küresel çapta birer ‘boş laf’ haline geldi. Buna paralel olarak uluslarüstü kurumlar işlevsizleşti, sembolik önemini bile neredeyse yitirmekte olan siyasi korkuluklara dönüştüler.
Dolayısıyla Yeni İttihatçılığın özgüveni yüksek ve giderek de güçleniyor. İktidar, tarihin yeni bir ‘sıfır noktasına’ geldiğini, Türkiye’nin ‘ihtişamlı’ geçmişini yeniden ayağa kaldıracak atılımı yapabileceğini, küresel şartların buna elverdiğini, hatta teşvik ettiğini düşünüyor. Nitekim yerleştirilen rejim, ülkenin ‘yekvücut’ bir millileşme hareketi içinde söz konusu ‘yükselişi’ yakalaması için dizayn ediliyor.
(Bu noktada modernliğin sorununu bir nebze daha açabiliriz: Modernlik otoriter zihniyetten desteklenmekle birlikte esas olarak relativist zihniyet etrafında şekillendi. Böylece batılı ulus devletlerin içinde relativist zihniyetin yerleşmesine, ancak sömürgeleşmiş veya yarı-sömürge halinden çıkamamış ülkelerde otoriter zihniyetin hakim olmasına yol açtı. Türkiye’de de Cumhuriyet relativist zihniyeti yüzeysel kalıplarla gündelik hayata sokmaya çalışırken, otoriter zihniyetin benimsenmesini modernlik sandı. Bu ikili yapı 20. Yüzyıl sonuna dek bütün dünyada bir biçimde devam etti. Ne var ki bu arada zihniyet ve kültür küreselleşmenin de etkisiyle çeşitleniyordu. İçinde bulunduğumuz yüzyılın ilk çeyreğinde gelişmiş ulus devletlerin içe kapanmasına, dışa ve ‘yabancıya’ karşı otoriterliğe kaymasına, ‘az gelişmiş’ toplumların ise – işlemeyen modernliği gördükçe- ataerkil zihniyete geri dönmesine tanık olduk. Söz konusu zihniyet kayması Yeni İttihatçılığı daha da rahatlattı. Çünkü bu iktidar ve kurduğu yeni rejim esas olarak otoriter değil, ataerkil zihniyette ve bu da muhalefetin idrak edemediği nüanslardan biri.)
Yeni İttihatçılık salt dünyadaki değişime adapte olabilme yeteneği sayesinde iktidara tutunabilmiş değil. Türkiye’deki değişim de aynı yönde bir ivme yarattı. Kemalizm 28 Şubat süreci içinde fikriyat ve prestij olarak tükendi. AK Parti’nin ilk on yılında ise hükümete yönelik darbe arayışları, hukuksal zorlamalar ve sokaktan medet uman eylemler sonrası toplumun önemli kesimi için kadük, giderek anlamsız, (belki de) ‘zarar verici’ hale geldi. Sonrasındaki 5 yıllık ‘fetret’ döneminin ardından, 2015 yazı itibariyle bürokrasi merkezli yeni bir arayış başladı. Bir yıl içinde AK Parti’nin CHP ile koalisyon çabası kadük kalırken, parti içi ‘şeffaflaşma ve yenilenme’ adımları engellendi ve parti içindeki ‘demokratik’ unsurlar tasfiye edildi. Diğer taraftan 2016 Temmuz’u Gülen hareketinin sonunu getirdi. Böylece hem iktidar partisinin, hem de bürokrasinin içi ‘temizlenmiş’ oldu. 2016 sonbaharına gelindiğinde başta ordu olmak üzere devlet içi yeniden yapılanma hayata geçmiş, yeni rejim ve sistem kurulmuştu.
Seçilmiş bir siyasetçi (‘kral’) etrafında kalıcı bir bürokratik karar mekanizmasının oluşmasını hedefleyen, cumhurbaşkanı dışındaki seçilmişlerin siyasi yetkisini kadük eden, yargıyı bürokrasinin uzantısı olarak gören, böylece kuvvetler birliğini hedefleyen bir rejimdi bu… İttihatçı ideolojiyi ve onun ardında ataerkil zihniyeti temel alıyordu.
Kemalizm’in aynen modernlik gibi ve onunla neredeyse aynı zaman aralığında tükenmesi toplumsal ruh halini de dönüştürmüştü. Batı’ya mesafeli, onunla ‘aşık atan’, dik durabilen, saygı arayan ve gören ‘Güçlü Türkiye’nin cazibesi insanların gönlünü okşamaya başladı. Kendi teknolojisini, silah sanayiini geliştiren, kimseye muhtaç olmayan (son milli maçtaki pankartta yazdığı üzere daima ‘önde’ ve ‘ileri’) bir ülkenin vatandaşı olma, bu ülkenin tarihsel nedenlerle tatmin olmamış toplumsal benliğine uygun düştü.
Nitekim iktidar uzun zamandan bu yana esas olarak vatandaşa bu hayali ‘satıyor’. Ama alıcısı çok ve tek bir kimlikten gelmiyorlar. Tam da bu nedenle ‘Türk’ kimliği altında dindarları ve Kürtleri de kapsama girişimi var. Etnik açıdan salt Kürtlerden bahsetmek Türklüğü ‘yaralayabileceği’ için denkleme Araplar da ekleniyor… (Böylece aynı anda dışa yönelik büyük hayaller de beslenmiş oluyor.)
Diğer deyişle Yeni İttihatçılık modernliğin ve Kemalizm’in yıpranmasından güç almakla yetinmiyor, yeni dünyanın kendisine alan açtığını görüp onu kullanırken, vatandaşa (Türk’e) hem yeni bir benlik hem de o benliği ‘çeşitlendirme’ adına (ataerkil zihniyete oturan şekilde) çoğul bir alt kimlik yelpazesi sunmaya çalışıyor.
Ancak bunun bir bedeli var ve iktidar sözcüleri bu konuda da pozisyonlarını açıkça ortaya koyuyorlar. Devletin temsil ve taşıyıcılığında geçmişten geleceğe uzanan bir ‘milliliğin’ siyasete ve topluma damga vurmasını istiyorlar. Bu da millilik üzerinde kurgulanmış ve devlet etrafında örgütlenmiş bir baskı rejiminin normalleşmesi demek.
Söz konusu anlayış ve gidişata karşı gerçekçi bir alternatifin geliştirilmesine ihtiyaç var… Ama bu, durumu idrak eden, ciddiye alan ve gereğini yapma kapasitesine sahip bir muhalefetle olabilir ancak.