1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. "Çok Kutupluluk mu? Belki Gelecekte Bir Gün"
"Çok Kutupluluk mu? Belki Gelecekte Bir Gün"

"Çok Kutupluluk mu? Belki Gelecekte Bir Gün"

Tarihçi Vijay Prashad’a göre, ABD’nin küresel hâkimiyeti çöküşe geçiyor ve Çin bir rakip olarak yükselse de, tek taraflı dünya düzeni hâlâ ayakta duruyor. Bu röportajda, dünyanın en tehlikeli örgütü olarak neden NATO’yu gördüğünü açıklıyor.

A+A-

David Goeßmann - Kritikbakis

David Goeßmann: İran, İsrail ve ayrıca ABD tarafından hiçbir inandırıcı bahane gösterilmeden bombalandı. Tahran ise hem İsrail’e hem de Katar’daki bir ABD üssüne füzelerle karşılık verdi. İsrail’in Gazze’deki soykırımı hâlâ devam ediyor; 600 günü aşkın süredir sonu görünmüyor ve IDF (Israel Defense Forces – İsrail Savunma Kuvvetleri) Lübnan’ı vurmaya devam ediyor. İsrail ve ABD tarafından gerçekleştirilen tüm bu saldırılar, uluslararası hukuka göre saldırgan eylemler ve yasadışıdır. Elbette bölgeyi istikrarsızlaştırıyorlar. Mevcut çatışma durumunu ve Orta Doğu’nun geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Vijay Prashad: Hindistan ve Pakistan’a geçelim. Hindistan ve Pakistan üç gün boyunca savaştı. Aslında, bir önceki ay ve o üç gece boyunca, adı 4,5 nesil silah sistemleri olarak bilinen—bu, gerçekten iyi hava savunmaları, insansız hava araçları ve jet savaş uçaklarıyla entegre olma kapasitesine sahip bir sistem demek—iki askeri gücün her ikisi de benzer 4,5 nesil silahlara sahipse, kimsenin kazanamayacağı ortaya çıktı. Bu nedenle ne Hindistan’ın hava kuvvetleri ne de Pakistan’ın hava kuvvetleri diğerinin hava savunma sistemlerini delip yok edebildi. Aslında Hint jetleri Pakistan’a girmedi, Pakistan jetleri Hindistan’a girmedi. Sınır ötesine drone sürüleri gönderildi.

Nedeni şu ki, aslında İsrail ile İran arasındaki çatışmaya yalnızca askeri kapasite açısından baktığınızda, hiçbirinin üstün gelemeyeceği; her ikisinin de birbirine saldırabileceği ama hiçbirinin gerçekten bir çatışmayı kazanamayacağı ortaya çıkıyor. İsrail kara birlikleriyle İran’ı işgal etmeyecek, İran da kara birlikleriyle İsrail’i işgal etmeyecek. Ancak hava savunma sistemleri, füzeler ve benzer konularda hemen hemen eşitler, tıpkı Hindistan ile Pakistan arasında olduğu gibi. Dengeyi bozan tek şey, ABD’nin müdahalesi; çünkü ABD’nin ateş gücü, İran’ın, İsrail’in, Hindistan’ın veya Pakistan’ınkinden çok daha baskın.

Ancak sadece İsrail ile İran arasında söz konusuysa, hiçbiri üstün gelemez. Bu, çatışmanın birinci ve ikinci gününde açıkça ortaya çıktı. Ardından Birleşik Devletler üç bombardıman uçuşu gerçekleştirdi; fakat bunlar önemsizmiş gibi görünen saldırılardı. İran ise Al-Udeid [Katar’daki ABD askeri üssü] saldırısıyla karşılık verdi; bu temelde “misilleme yaptık” demek için planlanmıştı. Dolayısıyla benim hissiyatım odur ki, bu ülkelerdeki askeri planlamacılar oturup diyorlar ki: büyük bir askeri teknolojik atılım olmadan ya da İsrail’in İran’a karşı nükleer silah kullanmadıkça, bu ülkelerin üstün gelmesi imkânsızdır.

Bu askeri bakış açısı. Siyasi açıdan bakıldığında, İsrail Filistinlilere karşı soykırım uyguluyor. Bu yasadışıdır. Bilirsiniz, “yasadışı soykırım” diye bir şey yoktur; soykırım kendi başına zaten yasadışıdır. Soykırım gerçekleştiriyorlar ve ABD silah sağlıyor. Avrupa da, Almanya dahil, silah sağlıyor. Yasadışı bir eyleme katılıyorlar. İsrail’in İran’a saldırısı BM Şartı’nın 2.4. maddesinin ihlalidir. Bu, [AB Komisyonu Başkanı] Ursula von der Leyen’in Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiğinde bu maddeye atıfta bulunup öfkelendiği aynı maddedir. Ama Avrupalılar İsrail’i kınamıyor.

Filistinlilere karşı İsrail’in soykırımı ile İran’a yönelik saldırısı aynı seviyededir. İkisi de uluslararası hukukun ihlalleridir. İran İsrail’e saldırmadı. Kendini savunma bahanesi yoktu. BM Şartı’nın 7. Bölümüne dayanarak İsrail’in İran’a saldırmasını öngören hiçbir BM Güvenlik Konseyi kararı bulunmamaktadır. İran’ın İsrail’e yönelik, sözlü tehditler açısından bile, hiçbir kışkırtması olmadı; hiçbir gerekçe yoktu.

Aslında, İsrailli üst düzey yetkililer saldırının nedenini açıkça söylediler: “İran şu anda zayıf, durumdan yararlanmalıyız.” Bu, saldırganlık savaşı (war of aggression)dır. “Saldırganlık savaşı” İngilizce bir deyim değil, hukuki bir terimdir. Saldırganlık savaşı yürütmek yasadışıdır. Bu bir savaş suçudur; Cenevre Sözleşmesi’ne aykırıdır.

Bence askeri kesimler artık hiçbir tarafın üstün gelemeyeceğini kavradı. Muhtemelen iki ya da üç ay içinde İran, nükleer silaha sahip olduğunu ilan edecek. Ve o zaman İran hükümetine yönelik rejim değişikliğinden söz etmek mümkün olmayacak.

David Goeßmann: Bunun arkasındaki neden bölgeye kaos getirmek ve ardından bundan kâr elde etmek mi?

Vijay Prashad: Bence aradıkları kaos değil. Aslında Orta Doğu’yu sözde yeniden düzenlemek istiyorlar. Filistin Bölgelerinden Hamas’ı yok edebileceklerini düşünüyorlar. Gazze’nin büyük bölümlerinden Filistinlileri çıkaracaklar, güvenli bir İsrail yaratacaklar, durumdan faydalanacaklar ve temelde Batı Şeria’daki Filistinlileri ya hareket ettirecek ya da en azından demoralize edecekler, yerleşimcilere karşı mücadele etmelerini engelleyecekler, sadece Filistin halkını demoralize edecekler.

İsrailliler için bu çok inandırıcı ve önemli bir amaçtır: Filistinlileri demoralize etmek, böylece Filistin topraklarını terk etsinler. İsrail, eğer hiç bağlı idiyse, artık iki devletli çözüme bağlı değil, muhtemelen hiç olmadı. İsrailliler bir devletli çözüme asla izin vermeyecekler. Üç devletli çözümü beğeniyorlar. Üç devletli çözüm şudur: tüm Filistinlileri Lübnan’a, Ürdün’e ve Mısır’a, yani Filistin topraklarıyla komşu üç devlete göndermek, onları oradan çıkarmak. Bu, uzun zamandır istedikleri şeydir.

Bu aslında fiilen sosyal imha politikasıdır. Fiziksel olarak soykırım yoluyla insanları imha edin ya da sosyal olarak imha edin, onları başka ülkelere sürersiniz – bu da uluslararası hukuka aykırıdır, çünkü BM düzenlemelerine göre koruma altındaki bir bölgedir. Bu, Filistinlilere koruma statüsü tanır. Uluslararası hukukta savaş bölgesinden nüfus transferi yasadışıdır. Bunu yapmak yasaktır; bu, Cenevre Sözleşmesi’nin ihlalidir.

Yani Filistinliler söz konusu olduğunda durum budur. İranlılar açısından ise, 1980’den bu yana İran’da rejim değişikliği peşindeler. 1980’de Saddam Hüseyin’i İran’a yasadışı bir işgal başlatmaya ve 1988’e kadar süren bir savaşı başlatmaya iten Batı ve Körfez Arapları, özellikle Suudililerdi. Saddam’ı tüm süreç boyunca desteklediler.

Saddam’ın 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etmesinin nedenlerinden biri, Irak halkının yaptığı fedakarlıkların karşılığını ödememelerinden duyduğu öfkeydi. Körfez Arapları’nın Irak’a mali destek sağlamamasından ötürü hüsrana uğramıştı.

İşgal gerekçesi olarak Rumaila petrol sahalarına sondaj yaptıklarını iddia etti ve yatay sondaj yaptıklarını öne sürdü; aslında öfkeliydi: Suudiler ödeme yapmadı, Kuveytliler ödeme yapmadı. Birleşik Devletler de ödeme yapmadı. “İslam Cumhuriyeti’ni devirmek için sizler adına sekiz yıl savaştık ama başarılı olamadınız” dedi.

1988’den sonra Irak müdahaleden vazgeçince, ABD’li üst düzey yetkililer “İran’a saldıracağız, İran’dan kurtulacağız” diye açıklamalarda bulundu. 11 Eylül’den sonra ise ABD, 2001’de Afganistan’da Taliban hükümetini devirmek ve 2003’te Saddam Hüseyin’den kurtulmak suretiyle stratejik bir hata yaptı. İran’ın tarihsel iki düşmanı—Afganistan’daki radikal Sünni sağ ve Saddam Hüseyin—Amerikalılar tarafından ortadan kaldırıldı. Bu da İran’a bölgede muazzam bir avantaj sağladı. İran kanat çırpmaya başladı ve Arap dünyasındaki olayları etkilemeye başladı.

ABD, İran’ın sınırlarına geri dönmesi gerektiğini söyledi. Peki Washington ne yaptı? Suriye Hesap Verebilirlik Yasası’nı (Syria Accountability Act) çıkardı ve iktidara yeni gelen Genç Esad (Beşşar Esad) yönetimini sıkıştırmaya çalıştı. Şam Baharı girişimlerini denediler, Suriye’de daha demokratik bir alan yaratmak istediler. ABD, demokrasiyi denemekte olan Esad’ı değil, İranlıları sıkıştırmak için yaptırımlar uygulamaya başladı. Ardından 2006’da İsrail’e “Lübnan’ı yerle bir edin, Hizbullah’ı zayıflatın” diye yeşil ışık yaktılar. Bu, 2006’daki Lübnan işgaliydi; yeniden, tamamen yasadışı bir işgaldi.

Tüm bunların ortasında birdenbire “İran nükleer silah yapmak istiyor” fikrini uydurdular ve İran’la yasa dışı müzakereler sürecini başlattılar. Bunlar, İran’ın “nükleer programı” üzerine yasa dışı müzakerelerdi; çünkü İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) üyesidir. İran, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) denetimi altındadır. Zaten denetimlere tâbi tutuluyor ve BM yetkilileriyle görüşmeler yaptı. ABD, Avrupalılar, İranlılar ve BM’yi NPT’nin ve IAEA’nın dışında bir araya getirerek var olmayan bir nükleer silah programını tartışmak için yasa dışı bir süreç başlatmanın hiçbir gerekçesi yoktu. Onların sorunu, ülkede ne kadar uranyum zenginleştirmesine izin verildiğiydi.

Tüm bunlar bir aldatmacadan ibaret; çünkü bu yaşanırken Hindistan, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (Non-Proliferation Treaty) ’na üye değil, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (International Atomic Energy Agency) denetimleri altında değil, iki kez nükleer silah test etti ve ABD’den Nükleer Tedarikçiler Grubu’ndan nükleer malzeme almak için muafiyet aldı. Tam bir ikiyüzlülük. İsrail’in de nükleer silahı var, NPT’ye üye değil, Nükleer Tedarikçiler Grubu’ndan malzeme alıyor. Ama İran sıkıştırılmak zorunda kaldı. Dolayısıyla İran’a yönelik saldırı şimdi yeni bir şey değil. Bu, bu hükümeti devirmeye yönelik uzun bir sürecin bir parçası.

Orta Doğu’yu “temizlemek”, Tahran’da Şah’ın oğlunu tekrar iktidara getirmek, Filistinlilerin bölgeyi terk etmesini sağlayacak bir süreç oluşturmak ve böylece Orta Doğu’nun yeniden şekillenmesini istiyorlar. Suriye’de İsrail yanlısı bir El-Kaide (Al Qaeda) hükûmeti olacak. Lübnan’da İsrail yanlısı bir hükûmet kuracaklar. İsrailliler için her şey mükemmel; Tel Aviv’de Benjamin Netanyahu için altın bir heykel diktirecekler. Hükûmeti sonsuza dek sürecek. İran’a saldırı başlamadan bir gün önce yürürlüğe girmesi planlanan askerlik muafiyeti (Haredi) konusunda Hasidiklerin hükümetten ayrılamaya cesaret edemezdi. Bazı kişiler Netanyahu’nun iç sorunlarına odaklandı; bu yüzden saldırıyor dediler. Oysa İran’a saldırmasının nedeni bu değil; zamanlaması ise tam onlara göre.

David Goeßmann: 500 yıllık Batı sömürgeciliği, Küresel Güney’deki neokolonyal veya neoliberal hegemonyanın son on yıllarda yoksul ulusları boğan yapısal uyum programlarıyla birlikte nasıl bir tablo oluşturdu? Gelişmekte olan ülkelerle Batı’nın ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir güç kaymasından bahsedebilir miyiz?

Vijay Prashad: İki soru var. Birincisi bir tavır meselesi. Tavır açısından hiçbir değişim yok. Batı’nın bu ülkelere hiçbir borcu olmadığı anlayışı hâlâ geçerli: “Dinleyin, sizi sömürdük, bunun için üzgünüz. Ama trenler ve köprüler inşa ettik, dillerimizi öğrettik, aklı ve bilimi verdik.” Bu tavır hâlâ var. Aslında okullarda hâlâ öğretiliyor. Mesela Almanya’da çocuklara Herero ve Nama halklarına karşı işlenen soykırım öğretilmiyor. Bu gerçekleşmiyor.

İngiltere’de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kenya halkına karşı kurulan toplama kamplarının hikâyelerini duymazsınız. Boer Savaşı’nda Britanyalılar toplama kampları kurdu. Naziler de bu kamplardan—Trebinka ve Buchenwald gibi yerlerden—ilham aldı. Britanyalılar ise Holokost sonrası Kenya’da Mau Mau isyancılarının tutulması için toplama kampları inşa etti. Yani “asla unutma, ders aldık” meselesi değil; aynı şeyi savaş sonrası da tekrarladılar. İngiltere’de küçük çocuklara bu öğretiliyor mu? Hiç de değil; hâlâ Churchill’in bir kahraman olduğu öğretiliyor. İlk İşçi Partisi hükümeti kahramandı. Oysa o hükümet, Tanrının aşkına, Kenya’da toplama kamplarını kuran hükümetti.

Tavrî açıdan, Batı’daki insanları bu tutumları yüzünden suçlamıyorum; çünkü sömürgecilikle ilgili gerçekleri öğrenme imkânları olmadı. İnsanlara “bunu nasıl bilmezsiniz?” diyemezsiniz. Bilmiyorlar çünkü eğitim sistemleri sömürgeci; onların suçu değil. Kolonyal bir eğitim sistemi var ve tarihlerini öğrenmiyorlar. Dolayısıyla tavır açısından büyük bir değişim göremiyorum. Ben Batı toplumlarının en yüksek elitleriyle bir araya gelmiyorum. Belki onlar daha liberal ve açık fikirli olabilir.

Ama onların halka açık konuşmalarında duyduklarım oldukça korkunç. [Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel] Macron’un Afrikalılara “Bize minnettar olmalısınız” demesi tam bir rezaletti. Hangi insani ölçü bir dünya liderinin, kolonileştirdiği birine minnettar olması gerektiğini söylemesini engeller? Böyle konuşmak kaba. Burjuva adabı açısından bile bu sözler ürkütücü.

İkincisi, politikalara bakınca da hiçbir değişim göremiyorum. Bunu metodolojik olarak incelemek için iyi bir örnek Uluslararası Para Fonu (IMF). Fon, üye devletlere sahip olduğu için demokratik bir kurumdur. IMF’ye katılan her devlet, Fon’un kurallarını ve ana sözleşmesindeki maddeleri izlemekle yükümlüdür. Bir üye devletler organizasyonu olarak her ülke, ne yapılmasını isteyip ne yapılmamasını istediğini demokratik olarak önerme hakkına sahip olmalıdır. IMF’deki oy haklarının eşit olmadığını biliyoruz; Batılı hükümetler oy haklarının büyük çoğunluğunu kontrol ediyor. Bu adil değil. Oy dağılımı demokratikleştirilmeli.

Masaya 50 dolar sen koydun, ben beş, masaya koyduğun para yüzünden on kat daha fazla oy hakkın olmalı. Ama ikimiz de yaşayan insanlarız. Neden sadece birer oy almayalım, neden oy hakkını para belirlesin? Bu gerçekten tartışılması gereken bir konu; çünkü bir demokraside, örneğin Almanya’da oy kullanmaya gittiğinde banka hesabını görmezsin. Herkes teknik olarak eşit oy kullanmalıdır. Ama IMF’de oy kullanma, koyduğun paraya göre yapılıyor. Bence bu biraz adaletsiz ve demokratik değil.

Bu da demek oluyor ki daha zengin ülkeler IMF kurallarını belirliyor. Üye devletlere hizmet etmesi gereken bürokratların bu ülkelere nasıl yaklaşacağını da onlar düzenliyor. Örneğin Senegal’e gidiyorlar ve “Bize uymazsanız bizden kötü bir rapor alırsınız” diyorlar. Aslında bir mafya düzeni kuruyorlar. Kalkınma ajansları söz konusu olduğunda da bu bir mafya oyunu gibi işliyor. Bu ülkelere “Söylediğimizi yapmazsanız para alamazsınız” deniyor ve borçlanma maliyetiniz artıyor. Değişen bir şey var mı? Gerçekten sanmıyorum.

David Goeßmann: Fransa ve Birleşik Devletler Nijer ve diğer Afrika ülkelerinden sınır dışı edildiğinde bir güç kayması gözlemliyor musunuz? Aynı zamanda Çin, Kuşak ve Yol Girişimi (Belt and Road Initiative) kapsamında gelişmekte olan ülkelere giriyor ve daha yoksul ülkelere altyapı inşa ederek yatırım yapıyor. Bu bağlamda, Küresel Güney’in Batı’dan giderek uzaklaştığı bir süreçte bir güç kaymasından söz edebilir miyiz?

Vijay Prashad: Çok yavaş. Senegal ve Sri Lanka örneğine bakın; her ikisi de merkez-sol ilerici hükümetler seçti ama yine IMF’e dönmek zorunda kaldılar. Neden? Çünkü alternatifler yeterince hızlı ortaya çıkmadı. BRICS süreci örneğin yeni bir kalkınma bankası yarattı. Kredi vermesi son derece yavaş. “Contingency Reserve Arrangement” diye bir şey oluşturdular; IMF’e alternatif olması planlanmıştı, ama gerçekten işletilmeye başlamadı. Bu kurumlar çok yavaş ilerliyor.

Kuşak ve Yol Girişimi altyapı finansmanı sağlıyor. Altyapı inşa ediyor, bu harika çünkü devletlerin kapasitesini güçlendiriyor. Orada bir güç kayması var. Ama finansal sorunlar, ödemeler dengesi, dış rezervler vb. için borçlanmaya gelince tek oyun, esas oyun IMF. İlginçtir ki Çin bankaları borç kriziyle mücadele etmek yerine altyapı için kredi vermeyi tercih ediyor. Uzun vadeli borç krizinizi çözmek için kredi vermek istemiyorlar. Sonra IMF’e gitmek zorunda kalıyorsunuz.

Dolayısıyla bu ülkeler bir kayma görüyor, ama çok yavaş ve borcun patladığı yerde olmuyor. Şu anda Küresel Güney’de borç sahiplerine dönüp “Üzgünüz, ülkelerimize yatırım yapma riskini siz aldınız; riskler karşılanmadı, krediyi silmelisiniz” diyebilecek gücümüz yok. İnsanlar henüz bunu söyleyecek kadar güçlü değiller. Ama haklısınız, bir kayma var; ama çok yavaş oluyor ve gerçekleşen şeyleri abartmamalıyız.

David Goeßmann: Aynı zamanda Çin’in dünya sahnesinde yükselişinden ve Amerika Birleşik Devletleri’nin çöküşünden çokça bahsediliyor. Ekonomik olarak Çin, ABD ve Avrupa’dan çok daha hızlı büyüyor. Sözde satın alma gücü paritesi (Purchasing Power Parity)’ne bakarsanız, Çin çoktan Amerika Birleşik Devletleri’ni geride bırakmış durumda. Batılı ülkelerin uyguladığı yaptırımlar ve tarifeler de Çin’i dizginlemiyor. Ardından, daha önce konuştuğumuz Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla Pekin, 150’den fazla devlette yatırımlarla küresel ticaret ve ulaşım altyapısı inşa ediyor. Zaten çok kutuplu bir dünyada – en azından ekonomik yönden – yaşıyor muyuz ve bu durum özellikle Güney’deki toplumlar için ne anlama geliyor?

Vijay Prashad: “En azından ekonomik açıdan” ifadesi hileli, çünkü hiçbir şey “en azından ekonomik” olmaz.

Öncelikle, büyüme hızına bakıldığında Çin kesinlikle önde. Ancak Vietnam, Endonezya, Bangladeş, Hindistan gibi birçok Asya ülkesi çok daha hızlı büyüyor. Bu oldukça etkileyici.

Ama şunu da kabul etmeliyiz ki bunlar büyüme oranları ve bu ülkeler hâlâ büyük yoksulluktan geliyor. Bu nedenle mutlak yaşam standartları bakımından hâlâ zengin ülkelere oldukça uzaktalar.

Çevrecilerin söylediği gibi, gezegendeki herkes ABD’deki bir kişi gibi yaşasaydı yedi gezegene ihtiyacımız olurdu. Böyle yaşamak mümkün değil. Yani mutlak yaşam standartları asla eşitlenmeyebilir. Ve umarım ABD ile eşitlenmez; bunun yerine farklı bir yaşam tarzı belirleriz. Hepimizin küçük bir daire büyüklüğünde buzdolabına ihtiyacı var mı gerçekten? Bence evde yürüyen buzdolaplarına ihtiyacımız yok. Bir aylık çamaşır yıkamadan yeterli giysiyle dolu taşınan dolaplara mı ihtiyacımız var? Bence hayır. Yaşam tarzımızı daha mütevazı olacak şekilde değiştirmeliyiz; bu iyi bir fikir olabilir.

Dolayısıyla mutlak yaşam standartları açıkça eşitlenmedi. Ama büyüme oranlarının etkileyici olduğu doğru. Çin’in çoğu ülkeyle çok daha fazla ticaret yaptığı, bu ülkelere altyapı ve sanayi yatırımı yapmak için daha fazla fazlalığa sahip olduğu da doğru. Çin, IMF ve Batılı alacaklıların yapmadığı yeni bir kalkınma modeli gerçekten üretti. Ben hayatım boyunca borç için kredi vermeyi gördüm; altyapı ve sanayileşme için değil. Çin, oyunun kurallarını kesinlikle değiştirdi; bu yüzde 100 doğru.

Ama henüz güç dengelerinin değiştiği bir dünyamız yok. ABD’nin önderliğindeki Batılı ülkeler hâlâ silah sistemlerini kontrol ediyor. Onlar hâkim. Dünya askeri harcamalarının neredeyse % 80’i her yıl NATO artı ülkeler tarafından yapılıyor [NATO üyeleri artı Avustralya, Japonya, Yeni Zelanda, Güney Kore ve İsrail]. Bu olağanüstü bir askeri güç ve bilgiyi de kontrol ediyorlar. Biz gazetecilik dünyasında çalışıyoruz. Batı medyasının muazzam bir seliyle karşı karşıyayız. Dünya haberlerine gelince CNN, Reuters, Associated Press, Agence France-Presse’i takip ediyorlar; olayları onlar tanımlıyor. Xinjiang’da [Çin’in Uygur nüfusuna yönelik baskısı] soykırım olduğu konusunda nasıl hızlı bir fikir birliği oluştu, ardından şaşkınlık… Filistin’de olup bitenler de soykırım olamaz, başka bir şey olmalı, İsrail saldırı altında.

Bilgi dünyasında Batı küresel olarak hâkim. Bir örnek: beş-altı kişinin çalıştığı küçük bir Afrika akış hesabı var Instagram’da. ABD Dışişleri bu hafta peşine düştü ve kapattırdı. Artık çalışmayacak. Küçük insanların gelip “Dünyada neler oluyor diye farklı bir görüşümüz var” demesine izin vermiyorlar. Dil farklılıkları ve sözde “dezenformasyon”la mücadele edememe yüzünden Çinli veya Rus medyası küresel olamadı. YouTube’da donanımı kontrol eden Batılı şirketler “Bu Rusya devlet medyası, bu dezenformasyondur” diye yazıyor. Söylem ve fikir dünyasını kontrol etmek imkânsız; Batı hâkim.

Çok kutupluluk? Belki gelecekte bir gün. Ama şu an katı ve nesnel olmamız gerek; orada değiliz.

David Goeßmann: Ukrayna’yı ittifaka dahil etme arzusu NATO’yu Rusya’yı işgale kışkırttı. Şimdi İsveç ve Finlandiya, Ukrayna Savaşı’na yanıt olarak NATO’ya katıldı ve AB benzeri görülmemiş bir silahlanma sürecine girdi. ABD’nin zaten devasa bir askeri gücü olmasına rağmen Pentagon harcamaları artmaya devam ediyor. Obama’nın “Asya’ya Yönelme” stratejisi sonrasında kurulan askeri ortaklıklar ve üsler – bazıları buna “Asya NATO’su” diyor – Çin’i kuşatırken, Washington Pekin’i Güney Çin Denizi’nde ve Tayvan çevresinde kışkırtıyor. Siz Tricontinental Enstitüsü’nü yönetiyorsunuz. Bir dosyada NATO’nun “dünyanın en tehlikeli örgütü” olduğunu söylüyorsunuz. Batı’nın askeri stratejisini anlatır mısınız?

Vijay Prashad: Dosyanın başlığı gerçeği yansıtıyor. Abartı değil. NATO, Yugoslavya’yı yok eden, parçalayan askeri paktır. NATO, ABD ile birlikte Afganistan’ın daha fazla yıkımını gerçekleştiren örgüttür. NATO, temelinde Libya’yı parçalayan ve hiçbir soruşturmayla yüzleşmeyi reddeden organdır.

Libya’daki savaş suçları hakkında, 2011’de kabul edilen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1973 sayılı kararı yalnızca Libya üzerinde uçuşa yasak bölge olmasını öngörüyordu. BM Güvenlik Konseyi 1973 sayılı kararında başka bir şey yazmıyor. NATO, kararı hemen çiğneyip Libya devlet aygıtını bombalamaya, Libyalı devleti yok etmeye başladı. Artık Libya’da bir devlet kalmadı. Bir devlet inşa etmek yüzlerce yıl sürer; NATO bunu günler içinde yok etti ve bu kadar kolay yeniden kurulamaz. Tamamen yıkıldı, bu tehlikelidir. Kayıtlarda bu bilgi var.

Savaş sonrası dönemde bu kadar çok ülkeyi yok eden ve parçalayan başka hiçbir askeri pakt hatırlamıyorum. Ülkeleri istedikleri gibi parçalayarak, uluslararası hukuku ihlal ederek yok eden bir pakt yok. Libya’da yaptıklarına dair hiçbir yetki yoktu. “BM kararı vardı” diyenler var; kararı okuyun, devlet varlıklarını bombalamaya izin veren bir ibare yok. NATO, BM kararını ihlal etti. NATO avukatı Peter Olson, sonrasında yazdığı mektupta NATO’nun asla soruşturulamayacağını inatla savundu. Yayınladığım o mektupta kibirle “NATO savaş suçu işleyemez” diyor.

Neden? Çünkü NATO “vahşi” bir örgüt değil, “Avrupalı” bir örgütmüş. Oysa öyle değil. Mevcut Genel Sekreter Mark Rutte, Trump’ın yanına oturup Washington’da “Zirveyi Lahey’de yapalım, bunun Amerikan gücünü sergilemesi lazım, NATO gücünü değil, Amerikan gücünü” dedi. Yani NATO, Amerikan gücünün Truva atıdır. Trump’a Truth Social’da paylaştığı mesajı gönderdiler: “Seni seviyoruz, harika iş çıkarıyorsun.” Avrupalılar da “GSYH’nın yüzde beşini senin için ayıracağız, Bay Trump” diyor. NATO’da bağımsız bir Avrupa dış politikası yok. NATO, Amerikan gücünün aracıdır.

Peki stratejisi nedir? Çok basit: Avrupa’daki müttefikleri ve Asya’daki yakın dostları—Güney Kore ve Japonya’yı—kullanarak ABD’ye yönelik tehditleri sıkıştırmak. Bu tehditler Avrupa için tehdit değil. Çin, Avrupa’ya tehdit mi? Sanmıyorum. Rusya, Almanya için tehdit miydi? Nord Stream boru hattının imhası, Almanya’nın ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz alarak parasını boşa harcamasından mı daha kötüdür? İklim için hangisi daha iyi, Yeşiller Partisi? Türkiye’ye yönelik bir soru: İran’da kadınların İsrail ve ABD saldırılarında öldürülmesi ya da Filistinli kadınların öldürülmesi gibi konularda feminist lider Annalena Baerbock’tan neden tek kelime çıkmıyor? Bu konuda sessizler.

Batılı strateji, Amerika Birleşik Devletleri için kimin daha büyük bir tehdit olduğunu tartışmak. Trump yönetiminin çoğu, en büyük tehdidin Çin olduğuna inanıyor. Aynı zamanda Çin’in askeri bir tehdit olmadığını da kabul ediyorlar. Çin, küresel askeri harcamaların yüzde dörtünden sorumlu; Batı artı ülkeler ise yüzde 80’inden sorumlu. ABD tek başına yüzde ellinin üzerinde. Çin askeri bir tehdit değil, ekonomik bir tehdit. 5G’yi unutun, 7G veya 8G telekomünikasyon teknolojileri yönünde ilerliyor.

Dün Almanya’da Leipzig’ten Berlin’e yüksek hızlı trenle gittim; hızın saatte 185 km olduğunu söylediler. Oysa Çin’de saatte 305 km’ye çıkıyorlar. Trenler çok daha hızlı, çok daha iyi, daha konforlu ve zamanında. Bu bir tehdit. Avrupa için değil, Avrupa burjuvazisinin yatırım yaptığı Amerikan çokuluslu şirketler için bir tehdit. Alman burjuvazisi DAX’a değil, BlackRock ve Wall Street’e daha çok yatırım yapıyor. Sözde vatansever burjuvazi, Amerikan şirketlerinin çıkarlarını korumakta çıkarı olan sınıftır. Böylece Avrupalılar, Amerikan tekellerinin çıkarları uğruna uluslararası bir çatışmaya sürükleniyor. Bu, Avrupa çatışması değil.

Batının stratejisi nedir? Avrupa için ABD’ye ve onun çıkarlarına boyun eğmek; Avrupa çıkarlarına değil. ABD içinse ekonomik olarak hakimiyetini korumak ve Çin’in gelişimini engellemek için güç kullanmak.

David Goeßmann: Sizce BRICS+’ın—Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika çevresindeki yükselen ekonomiler grubunun—artık katılmak isteyen daha fazla ülkeyi cezbetmesinin önemi nedir? İktisatçılar De-Dolarizasyon’dan ve ABD Doları’na rakip olabilecek yeni rezerv para birimlerinden söz ediyor; bu, küresel finans sisteminde köklü değişikliklere yol açabilir. Washington’un tek taraflı hâkimiyetine dayanmayan yeni bir dünya düzeni gözlerimizin önünde mi yükseliyor, yoksa dünyada yayılan kaos, siyasi otoriterlik ve şiddetin gölgesinde mi kalıyor?

Vijay Prashad: Harika bir soru. BRICS+ ülkelerine, ilk beşin yanına eklenenlere bakmak ilginç. Suudi Arabistan ve İran’ın katılımı var. Öncelikle, bu ülkelerin tamamen farklı siyasi sistemleri var. Bazıları monarşi, bazıları cumhuriyet; bazıları Komünist Parti, bazıları da Hindistan örneğinde olduğu gibi aşırı sağ partiler tarafından yönetiliyor. Tamamen farklı siyasi dünya görüşlerine sahipler.

Ancak “+”daki ilginç nokta, BRICS ülkelerinin Amerika Birleşik Devletleri hariç hemen tüm büyük petrol üreticilerini bünyesine katmış olmasıdır. Yani Rusya, Suudi Arabistan, İran vb. eklendiğinde büyük petrol ve gaz üreticileri—hatta Mısır—yolunuyor. Bu, temelde OPEC+ [Organization of the Petroleum Exporting Countries] anlamına geldiğini gösteren çok önemli bir jesttir. OPEC+ içinde Rusya var. Aslında bir BRICS süreci içinde OPEC+’ımız var. BRICS+ ile OPEC+ arasında muazzam bir örtüşme var. Ve alternatif para birimi sistemleri düşünmeye başlarlarsa, temelde petrol varlığına dayalı yeni bir para birimi ihdas etme yönünde düşünebilirler.

Şimdi, bu bir çevreci için hoş bir fikir değil; ama dürüst olmak gerekirse, gerçek bir geçiş yapana kadar petrol bir süre bizimle olacak. Bu medeniyette petrolü yenilenebilir yakıtlara bu kadar hızlı çeviremeyeceğimiz çok acı bir gerçek. Zaman alacak. Bu yüzden belki başlangıçta para birimi petrol varlığına endekslenebilir. Başka bir deyişle, para biriminin dayandığı şey altının önceki bir dönemde yaptığı gibi petrole dayalı olur. 1971’den günümüze kadar ara dönemde bu ABD varlıklarıydı. Temelde bir para biriminin arkasında bir varlık olması gerekir.

Yani elimde bu kağıt, dolar gibi çok miktarda para varsa, onunla bir şey yapabilmem gerek. Başka kimse dolarlarımı almayacaksa, ABD’ye gidip arazi, şirket, fabrika veya neyse onu alabilmeliyim. Paranızın yakacağınız kağıt olmaması için garanti eden bir varlık olmalı. Önceki dönemde buna altın standardı deniyordu. Ara dönemde ise ABD varlıklarıydı. Hiçbir BRICS ülkesi şu an para birimini istikrara kavuşturmak için varlıklarını yabancılara devretmeyi kabul etmiyor. Çin’in sermaye kontrolleri var. Yabancıların topraklarını satın almasına izin vermiyorlar. Sanmam ki bunu asla yaparlar. Çünkü aksi halde sosyalist süreç tamamen çöker. Yani BRICS ülkelerinden birinin para biriminin çapasını oluşturacak varlıkları sunmasını bekleyemezsiniz. Bu kesinlikle olmayacak.

Diyelim ki Hindistan “Biz yaparız” diyor. Şu an Hindistan’da hangi varlığı satın almak isterim? Diyelim ki 20 milyar rupi param var, ne alırım? Yoksa rupi bankada mı kalır? Bence bu inandırıcı değil. Ama OPEC+ ve büyük BRICS+ ülkularının çoğu için varlık olarak petrol vadeli işlemleri olabilir. Yani BRICS para birimine sahipsem ve kimse onu almazsa, petrol rezervleri benim olur. Devasa servetimle on yıllık petrol alabilirim. Para birimi karşılığında bana devredilebilir bir şey olması lazım. Dolayısıyla böyle bir model olabilir.

David Goeßmann: Atom Bilimcileri Bülteni’nin Kıyamet Saati bu yıl gece yarısına 89 saniye kala ayarlandı. Hiçbir zaman insanlığın sonuna bu kadar yakın olmamıştık. Nihai olarak insan uygarlığını yok edecek temel tehditlerden biri nükleer savaştır. Nükleer riskleri nasıl değerlendiriyorsunuz ve ne yapılması gerekiyor?

Vijay Prashad: Bence Kıyamet Saati aslında çağdışıdır. Gece yarısına daha da yakın olmalıydı. Birleşik Devletler ve İsrail’in İran’a yönelik saldırısı, dünyadaki birçok ülkeye çok ciddi bir mesaj gönderdi. Bu mesaj on yıl önce de verilmişti: Eğer nükleer silahınız yoksa devletinizi yok edeceğiz. Bu mesaj, NATO ülkeleri Libya’ya girip devleti yok ettiğinde verilmişti. Neden? Çünkü Libya’nın bir nükleer silah programı vardı. Entegrasyon karşılığında bunu gönüllü olarak bıraktılar.

Ancak ondan sonra çok ağır bir bedel ödediler; devletleri yok edildi. O sırada Kuzey Kore’nin nükleer silahı var ve kimse onlara saldırmaya cesaret edemiyor. İranlıların yıl bitmeden nükleer bomba sahibi olacağını, sahip olduklarını ilan edeceklerini tahmin ediyorum. Bombaya sahip olmak için zenginleştirmeye başlayacaklar, neden olmasın. Kendilerini korumaları için buna ihtiyaçları var. Bunu yapacaklar. Aslında bu İran’a yönelik bombardıman yayılımı önleme amaçlı değildi, yayılımı teşvik amaçlıydı. Myanmar’daki cunta çoktan Kuzey Korelilerle görüşüp “Bize bir bomba, füzeler gönderin” dedi bile. Myanmar, Suudi Arabistan, Türkiye, İran ve benzeri tüm ülkeler nükleerleşecek. Böylece Kıyamet Saati 59 saniyeye inecek.

David Goeßmann: Bir diğer önemli risk faktörü iklim krizi ya da iklim felaketidir. Sanayileşmiş ülkeler bunun başlıca sorumlusudur. Ancak acil duruma yanıt vermek için gerekli adımları atmayı reddediyorlar. Devasa miktarda sera gazı üretmeye devam ediyor ve yeterli iklim finansmanını sağlamaya yanaşmıyorlar. İklim adaletsizliği ayrıca sonuçlarını esas olarak gelişmekte olan ülkelere yıkıyor. Zengin ülkelerin bu tutumu Küresel Güney’de nasıl karşılanıyor?

Vijay Prashad: Aslında tanıdık bir manzara bu. Bu tür toplantı ve etkinliklerde yalnızca iklimden, iklim felaketinden söz edilmiyor; yüksek idealler içeren konuşmalar yapılması alışıldık bir durum. Bu yıllardır böyle devam ediyor. Batı, toplantılara gelip kalkınmadan, kalkınmanın öneminden söz ediyor ve biraz finansman taahhüt ediyor. Ama bu hiçbir zaman gerçekleşmiyor. Yurtdışı kalkınma yardımı GSYH’nın yüzde 0,7’si olmalıydı; hiçbir zaman o düzeye ulaşmadı. Yani bu tanıdık bir dans.

Kadın haklarından, üreme sağlığının öneminden bahsediyorlar. Masada para yok. Bu toplantılara gelip silahsızlanmanın gerekliliğinden, savaşın ne kadar korkunç olduğundan söz ediyorlar. Sonra birbirlerini daha çok silahlandırıp silah endüstrisini büyütüyorlar. Burada ne yeni? İklim meselesi, Batı demokrasilerinin ontolojik ikiyüzlülüğünden nasıl farklı olsun ki? Holokost sonrası “never forget” (“asla unutma”) dedikleri günden bu yana her konuda ikiyüzlü davrandılar. Soykırımı Önleme Sözleşmesi (Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide) kabul edildi. Peki şimdi Filistin’de neler oluyor? “Never forget” nerede?

Sadece Filistin de değil. Sudan’da, Kongo’da neler oluyor? Belki orada Batılı bir aktör yok, ama silah şirketleri kim? Silah şirketleri ve ticaretleriyle hep çok ilgilendim. Jeremy Corbyn ve başkalarıyla birlikte “Monstrous Anger of the Guns” adlı kitabı yayınladım. Silah şirketlerinin kârına ışık tutuyoruz. Kazançları inanılmaz. Şu an GSYH’nın yüzde 5’i kadar bir bütçe ve “Avrupa ordusunu güçlendirelim” söylemiyle bir araya geldiklerinde, adeta beslenme havuzundaki domuzlar gibiler; kaynakları yiyip bitiriyorlar. Alacakları tüm bu kamu fonları… İğrenç. Yani bu, Batı demokrasilerinin ontolojik ikiyüzlülüğü.

David Goeßmann: Sosyal hareketler ve genel olarak sözde Sol, dünya genelinde birçok ülkede zayıf bir konumda görünüyor. Aşırı sağ veya neo-faşist partiler yükselişe geçerken genellikle kaybediyorlar. Öte yandan, Occupy Wall Street ve Arap Baharı’ndan iklim kampanyalarına ve özellikle Küresel Güney’de baskıya karşı siyasi direnişe kadar son on yıllarda güçlü protestolar ve kampanyalar oldu. Ama yine de dünya uçuruma doğru hızla ilerliyor ve krizler derinleşiyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz ve Gramsci’nin deyimiyle size “iradenin iyimserliğini” veren şey nedir?

Vijay Prashad: Pencereden dışarı bakıyorsunuz [Berlin’in ortasındaki otel lobisi], on saniye içinde bir paket dağıtıcısı ya da bir Uber şoförü geçiyor. Az önce de öyle oldu; tam bakarken iki dağıtıcı geçti. Dünyanın dört bir yanındaki emekçi sınıf “uberleştirildi”. İnsanlar uzun, düzensiz mesailer yapıyor, düşük ücret alıyor. Uzun saatler çalışmasalar bile düzensiz bir şekilde çalışıyorlar. Fabrikalarda birlikte çalışmıyorlar; çalışsalar bile birbirleriyle konuşmalarına izin verilmiyor. Son derece disiplinli, sendikalaşmak çok zor. Sendikalaşma oranları düştü.

Başka bir deyişle, dünyada insanlar örgütlü değil. Oysa Sol’un kaynağı, örgütlü bir emekçi sınıf, bir işçi sendikası hareketi ve örgütlü bir köylü hareketidir. Bunlar şimdi çok daha zayıf. Örgütümüz zayıfladıkça büyük hareketler inşa etmek zorlaşıyor. Ama bu, insanları sokaklara dökmeyi durdurmuyor; zira bir gösteriye insanları mobilize etmek için örgütlü olmalarına gerek yok. İki milyon insanın örgütlü olması gerekmiyor. Bir Instagram gönderisi yeterlidir: “Gel, Filistin’de olup bitene karşı protestoya katıl.” İnsanlar gelir. Ama mutlaka birbirleriyle örgütlü değiller.

Vijay Prashad: Hareketlendirme [mobilizasyon] aslında solu değil, sağa yarıyor; çünkü sağ, emekçi sınıfın ve köylülerin kitle örgütlerini kurmak zorunda değil. Kitlesel mobilizasyonlarla ayakta kalabiliyor. Birçok ülkede sağ, seçim oyunundan fayda sağlamıyor. Almanya’da AfD’nin büyüdüğünü görüyorsunuz; ama pek çok ülkede aşırı sağ hâlâ seçimle iktidarı ele geçirecek düzeye gelemiyor. Aslında geleneksel sağ ile aşırı sağ birleştiğinde büyük kazanımlar elde ediliyor. Çünkü geleneksel sağ, parasını ve aygıtını getiriyor; para üstünlüğüne sahipler. İnsanları seçimlerde oy vermeye, parayla mobilize edebiliyorlar.

Sol ise gönüllülere muhtaç. İnsanları gösterilere, yürüyüşlere çağırmak, seçimde belli bir strateji için oy vermeye çağırmaktan daha kolay. Ama mobilizasyon, arkasında geleneksel sağ varsa sağa avantaj sağlıyor. Ve biz örgütlenme değil, mobilizasyon çağına girdik. Örgütlemektense insanları harekete geçirmek daha kolay. Sosyal medya mobilizasyonu kolaylaştırdı. Gönderi paylaşıyorsun, dolaşıma giriyor, insanlar katılıyor vb. Ama Berlin’de ya da başka bir yerde Filistin için düzenlenen kitlesel protestoları, örgütlü bir sol okumasına kapılmamalıyız.

Zohran Mamdani gibi bir demokratik sosyalistin New York City birincil seçimlerini kazanması gibi atılımlar olduğunda… Onu ve ailesini iyi tanıyorum. Babası Ugandalı bir entelektüel, annesi Hint sinemacısı Mira Nair. Mississippi Masala gibi harika filmler yaptı, müthiş bir yönetmen. Oğlu ise 33 yaşında büyük bir demokratik sosyalist. Müslüman bir aileden geliyor; orta adı Kwame, Gana’nın ilk Cumhurbaşkanı Kwame Nkrumah’dan geliyor. Bu tür atılımlar oluyor, Almanya’da da herhangi bir anda olabilir. Dinamik bir kişi ortaya çıkabilir, çünkü bu modern, televizyon uyumlu seçim politikasının bir parçası. Birçok insanı coşkuyla harekete geçirip seçimi kazanabilirsiniz.

Enstitümüzün üzerinde çalıştığı sorun, iktidarı ele geçirdikten sonra ne olduğudur. Güç dengeleri değişmeden kazandığınızda ne olur? Berlin’in belediye başkanı olsaydınız, ajandanız ne olurdu? Neler yapardınız? Bir sürü fikri bir araya getirdik. Mesela toplu taşımayı ücretsiz yapardım. Zaten vergilerimizle ödüyoruz. Bilet almak yerine otobüse biniyorsunuz. Çalışan sınıfı hem ulaşım için bilet alması hem de işe gidip gelirken vergilendirilmesiyle çifte vergilendirmeye gerek yok. Gülünç. Ücretsiz olsun derim.

Nasıl ödeyeceğiz? Bir yolunu buluruz. İşletmelere vergi koyarız, şehirde iki şubesi olan her otele vergi uygularız. Neden iki Ibis oteli olsun? İkinci şubeye yüzde sekiz daha fazla vergi uygularız. Belki “Ibis’i kovuyorsun” derler. Peki, o zaman o oteli bir aile alsın, kendileri işletsin. Demek ki her zaman umut verici işaretler var. Atılımlar olabilir. Dünyada kitle örgütleri var. Brezilya’da iki milyon köylü Topraksız İşçiler Hareketi’nin (Landless Workers’ Movement) parçası. Latin Amerika’nın en organik pirincini üretiyorlar, inanılmaz.

Bu örgütler hakkında daha fazla şey öğrenmeliyiz. Nerede yaşıyorsak Kuzey’den Güney’e ya da Güney’den Kuzey’e bilgi akışı daha fazla olmalı. Hepimizin farklı yerlerde yaptığı çalışmalardan gelen hikâyeleri paylaşmamız çok önemli. Bir gencin, on iki-on beş yaşlarındaki bir çocuğun bir makale okuyup etkilenip bir şey için harekete geçmesi ilham verici. Örgüt kurmak istiyor, mahallesinde bir okuma grubu başlatıyor, “sokaklarımızı temizlemeliyiz” diye bir siyaset yürütüyor. O kişi kendine bir isim yapıyor, mahallede seçiliyor, bir-iki iyi iş yapıyor, diğer insanları da motive ediyor. Değişim böyle gerçekleşir.

David Goeßmann, Berlin/Almanya merkezli bir gazetecidir. Spiegel Online, ARD ve ZDF dahil olmak üzere çeşitli medya kuruluşlarında çalıştı. Makaleleri Truthout, Common Dreams ve The Progressive sitelerinde yayımlandı. Kitapları iklim ve dış politikalar, küresel adalet ve medya yanlılığını analiz ediyor.

 

Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/07/10/multipolarity-maybe-sometime-in-the-future-an-interview-with-vijay-prashad/

David Goeßmann: İran, İsrail ve ayrıca ABD tarafından hiçbir inandırıcı bahane gösterilmeden bombalandı. Tahran ise hem İsrail’e hem de Katar’daki bir ABD üssüne füzelerle karşılık verdi. İsrail’in Gazze’deki soykırımı hâlâ devam ediyor; 600 günü aşkın süredir sonu görünmüyor ve IDF (Israel Defense Forces – İsrail Savunma Kuvvetleri) Lübnan’ı vurmaya devam ediyor. İsrail ve ABD tarafından gerçekleştirilen tüm bu saldırılar, uluslararası hukuka göre saldırgan eylemler ve yasadışıdır. Elbette bölgeyi istikrarsızlaştırıyorlar. Mevcut çatışma durumunu ve Orta Doğu’nun geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Vijay Prashad: Hindistan ve Pakistan’a geçelim. Hindistan ve Pakistan üç gün boyunca savaştı. Aslında, bir önceki ay ve o üç gece boyunca, adı 4,5 nesil silah sistemleri olarak bilinen—bu, gerçekten iyi hava savunmaları, insansız hava araçları ve jet savaş uçaklarıyla entegre olma kapasitesine sahip bir sistem demek—iki askeri gücün her ikisi de benzer 4,5 nesil silahlara sahipse, kimsenin kazanamayacağı ortaya çıktı. Bu nedenle ne Hindistan’ın hava kuvvetleri ne de Pakistan’ın hava kuvvetleri diğerinin hava savunma sistemlerini delip yok edebildi. Aslında Hint jetleri Pakistan’a girmedi, Pakistan jetleri Hindistan’a girmedi. Sınır ötesine drone sürüleri gönderildi.

Nedeni şu ki, aslında İsrail ile İran arasındaki çatışmaya yalnızca askeri kapasite açısından baktığınızda, hiçbirinin üstün gelemeyeceği; her ikisinin de birbirine saldırabileceği ama hiçbirinin gerçekten bir çatışmayı kazanamayacağı ortaya çıkıyor. İsrail kara birlikleriyle İran’ı işgal etmeyecek, İran da kara birlikleriyle İsrail’i işgal etmeyecek. Ancak hava savunma sistemleri, füzeler ve benzer konularda hemen hemen eşitler, tıpkı Hindistan ile Pakistan arasında olduğu gibi. Dengeyi bozan tek şey, ABD’nin müdahalesi; çünkü ABD’nin ateş gücü, İran’ın, İsrail’in, Hindistan’ın veya Pakistan’ınkinden çok daha baskın.

Ancak sadece İsrail ile İran arasında söz konusuysa, hiçbiri üstün gelemez. Bu, çatışmanın birinci ve ikinci gününde açıkça ortaya çıktı. Ardından Birleşik Devletler üç bombardıman uçuşu gerçekleştirdi; fakat bunlar önemsizmiş gibi görünen saldırılardı. İran ise Al-Udeid [Katar’daki ABD askeri üssü] saldırısıyla karşılık verdi; bu temelde “misilleme yaptık” demek için planlanmıştı. Dolayısıyla benim hissiyatım odur ki, bu ülkelerdeki askeri planlamacılar oturup diyorlar ki: büyük bir askeri teknolojik atılım olmadan ya da İsrail’in İran’a karşı nükleer silah kullanmadıkça, bu ülkelerin üstün gelmesi imkânsızdır.

Bu askeri bakış açısı. Siyasi açıdan bakıldığında, İsrail Filistinlilere karşı soykırım uyguluyor. Bu yasadışıdır. Bilirsiniz, “yasadışı soykırım” diye bir şey yoktur; soykırım kendi başına zaten yasadışıdır. Soykırım gerçekleştiriyorlar ve ABD silah sağlıyor. Avrupa da, Almanya dahil, silah sağlıyor. Yasadışı bir eyleme katılıyorlar. İsrail’in İran’a saldırısı BM Şartı’nın 2.4. maddesinin ihlalidir. Bu, [AB Komisyonu Başkanı] Ursula von der Leyen’in Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiğinde bu maddeye atıfta bulunup öfkelendiği aynı maddedir. Ama Avrupalılar İsrail’i kınamıyor.

Filistinlilere karşı İsrail’in soykırımı ile İran’a yönelik saldırısı aynı seviyededir. İkisi de uluslararası hukukun ihlalleridir. İran İsrail’e saldırmadı. Kendini savunma bahanesi yoktu. BM Şartı’nın 7. Bölümüne dayanarak İsrail’in İran’a saldırmasını öngören hiçbir BM Güvenlik Konseyi kararı bulunmamaktadır. İran’ın İsrail’e yönelik, sözlü tehditler açısından bile, hiçbir kışkırtması olmadı; hiçbir gerekçe yoktu.

Aslında, İsrailli üst düzey yetkililer saldırının nedenini açıkça söylediler: “İran şu anda zayıf, durumdan yararlanmalıyız.” Bu, saldırganlık savaşı (war of aggression)dır. “Saldırganlık savaşı” İngilizce bir deyim değil, hukuki bir terimdir. Saldırganlık savaşı yürütmek yasadışıdır. Bu bir savaş suçudur; Cenevre Sözleşmesi’ne aykırıdır.

Bence askeri kesimler artık hiçbir tarafın üstün gelemeyeceğini kavradı. Muhtemelen iki ya da üç ay içinde İran, nükleer silaha sahip olduğunu ilan edecek. Ve o zaman İran hükümetine yönelik rejim değişikliğinden söz etmek mümkün olmayacak.

David Goeßmann: Bunun arkasındaki neden bölgeye kaos getirmek ve ardından bundan kâr elde etmek mi?

Vijay Prashad: Bence aradıkları kaos değil. Aslında Orta Doğu’yu sözde yeniden düzenlemek istiyorlar. Filistin Bölgelerinden Hamas’ı yok edebileceklerini düşünüyorlar. Gazze’nin büyük bölümlerinden Filistinlileri çıkaracaklar, güvenli bir İsrail yaratacaklar, durumdan faydalanacaklar ve temelde Batı Şeria’daki Filistinlileri ya hareket ettirecek ya da en azından demoralize edecekler, yerleşimcilere karşı mücadele etmelerini engelleyecekler, sadece Filistin halkını demoralize edecekler.

İsrailliler için bu çok inandırıcı ve önemli bir amaçtır: Filistinlileri demoralize etmek, böylece Filistin topraklarını terk etsinler. İsrail, eğer hiç bağlı idiyse, artık iki devletli çözüme bağlı değil, muhtemelen hiç olmadı. İsrailliler bir devletli çözüme asla izin vermeyecekler. Üç devletli çözümü beğeniyorlar. Üç devletli çözüm şudur: tüm Filistinlileri Lübnan’a, Ürdün’e ve Mısır’a, yani Filistin topraklarıyla komşu üç devlete göndermek, onları oradan çıkarmak. Bu, uzun zamandır istedikleri şeydir.

Bu aslında fiilen sosyal imha politikasıdır. Fiziksel olarak soykırım yoluyla insanları imha edin ya da sosyal olarak imha edin, onları başka ülkelere sürersiniz – bu da uluslararası hukuka aykırıdır, çünkü BM düzenlemelerine göre koruma altındaki bir bölgedir. Bu, Filistinlilere koruma statüsü tanır. Uluslararası hukukta savaş bölgesinden nüfus transferi yasadışıdır. Bunu yapmak yasaktır; bu, Cenevre Sözleşmesi’nin ihlalidir.

Yani Filistinliler söz konusu olduğunda durum budur. İranlılar açısından ise, 1980’den bu yana İran’da rejim değişikliği peşindeler. 1980’de Saddam Hüseyin’i İran’a yasadışı bir işgal başlatmaya ve 1988’e kadar süren bir savaşı başlatmaya iten Batı ve Körfez Arapları, özellikle Suudililerdi. Saddam’ı tüm süreç boyunca desteklediler.

Saddam’ın 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etmesinin nedenlerinden biri, Irak halkının yaptığı fedakarlıkların karşılığını ödememelerinden duyduğu öfkeydi. Körfez Arapları’nın Irak’a mali destek sağlamamasından ötürü hüsrana uğramıştı.

İşgal gerekçesi olarak Rumaila petrol sahalarına sondaj yaptıklarını iddia etti ve yatay sondaj yaptıklarını öne sürdü; aslında öfkeliydi: Suudiler ödeme yapmadı, Kuveytliler ödeme yapmadı. Birleşik Devletler de ödeme yapmadı. “İslam Cumhuriyeti’ni devirmek için sizler adına sekiz yıl savaştık ama başarılı olamadınız” dedi.

1988’den sonra Irak müdahaleden vazgeçince, ABD’li üst düzey yetkililer “İran’a saldıracağız, İran’dan kurtulacağız” diye açıklamalarda bulundu. 11 Eylül’den sonra ise ABD, 2001’de Afganistan’da Taliban hükümetini devirmek ve 2003’te Saddam Hüseyin’den kurtulmak suretiyle stratejik bir hata yaptı. İran’ın tarihsel iki düşmanı—Afganistan’daki radikal Sünni sağ ve Saddam Hüseyin—Amerikalılar tarafından ortadan kaldırıldı. Bu da İran’a bölgede muazzam bir avantaj sağladı. İran kanat çırpmaya başladı ve Arap dünyasındaki olayları etkilemeye başladı.

ABD, İran’ın sınırlarına geri dönmesi gerektiğini söyledi. Peki Washington ne yaptı? Suriye Hesap Verebilirlik Yasası’nı (Syria Accountability Act) çıkardı ve iktidara yeni gelen Genç Esad (Beşşar Esad) yönetimini sıkıştırmaya çalıştı. Şam Baharı girişimlerini denediler, Suriye’de daha demokratik bir alan yaratmak istediler. ABD, demokrasiyi denemekte olan Esad’ı değil, İranlıları sıkıştırmak için yaptırımlar uygulamaya başladı. Ardından 2006’da İsrail’e “Lübnan’ı yerle bir edin, Hizbullah’ı zayıflatın” diye yeşil ışık yaktılar. Bu, 2006’daki Lübnan işgaliydi; yeniden, tamamen yasadışı bir işgaldi.

Tüm bunların ortasında birdenbire “İran nükleer silah yapmak istiyor” fikrini uydurdular ve İran’la yasa dışı müzakereler sürecini başlattılar. Bunlar, İran’ın “nükleer programı” üzerine yasa dışı müzakerelerdi; çünkü İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) üyesidir. İran, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) denetimi altındadır. Zaten denetimlere tâbi tutuluyor ve BM yetkilileriyle görüşmeler yaptı. ABD, Avrupalılar, İranlılar ve BM’yi NPT’nin ve IAEA’nın dışında bir araya getirerek var olmayan bir nükleer silah programını tartışmak için yasa dışı bir süreç başlatmanın hiçbir gerekçesi yoktu. Onların sorunu, ülkede ne kadar uranyum zenginleştirmesine izin verildiğiydi.

Tüm bunlar bir aldatmacadan ibaret; çünkü bu yaşanırken Hindistan, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (Non-Proliferation Treaty) ’na üye değil, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (International Atomic Energy Agency) denetimleri altında değil, iki kez nükleer silah test etti ve ABD’den Nükleer Tedarikçiler Grubu’ndan nükleer malzeme almak için muafiyet aldı. Tam bir ikiyüzlülük. İsrail’in de nükleer silahı var, NPT’ye üye değil, Nükleer Tedarikçiler Grubu’ndan malzeme alıyor. Ama İran sıkıştırılmak zorunda kaldı. Dolayısıyla İran’a yönelik saldırı şimdi yeni bir şey değil. Bu, bu hükümeti devirmeye yönelik uzun bir sürecin bir parçası.

Orta Doğu’yu “temizlemek”, Tahran’da Şah’ın oğlunu tekrar iktidara getirmek, Filistinlilerin bölgeyi terk etmesini sağlayacak bir süreç oluşturmak ve böylece Orta Doğu’nun yeniden şekillenmesini istiyorlar. Suriye’de İsrail yanlısı bir El-Kaide (Al Qaeda) hükûmeti olacak. Lübnan’da İsrail yanlısı bir hükûmet kuracaklar. İsrailliler için her şey mükemmel; Tel Aviv’de Benjamin Netanyahu için altın bir heykel diktirecekler. Hükûmeti sonsuza dek sürecek. İran’a saldırı başlamadan bir gün önce yürürlüğe girmesi planlanan askerlik muafiyeti (Haredi) konusunda Hasidiklerin hükümetten ayrılamaya cesaret edemezdi. Bazı kişiler Netanyahu’nun iç sorunlarına odaklandı; bu yüzden saldırıyor dediler. Oysa İran’a saldırmasının nedeni bu değil; zamanlaması ise tam onlara göre.

David Goeßmann: 500 yıllık Batı sömürgeciliği, Küresel Güney’deki neokolonyal veya neoliberal hegemonyanın son on yıllarda yoksul ulusları boğan yapısal uyum programlarıyla birlikte nasıl bir tablo oluşturdu? Gelişmekte olan ülkelerle Batı’nın ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir güç kaymasından bahsedebilir miyiz?

Vijay Prashad: İki soru var. Birincisi bir tavır meselesi. Tavır açısından hiçbir değişim yok. Batı’nın bu ülkelere hiçbir borcu olmadığı anlayışı hâlâ geçerli: “Dinleyin, sizi sömürdük, bunun için üzgünüz. Ama trenler ve köprüler inşa ettik, dillerimizi öğrettik, aklı ve bilimi verdik.” Bu tavır hâlâ var. Aslında okullarda hâlâ öğretiliyor. Mesela Almanya’da çocuklara Herero ve Nama halklarına karşı işlenen soykırım öğretilmiyor. Bu gerçekleşmiyor.

İngiltere’de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kenya halkına karşı kurulan toplama kamplarının hikâyelerini duymazsınız. Boer Savaşı’nda Britanyalılar toplama kampları kurdu. Naziler de bu kamplardan—Trebinka ve Buchenwald gibi yerlerden—ilham aldı. Britanyalılar ise Holokost sonrası Kenya’da Mau Mau isyancılarının tutulması için toplama kampları inşa etti. Yani “asla unutma, ders aldık” meselesi değil; aynı şeyi savaş sonrası da tekrarladılar. İngiltere’de küçük çocuklara bu öğretiliyor mu? Hiç de değil; hâlâ Churchill’in bir kahraman olduğu öğretiliyor. İlk İşçi Partisi hükümeti kahramandı. Oysa o hükümet, Tanrının aşkına, Kenya’da toplama kamplarını kuran hükümetti.

Tavrî açıdan, Batı’daki insanları bu tutumları yüzünden suçlamıyorum; çünkü sömürgecilikle ilgili gerçekleri öğrenme imkânları olmadı. İnsanlara “bunu nasıl bilmezsiniz?” diyemezsiniz. Bilmiyorlar çünkü eğitim sistemleri sömürgeci; onların suçu değil. Kolonyal bir eğitim sistemi var ve tarihlerini öğrenmiyorlar. Dolayısıyla tavır açısından büyük bir değişim göremiyorum. Ben Batı toplumlarının en yüksek elitleriyle bir araya gelmiyorum. Belki onlar daha liberal ve açık fikirli olabilir.

Ama onların halka açık konuşmalarında duyduklarım oldukça korkunç. [Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel] Macron’un Afrikalılara “Bize minnettar olmalısınız” demesi tam bir rezaletti. Hangi insani ölçü bir dünya liderinin, kolonileştirdiği birine minnettar olması gerektiğini söylemesini engeller? Böyle konuşmak kaba. Burjuva adabı açısından bile bu sözler ürkütücü.

İkincisi, politikalara bakınca da hiçbir değişim göremiyorum. Bunu metodolojik olarak incelemek için iyi bir örnek Uluslararası Para Fonu (IMF). Fon, üye devletlere sahip olduğu için demokratik bir kurumdur. IMF’ye katılan her devlet, Fon’un kurallarını ve ana sözleşmesindeki maddeleri izlemekle yükümlüdür. Bir üye devletler organizasyonu olarak her ülke, ne yapılmasını isteyip ne yapılmamasını istediğini demokratik olarak önerme hakkına sahip olmalıdır. IMF’deki oy haklarının eşit olmadığını biliyoruz; Batılı hükümetler oy haklarının büyük çoğunluğunu kontrol ediyor. Bu adil değil. Oy dağılımı demokratikleştirilmeli.

Masaya 50 dolar sen koydun, ben beş, masaya koyduğun para yüzünden on kat daha fazla oy hakkın olmalı. Ama ikimiz de yaşayan insanlarız. Neden sadece birer oy almayalım, neden oy hakkını para belirlesin? Bu gerçekten tartışılması gereken bir konu; çünkü bir demokraside, örneğin Almanya’da oy kullanmaya gittiğinde banka hesabını görmezsin. Herkes teknik olarak eşit oy kullanmalıdır. Ama IMF’de oy kullanma, koyduğun paraya göre yapılıyor. Bence bu biraz adaletsiz ve demokratik değil.

Bu da demek oluyor ki daha zengin ülkeler IMF kurallarını belirliyor. Üye devletlere hizmet etmesi gereken bürokratların bu ülkelere nasıl yaklaşacağını da onlar düzenliyor. Örneğin Senegal’e gidiyorlar ve “Bize uymazsanız bizden kötü bir rapor alırsınız” diyorlar. Aslında bir mafya düzeni kuruyorlar. Kalkınma ajansları söz konusu olduğunda da bu bir mafya oyunu gibi işliyor. Bu ülkelere “Söylediğimizi yapmazsanız para alamazsınız” deniyor ve borçlanma maliyetiniz artıyor. Değişen bir şey var mı? Gerçekten sanmıyorum.

David Goeßmann: Fransa ve Birleşik Devletler Nijer ve diğer Afrika ülkelerinden sınır dışı edildiğinde bir güç kayması gözlemliyor musunuz? Aynı zamanda Çin, Kuşak ve Yol Girişimi (Belt and Road Initiative) kapsamında gelişmekte olan ülkelere giriyor ve daha yoksul ülkelere altyapı inşa ederek yatırım yapıyor. Bu bağlamda, Küresel Güney’in Batı’dan giderek uzaklaştığı bir süreçte bir güç kaymasından söz edebilir miyiz?

Vijay Prashad: Çok yavaş. Senegal ve Sri Lanka örneğine bakın; her ikisi de merkez-sol ilerici hükümetler seçti ama yine IMF’e dönmek zorunda kaldılar. Neden? Çünkü alternatifler yeterince hızlı ortaya çıkmadı. BRICS süreci örneğin yeni bir kalkınma bankası yarattı. Kredi vermesi son derece yavaş. “Contingency Reserve Arrangement” diye bir şey oluşturdular; IMF’e alternatif olması planlanmıştı, ama gerçekten işletilmeye başlamadı. Bu kurumlar çok yavaş ilerliyor.

Kuşak ve Yol Girişimi altyapı finansmanı sağlıyor. Altyapı inşa ediyor, bu harika çünkü devletlerin kapasitesini güçlendiriyor. Orada bir güç kayması var. Ama finansal sorunlar, ödemeler dengesi, dış rezervler vb. için borçlanmaya gelince tek oyun, esas oyun IMF. İlginçtir ki Çin bankaları borç kriziyle mücadele etmek yerine altyapı için kredi vermeyi tercih ediyor. Uzun vadeli borç krizinizi çözmek için kredi vermek istemiyorlar. Sonra IMF’e gitmek zorunda kalıyorsunuz.

Dolayısıyla bu ülkeler bir kayma görüyor, ama çok yavaş ve borcun patladığı yerde olmuyor. Şu anda Küresel Güney’de borç sahiplerine dönüp “Üzgünüz, ülkelerimize yatırım yapma riskini siz aldınız; riskler karşılanmadı, krediyi silmelisiniz” diyebilecek gücümüz yok. İnsanlar henüz bunu söyleyecek kadar güçlü değiller. Ama haklısınız, bir kayma var; ama çok yavaş oluyor ve gerçekleşen şeyleri abartmamalıyız.

David Goeßmann: Aynı zamanda Çin’in dünya sahnesinde yükselişinden ve Amerika Birleşik Devletleri’nin çöküşünden çokça bahsediliyor. Ekonomik olarak Çin, ABD ve Avrupa’dan çok daha hızlı büyüyor. Sözde satın alma gücü paritesi (Purchasing Power Parity)’ne bakarsanız, Çin çoktan Amerika Birleşik Devletleri’ni geride bırakmış durumda. Batılı ülkelerin uyguladığı yaptırımlar ve tarifeler de Çin’i dizginlemiyor. Ardından, daha önce konuştuğumuz Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla Pekin, 150’den fazla devlette yatırımlarla küresel ticaret ve ulaşım altyapısı inşa ediyor. Zaten çok kutuplu bir dünyada – en azından ekonomik yönden – yaşıyor muyuz ve bu durum özellikle Güney’deki toplumlar için ne anlama geliyor?

Vijay Prashad: “En azından ekonomik açıdan” ifadesi hileli, çünkü hiçbir şey “en azından ekonomik” olmaz.

Öncelikle, büyüme hızına bakıldığında Çin kesinlikle önde. Ancak Vietnam, Endonezya, Bangladeş, Hindistan gibi birçok Asya ülkesi çok daha hızlı büyüyor. Bu oldukça etkileyici.

Ama şunu da kabul etmeliyiz ki bunlar büyüme oranları ve bu ülkeler hâlâ büyük yoksulluktan geliyor. Bu nedenle mutlak yaşam standartları bakımından hâlâ zengin ülkelere oldukça uzaktalar.

Çevrecilerin söylediği gibi, gezegendeki herkes ABD’deki bir kişi gibi yaşasaydı yedi gezegene ihtiyacımız olurdu. Böyle yaşamak mümkün değil. Yani mutlak yaşam standartları asla eşitlenmeyebilir. Ve umarım ABD ile eşitlenmez; bunun yerine farklı bir yaşam tarzı belirleriz. Hepimizin küçük bir daire büyüklüğünde buzdolabına ihtiyacı var mı gerçekten? Bence evde yürüyen buzdolaplarına ihtiyacımız yok. Bir aylık çamaşır yıkamadan yeterli giysiyle dolu taşınan dolaplara mı ihtiyacımız var? Bence hayır. Yaşam tarzımızı daha mütevazı olacak şekilde değiştirmeliyiz; bu iyi bir fikir olabilir.

Dolayısıyla mutlak yaşam standartları açıkça eşitlenmedi. Ama büyüme oranlarının etkileyici olduğu doğru. Çin’in çoğu ülkeyle çok daha fazla ticaret yaptığı, bu ülkelere altyapı ve sanayi yatırımı yapmak için daha fazla fazlalığa sahip olduğu da doğru. Çin, IMF ve Batılı alacaklıların yapmadığı yeni bir kalkınma modeli gerçekten üretti. Ben hayatım boyunca borç için kredi vermeyi gördüm; altyapı ve sanayileşme için değil. Çin, oyunun kurallarını kesinlikle değiştirdi; bu yüzde 100 doğru.

Ama henüz güç dengelerinin değiştiği bir dünyamız yok. ABD’nin önderliğindeki Batılı ülkeler hâlâ silah sistemlerini kontrol ediyor. Onlar hâkim. Dünya askeri harcamalarının neredeyse % 80’i her yıl NATO artı ülkeler tarafından yapılıyor [NATO üyeleri artı Avustralya, Japonya, Yeni Zelanda, Güney Kore ve İsrail]. Bu olağanüstü bir askeri güç ve bilgiyi de kontrol ediyorlar. Biz gazetecilik dünyasında çalışıyoruz. Batı medyasının muazzam bir seliyle karşı karşıyayız. Dünya haberlerine gelince CNN, Reuters, Associated Press, Agence France-Presse’i takip ediyorlar; olayları onlar tanımlıyor. Xinjiang’da [Çin’in Uygur nüfusuna yönelik baskısı] soykırım olduğu konusunda nasıl hızlı bir fikir birliği oluştu, ardından şaşkınlık… Filistin’de olup bitenler de soykırım olamaz, başka bir şey olmalı, İsrail saldırı altında.

Bilgi dünyasında Batı küresel olarak hâkim. Bir örnek: beş-altı kişinin çalıştığı küçük bir Afrika akış hesabı var Instagram’da. ABD Dışişleri bu hafta peşine düştü ve kapattırdı. Artık çalışmayacak. Küçük insanların gelip “Dünyada neler oluyor diye farklı bir görüşümüz var” demesine izin vermiyorlar. Dil farklılıkları ve sözde “dezenformasyon”la mücadele edememe yüzünden Çinli veya Rus medyası küresel olamadı. YouTube’da donanımı kontrol eden Batılı şirketler “Bu Rusya devlet medyası, bu dezenformasyondur” diye yazıyor. Söylem ve fikir dünyasını kontrol etmek imkânsız; Batı hâkim.

Çok kutupluluk? Belki gelecekte bir gün. Ama şu an katı ve nesnel olmamız gerek; orada değiliz.

David Goeßmann: Ukrayna’yı ittifaka dahil etme arzusu NATO’yu Rusya’yı işgale kışkırttı. Şimdi İsveç ve Finlandiya, Ukrayna Savaşı’na yanıt olarak NATO’ya katıldı ve AB benzeri görülmemiş bir silahlanma sürecine girdi. ABD’nin zaten devasa bir askeri gücü olmasına rağmen Pentagon harcamaları artmaya devam ediyor. Obama’nın “Asya’ya Yönelme” stratejisi sonrasında kurulan askeri ortaklıklar ve üsler – bazıları buna “Asya NATO’su” diyor – Çin’i kuşatırken, Washington Pekin’i Güney Çin Denizi’nde ve Tayvan çevresinde kışkırtıyor. Siz Tricontinental Enstitüsü’nü yönetiyorsunuz. Bir dosyada NATO’nun “dünyanın en tehlikeli örgütü” olduğunu söylüyorsunuz. Batı’nın askeri stratejisini anlatır mısınız?

Vijay Prashad: Dosyanın başlığı gerçeği yansıtıyor. Abartı değil. NATO, Yugoslavya’yı yok eden, parçalayan askeri paktır. NATO, ABD ile birlikte Afganistan’ın daha fazla yıkımını gerçekleştiren örgüttür. NATO, temelinde Libya’yı parçalayan ve hiçbir soruşturmayla yüzleşmeyi reddeden organdır.

Libya’daki savaş suçları hakkında, 2011’de kabul edilen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1973 sayılı kararı yalnızca Libya üzerinde uçuşa yasak bölge olmasını öngörüyordu. BM Güvenlik Konseyi 1973 sayılı kararında başka bir şey yazmıyor. NATO, kararı hemen çiğneyip Libya devlet aygıtını bombalamaya, Libyalı devleti yok etmeye başladı. Artık Libya’da bir devlet kalmadı. Bir devlet inşa etmek yüzlerce yıl sürer; NATO bunu günler içinde yok etti ve bu kadar kolay yeniden kurulamaz. Tamamen yıkıldı, bu tehlikelidir. Kayıtlarda bu bilgi var.

Savaş sonrası dönemde bu kadar çok ülkeyi yok eden ve parçalayan başka hiçbir askeri pakt hatırlamıyorum. Ülkeleri istedikleri gibi parçalayarak, uluslararası hukuku ihlal ederek yok eden bir pakt yok. Libya’da yaptıklarına dair hiçbir yetki yoktu. “BM kararı vardı” diyenler var; kararı okuyun, devlet varlıklarını bombalamaya izin veren bir ibare yok. NATO, BM kararını ihlal etti. NATO avukatı Peter Olson, sonrasında yazdığı mektupta NATO’nun asla soruşturulamayacağını inatla savundu. Yayınladığım o mektupta kibirle “NATO savaş suçu işleyemez” diyor.

Neden? Çünkü NATO “vahşi” bir örgüt değil, “Avrupalı” bir örgütmüş. Oysa öyle değil. Mevcut Genel Sekreter Mark Rutte, Trump’ın yanına oturup Washington’da “Zirveyi Lahey’de yapalım, bunun Amerikan gücünü sergilemesi lazım, NATO gücünü değil, Amerikan gücünü” dedi. Yani NATO, Amerikan gücünün Truva atıdır. Trump’a Truth Social’da paylaştığı mesajı gönderdiler: “Seni seviyoruz, harika iş çıkarıyorsun.” Avrupalılar da “GSYH’nın yüzde beşini senin için ayıracağız, Bay Trump” diyor. NATO’da bağımsız bir Avrupa dış politikası yok. NATO, Amerikan gücünün aracıdır.

Peki stratejisi nedir? Çok basit: Avrupa’daki müttefikleri ve Asya’daki yakın dostları—Güney Kore ve Japonya’yı—kullanarak ABD’ye yönelik tehditleri sıkıştırmak. Bu tehditler Avrupa için tehdit değil. Çin, Avrupa’ya tehdit mi? Sanmıyorum. Rusya, Almanya için tehdit miydi? Nord Stream boru hattının imhası, Almanya’nın ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz alarak parasını boşa harcamasından mı daha kötüdür? İklim için hangisi daha iyi, Yeşiller Partisi? Türkiye’ye yönelik bir soru: İran’da kadınların İsrail ve ABD saldırılarında öldürülmesi ya da Filistinli kadınların öldürülmesi gibi konularda feminist lider Annalena Baerbock’tan neden tek kelime çıkmıyor? Bu konuda sessizler.

Batılı strateji, Amerika Birleşik Devletleri için kimin daha büyük bir tehdit olduğunu tartışmak. Trump yönetiminin çoğu, en büyük tehdidin Çin olduğuna inanıyor. Aynı zamanda Çin’in askeri bir tehdit olmadığını da kabul ediyorlar. Çin, küresel askeri harcamaların yüzde dörtünden sorumlu; Batı artı ülkeler ise yüzde 80’inden sorumlu. ABD tek başına yüzde ellinin üzerinde. Çin askeri bir tehdit değil, ekonomik bir tehdit. 5G’yi unutun, 7G veya 8G telekomünikasyon teknolojileri yönünde ilerliyor.

Dün Almanya’da Leipzig’ten Berlin’e yüksek hızlı trenle gittim; hızın saatte 185 km olduğunu söylediler. Oysa Çin’de saatte 305 km’ye çıkıyorlar. Trenler çok daha hızlı, çok daha iyi, daha konforlu ve zamanında. Bu bir tehdit. Avrupa için değil, Avrupa burjuvazisinin yatırım yaptığı Amerikan çokuluslu şirketler için bir tehdit. Alman burjuvazisi DAX’a değil, BlackRock ve Wall Street’e daha çok yatırım yapıyor. Sözde vatansever burjuvazi, Amerikan şirketlerinin çıkarlarını korumakta çıkarı olan sınıftır. Böylece Avrupalılar, Amerikan tekellerinin çıkarları uğruna uluslararası bir çatışmaya sürükleniyor. Bu, Avrupa çatışması değil.

Batının stratejisi nedir? Avrupa için ABD’ye ve onun çıkarlarına boyun eğmek; Avrupa çıkarlarına değil. ABD içinse ekonomik olarak hakimiyetini korumak ve Çin’in gelişimini engellemek için güç kullanmak.

David Goeßmann: Sizce BRICS+’ın—Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika çevresindeki yükselen ekonomiler grubunun—artık katılmak isteyen daha fazla ülkeyi cezbetmesinin önemi nedir? İktisatçılar De-Dolarizasyon’dan ve ABD Doları’na rakip olabilecek yeni rezerv para birimlerinden söz ediyor; bu, küresel finans sisteminde köklü değişikliklere yol açabilir. Washington’un tek taraflı hâkimiyetine dayanmayan yeni bir dünya düzeni gözlerimizin önünde mi yükseliyor, yoksa dünyada yayılan kaos, siyasi otoriterlik ve şiddetin gölgesinde mi kalıyor?

Vijay Prashad: Harika bir soru. BRICS+ ülkelerine, ilk beşin yanına eklenenlere bakmak ilginç. Suudi Arabistan ve İran’ın katılımı var. Öncelikle, bu ülkelerin tamamen farklı siyasi sistemleri var. Bazıları monarşi, bazıları cumhuriyet; bazıları Komünist Parti, bazıları da Hindistan örneğinde olduğu gibi aşırı sağ partiler tarafından yönetiliyor. Tamamen farklı siyasi dünya görüşlerine sahipler.

Ancak “+”daki ilginç nokta, BRICS ülkelerinin Amerika Birleşik Devletleri hariç hemen tüm büyük petrol üreticilerini bünyesine katmış olmasıdır. Yani Rusya, Suudi Arabistan, İran vb. eklendiğinde büyük petrol ve gaz üreticileri—hatta Mısır—yolunuyor. Bu, temelde OPEC+ [Organization of the Petroleum Exporting Countries] anlamına geldiğini gösteren çok önemli bir jesttir. OPEC+ içinde Rusya var. Aslında bir BRICS süreci içinde OPEC+’ımız var. BRICS+ ile OPEC+ arasında muazzam bir örtüşme var. Ve alternatif para birimi sistemleri düşünmeye başlarlarsa, temelde petrol varlığına dayalı yeni bir para birimi ihdas etme yönünde düşünebilirler.

Şimdi, bu bir çevreci için hoş bir fikir değil; ama dürüst olmak gerekirse, gerçek bir geçiş yapana kadar petrol bir süre bizimle olacak. Bu medeniyette petrolü yenilenebilir yakıtlara bu kadar hızlı çeviremeyeceğimiz çok acı bir gerçek. Zaman alacak. Bu yüzden belki başlangıçta para birimi petrol varlığına endekslenebilir. Başka bir deyişle, para biriminin dayandığı şey altının önceki bir dönemde yaptığı gibi petrole dayalı olur. 1971’den günümüze kadar ara dönemde bu ABD varlıklarıydı. Temelde bir para biriminin arkasında bir varlık olması gerekir.

Yani elimde bu kağıt, dolar gibi çok miktarda para varsa, onunla bir şey yapabilmem gerek. Başka kimse dolarlarımı almayacaksa, ABD’ye gidip arazi, şirket, fabrika veya neyse onu alabilmeliyim. Paranızın yakacağınız kağıt olmaması için garanti eden bir varlık olmalı. Önceki dönemde buna altın standardı deniyordu. Ara dönemde ise ABD varlıklarıydı. Hiçbir BRICS ülkesi şu an para birimini istikrara kavuşturmak için varlıklarını yabancılara devretmeyi kabul etmiyor. Çin’in sermaye kontrolleri var. Yabancıların topraklarını satın almasına izin vermiyorlar. Sanmam ki bunu asla yaparlar. Çünkü aksi halde sosyalist süreç tamamen çöker. Yani BRICS ülkelerinden birinin para biriminin çapasını oluşturacak varlıkları sunmasını bekleyemezsiniz. Bu kesinlikle olmayacak.

Diyelim ki Hindistan “Biz yaparız” diyor. Şu an Hindistan’da hangi varlığı satın almak isterim? Diyelim ki 20 milyar rupi param var, ne alırım? Yoksa rupi bankada mı kalır? Bence bu inandırıcı değil. Ama OPEC+ ve büyük BRICS+ ülkularının çoğu için varlık olarak petrol vadeli işlemleri olabilir. Yani BRICS para birimine sahipsem ve kimse onu almazsa, petrol rezervleri benim olur. Devasa servetimle on yıllık petrol alabilirim. Para birimi karşılığında bana devredilebilir bir şey olması lazım. Dolayısıyla böyle bir model olabilir.

David Goeßmann: Atom Bilimcileri Bülteni’nin Kıyamet Saati bu yıl gece yarısına 89 saniye kala ayarlandı. Hiçbir zaman insanlığın sonuna bu kadar yakın olmamıştık. Nihai olarak insan uygarlığını yok edecek temel tehditlerden biri nükleer savaştır. Nükleer riskleri nasıl değerlendiriyorsunuz ve ne yapılması gerekiyor?

Vijay Prashad: Bence Kıyamet Saati aslında çağdışıdır. Gece yarısına daha da yakın olmalıydı. Birleşik Devletler ve İsrail’in İran’a yönelik saldırısı, dünyadaki birçok ülkeye çok ciddi bir mesaj gönderdi. Bu mesaj on yıl önce de verilmişti: Eğer nükleer silahınız yoksa devletinizi yok edeceğiz. Bu mesaj, NATO ülkeleri Libya’ya girip devleti yok ettiğinde verilmişti. Neden? Çünkü Libya’nın bir nükleer silah programı vardı. Entegrasyon karşılığında bunu gönüllü olarak bıraktılar.

Ancak ondan sonra çok ağır bir bedel ödediler; devletleri yok edildi. O sırada Kuzey Kore’nin nükleer silahı var ve kimse onlara saldırmaya cesaret edemiyor. İranlıların yıl bitmeden nükleer bomba sahibi olacağını, sahip olduklarını ilan edeceklerini tahmin ediyorum. Bombaya sahip olmak için zenginleştirmeye başlayacaklar, neden olmasın. Kendilerini korumaları için buna ihtiyaçları var. Bunu yapacaklar. Aslında bu İran’a yönelik bombardıman yayılımı önleme amaçlı değildi, yayılımı teşvik amaçlıydı. Myanmar’daki cunta çoktan Kuzey Korelilerle görüşüp “Bize bir bomba, füzeler gönderin” dedi bile. Myanmar, Suudi Arabistan, Türkiye, İran ve benzeri tüm ülkeler nükleerleşecek. Böylece Kıyamet Saati 59 saniyeye inecek.

David Goeßmann: Bir diğer önemli risk faktörü iklim krizi ya da iklim felaketidir. Sanayileşmiş ülkeler bunun başlıca sorumlusudur. Ancak acil duruma yanıt vermek için gerekli adımları atmayı reddediyorlar. Devasa miktarda sera gazı üretmeye devam ediyor ve yeterli iklim finansmanını sağlamaya yanaşmıyorlar. İklim adaletsizliği ayrıca sonuçlarını esas olarak gelişmekte olan ülkelere yıkıyor. Zengin ülkelerin bu tutumu Küresel Güney’de nasıl karşılanıyor?

Vijay Prashad: Aslında tanıdık bir manzara bu. Bu tür toplantı ve etkinliklerde yalnızca iklimden, iklim felaketinden söz edilmiyor; yüksek idealler içeren konuşmalar yapılması alışıldık bir durum. Bu yıllardır böyle devam ediyor. Batı, toplantılara gelip kalkınmadan, kalkınmanın öneminden söz ediyor ve biraz finansman taahhüt ediyor. Ama bu hiçbir zaman gerçekleşmiyor. Yurtdışı kalkınma yardımı GSYH’nın yüzde 0,7’si olmalıydı; hiçbir zaman o düzeye ulaşmadı. Yani bu tanıdık bir dans.

Kadın haklarından, üreme sağlığının öneminden bahsediyorlar. Masada para yok. Bu toplantılara gelip silahsızlanmanın gerekliliğinden, savaşın ne kadar korkunç olduğundan söz ediyorlar. Sonra birbirlerini daha çok silahlandırıp silah endüstrisini büyütüyorlar. Burada ne yeni? İklim meselesi, Batı demokrasilerinin ontolojik ikiyüzlülüğünden nasıl farklı olsun ki? Holokost sonrası “never forget” (“asla unutma”) dedikleri günden bu yana her konuda ikiyüzlü davrandılar. Soykırımı Önleme Sözleşmesi (Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide) kabul edildi. Peki şimdi Filistin’de neler oluyor? “Never forget” nerede?

Sadece Filistin de değil. Sudan’da, Kongo’da neler oluyor? Belki orada Batılı bir aktör yok, ama silah şirketleri kim? Silah şirketleri ve ticaretleriyle hep çok ilgilendim. Jeremy Corbyn ve başkalarıyla birlikte “Monstrous Anger of the Guns” adlı kitabı yayınladım. Silah şirketlerinin kârına ışık tutuyoruz. Kazançları inanılmaz. Şu an GSYH’nın yüzde 5’i kadar bir bütçe ve “Avrupa ordusunu güçlendirelim” söylemiyle bir araya geldiklerinde, adeta beslenme havuzundaki domuzlar gibiler; kaynakları yiyip bitiriyorlar. Alacakları tüm bu kamu fonları… İğrenç. Yani bu, Batı demokrasilerinin ontolojik ikiyüzlülüğü.

David Goeßmann: Sosyal hareketler ve genel olarak sözde Sol, dünya genelinde birçok ülkede zayıf bir konumda görünüyor. Aşırı sağ veya neo-faşist partiler yükselişe geçerken genellikle kaybediyorlar. Öte yandan, Occupy Wall Street ve Arap Baharı’ndan iklim kampanyalarına ve özellikle Küresel Güney’de baskıya karşı siyasi direnişe kadar son on yıllarda güçlü protestolar ve kampanyalar oldu. Ama yine de dünya uçuruma doğru hızla ilerliyor ve krizler derinleşiyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz ve Gramsci’nin deyimiyle size “iradenin iyimserliğini” veren şey nedir?

Vijay Prashad: Pencereden dışarı bakıyorsunuz [Berlin’in ortasındaki otel lobisi], on saniye içinde bir paket dağıtıcısı ya da bir Uber şoförü geçiyor. Az önce de öyle oldu; tam bakarken iki dağıtıcı geçti. Dünyanın dört bir yanındaki emekçi sınıf “uberleştirildi”. İnsanlar uzun, düzensiz mesailer yapıyor, düşük ücret alıyor. Uzun saatler çalışmasalar bile düzensiz bir şekilde çalışıyorlar. Fabrikalarda birlikte çalışmıyorlar; çalışsalar bile birbirleriyle konuşmalarına izin verilmiyor. Son derece disiplinli, sendikalaşmak çok zor. Sendikalaşma oranları düştü.

Başka bir deyişle, dünyada insanlar örgütlü değil. Oysa Sol’un kaynağı, örgütlü bir emekçi sınıf, bir işçi sendikası hareketi ve örgütlü bir köylü hareketidir. Bunlar şimdi çok daha zayıf. Örgütümüz zayıfladıkça büyük hareketler inşa etmek zorlaşıyor. Ama bu, insanları sokaklara dökmeyi durdurmuyor; zira bir gösteriye insanları mobilize etmek için örgütlü olmalarına gerek yok. İki milyon insanın örgütlü olması gerekmiyor. Bir Instagram gönderisi yeterlidir: “Gel, Filistin’de olup bitene karşı protestoya katıl.” İnsanlar gelir. Ama mutlaka birbirleriyle örgütlü değiller.

Vijay Prashad: Hareketlendirme [mobilizasyon] aslında solu değil, sağa yarıyor; çünkü sağ, emekçi sınıfın ve köylülerin kitle örgütlerini kurmak zorunda değil. Kitlesel mobilizasyonlarla ayakta kalabiliyor. Birçok ülkede sağ, seçim oyunundan fayda sağlamıyor. Almanya’da AfD’nin büyüdüğünü görüyorsunuz; ama pek çok ülkede aşırı sağ hâlâ seçimle iktidarı ele geçirecek düzeye gelemiyor. Aslında geleneksel sağ ile aşırı sağ birleştiğinde büyük kazanımlar elde ediliyor. Çünkü geleneksel sağ, parasını ve aygıtını getiriyor; para üstünlüğüne sahipler. İnsanları seçimlerde oy vermeye, parayla mobilize edebiliyorlar.

Sol ise gönüllülere muhtaç. İnsanları gösterilere, yürüyüşlere çağırmak, seçimde belli bir strateji için oy vermeye çağırmaktan daha kolay. Ama mobilizasyon, arkasında geleneksel sağ varsa sağa avantaj sağlıyor. Ve biz örgütlenme değil, mobilizasyon çağına girdik. Örgütlemektense insanları harekete geçirmek daha kolay. Sosyal medya mobilizasyonu kolaylaştırdı. Gönderi paylaşıyorsun, dolaşıma giriyor, insanlar katılıyor vb. Ama Berlin’de ya da başka bir yerde Filistin için düzenlenen kitlesel protestoları, örgütlü bir sol okumasına kapılmamalıyız.

Zohran Mamdani gibi bir demokratik sosyalistin New York City birincil seçimlerini kazanması gibi atılımlar olduğunda… Onu ve ailesini iyi tanıyorum. Babası Ugandalı bir entelektüel, annesi Hint sinemacısı Mira Nair. Mississippi Masala gibi harika filmler yaptı, müthiş bir yönetmen. Oğlu ise 33 yaşında büyük bir demokratik sosyalist. Müslüman bir aileden geliyor; orta adı Kwame, Gana’nın ilk Cumhurbaşkanı Kwame Nkrumah’dan geliyor. Bu tür atılımlar oluyor, Almanya’da da herhangi bir anda olabilir. Dinamik bir kişi ortaya çıkabilir, çünkü bu modern, televizyon uyumlu seçim politikasının bir parçası. Birçok insanı coşkuyla harekete geçirip seçimi kazanabilirsiniz.

Enstitümüzün üzerinde çalıştığı sorun, iktidarı ele geçirdikten sonra ne olduğudur. Güç dengeleri değişmeden kazandığınızda ne olur? Berlin’in belediye başkanı olsaydınız, ajandanız ne olurdu? Neler yapardınız? Bir sürü fikri bir araya getirdik. Mesela toplu taşımayı ücretsiz yapardım. Zaten vergilerimizle ödüyoruz. Bilet almak yerine otobüse biniyorsunuz. Çalışan sınıfı hem ulaşım için bilet alması hem de işe gidip gelirken vergilendirilmesiyle çifte vergilendirmeye gerek yok. Gülünç. Ücretsiz olsun derim.

Nasıl ödeyeceğiz? Bir yolunu buluruz. İşletmelere vergi koyarız, şehirde iki şubesi olan her otele vergi uygularız. Neden iki Ibis oteli olsun? İkinci şubeye yüzde sekiz daha fazla vergi uygularız. Belki “Ibis’i kovuyorsun” derler. Peki, o zaman o oteli bir aile alsın, kendileri işletsin. Demek ki her zaman umut verici işaretler var. Atılımlar olabilir. Dünyada kitle örgütleri var. Brezilya’da iki milyon köylü Topraksız İşçiler Hareketi’nin (Landless Workers’ Movement) parçası. Latin Amerika’nın en organik pirincini üretiyorlar, inanılmaz.

Bu örgütler hakkında daha fazla şey öğrenmeliyiz. Nerede yaşıyorsak Kuzey’den Güney’e ya da Güney’den Kuzey’e bilgi akışı daha fazla olmalı. Hepimizin farklı yerlerde yaptığı çalışmalardan gelen hikâyeleri paylaşmamız çok önemli. Bir gencin, on iki-on beş yaşlarındaki bir çocuğun bir makale okuyup etkilenip bir şey için harekete geçmesi ilham verici. Örgüt kurmak istiyor, mahallesinde bir okuma grubu başlatıyor, “sokaklarımızı temizlemeliyiz” diye bir siyaset yürütüyor. O kişi kendine bir isim yapıyor, mahallede seçiliyor, bir-iki iyi iş yapıyor, diğer insanları da motive ediyor. Değişim böyle gerçekleşir.

David Goeßmann, Berlin/Almanya merkezli bir gazetecidir. Spiegel Online, ARD ve ZDF dahil olmak üzere çeşitli medya kuruluşlarında çalıştı. Makaleleri Truthout, Common Dreams ve The Progressive sitelerinde yayımlandı. Kitapları iklim ve dış politikalar, küresel adalet ve medya yanlılığını analiz ediyor.

 

Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/07/10/multipolarity-maybe-sometime-in-the-future-an-interview-with-vijay-prashad

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.