
Aynı Dili Konuşup Neden Anlaşamıyoruz?
Herkesin kendini güvende ve değerli hissedeceği bir zemin olmadan, kelimeler sadece anlamsız seslerdir. İçerici, duyarlı, saygılı, işbirliğine çağıran bir iletişim modeli oluşturmak. En önemlisi de, farklı kolektif hafızalar olduğu bilinciyle hareket etme
“Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır.”
— Mevlânâ
Yakın zamana kadar modern ulus-devlet teorisinin temel varsayımlarından biri, ortak bir dilin, aynı coğrafyada yaşamanın ve ortak millî sembollerin insanları bir arada tutacağıdır. Oysa dünya tarihi ve Türkiye örneği bize başka bir hakikati işaret ediyor: İnsanlar aynı dili konuşabilir, aynı bayrağın altında yaşayabilir, hatta aynı tarihten beslendiklerini sanabilirler; ama yine de birbirlerini anlamayabilirler.
Anlaşma, karmaşık, çok katmanlı ve zahmetli bir toplumsal inşa sürecidir. Aynı dili kullanabilir, aynı toplumun mensubu olabiliriz ama anlaşmada zorluk yaşayabiliriz. Bunun iki ana nedeni vardır: 1- Aynı zamanda yaşayabiliriz ama aynı zamanı yaşamayabiliriz. Yani, farklı kültür dünyalarına ait olabiliriz. 2- Farklı kolektif tecrübelerimiz (tarihlerimiz), hafızalarımız, dinî-siyasal kimliklerimiz ve farklı endişe, korku ve beklentilerimiz vardır. Bunların benzeşmesi neredeyse imkânsızdır ama bağdaştırılabilir.
Anlam Farkları
Birbirimizle aynı sözcüklerle konuşuyor olabiliriz; ama bu, aynı şeyleri kastettiğimiz anlamına gelmez. Örneğin, “adalet” birinin zihninde eşitliktir, diğerinin zihninde intikam.“Vatan” birinin sığınağıdır, diğerinin sürgünü… Bu yüzden konuşmalar çoğu zaman bir diyalogdan çok, paralel monologlar olarak sürer. Sözcüklerimiz karşıya değil, kendi yankı odamıza seslenir.
Kolektif Hafızalar
Eğer bir toplumda ortak yaşanmışlıklardan çok farklı grup tecrübeleri varsa, farklı hafızalar da vardır. Bunu en önemli kanıtı grubun kullandığı ana-dildir. Her dil, farklı bir tarihi(tecrübeni)n sesidir.
Bu farklılıklardan bir yaşam ortaklığı, bir birlik yaratılacaksa, onların varlığı siyaseten kabul edilmeli, aralarında hiyerarşik bir ilişki kurulmasına izin verilmeden her biri bütünün eşit bir parçası olarak kabul edilmelidir. Ancak (kendi ifade ettiği biçimde) kimliğine, geçmişine saygı duyulan insanlarla ortak bir yaşam ve siyasal birlik kurulabilir.
Bu hiç kolay değildir. Her ülkenin tarihi, bir grup için özgürleşme ve ilerleme öyküsüyken, diğerleri için kayıpların, yasakların ve inkârın öyküsüdür. Bu nedenle, geçmişin yükü kaldırılmadan, geleceğin yolu açılamaz.
Korkular ve Çıkarlar Gerçeği Örter
İnsanlar, kötüye giden şeylerin düzeltilmesini ister ama bunun için değişmek istemez. Değişmek korkutucudur; “eldekini” kaybederim veya kandırılırım kaygısı, kötü durumda olanların bile değişime direnmesinin mazeretidir. Bir kesim de gücünü ve ayrıcalıklarını kaybetme korkusuyla statükoyu savunur.
İşte bu karşılıklı güvensizlik, uzlaşma zeminini daraltır. Her fırsat veya girişim, bir tuzak gibi algılanır.
Anlaşamamanın Engellerinden biri Kimlik Fetişizmidir: “Biz”Olmak İçin “Onlar” Gerekiyorsa?
Toplumbilimin klasik önermelerinden biri şudur: Kimlikler genellikle karşıtlıklar üzerinden kurulur. “Biz kimiz?” sorusuna verilen cevap çoğu zaman şudur: “Onlar neyse biz o değiliz.”
Bu zihinsel şema, birlik üretmek yerine dışlama, ayrılık ve ayrıcalık üretir. “Yerli ve milli” tanımıyla “öteki” olan her şey dışlanır. Dünyanın en yalın gerçeklerinden olan çeşitlilik inkâr edilir. Oysa siyasal birlik, ancak farklılıkların tanınması ve kabulüyle mümkündür.
İletişim Sorunları
İletişim için ortak bir anlam dünyası; iletişimin tarafları arasında içeriği aynı anlama gelen sözcük ve simgelerin kullanılması gerekir. Bu yoksa, ama iletişim çabası devam ediyorsa, sonuç anlaşma değil gürültüdür.
Bir diğer iletişim sorunu da tek taraflı bağ kurma gayretidir. Bir taraf konuşur; diğer taraf(lar)ın dinlemesini ve söyleneni yapmasını bekler. Bu “yukardan” konuşmadır. Karşılıklı konuşma değildir. Amacı anlaşma ve iletişim değil, duyurma, tebliğ etmedir: Duyurmak ama duymamak…
Oysa anlaşmanın temelinde birbirini duymak, empatiyle dinlemek, yani ‘ötekini’ keşfetmek vardır. “Ben senin yerinde olsam” diyebilmekle başlar anlaşma.
Pekiyi Anlaşabilecek miyiz?
Elbette. Ama birbirimizi dinler; anlamaya çalışır; istek, beklenti ve kaygılarımıza duyarlı davranırsak… Bu davranış aynı zamanda adaletin gereğidir. Adalet, ümidin besin kaynağıdır. Anlaşabilme ümidini büyütmek için,
Yeni bir BİZ kurmak gerekiyor.Yani seninle beni, düşman ya da rakip olarak değil; ortak yurttaş (yaşam ortağı), eşit muhatap olarak gören yeni bir siyasal ve toplumsal tahayyül ve bunun HUKUKUNU oluşturmak.
Herkesin kendini güvende ve değerli hissedeceği bir zemin olmadan, kelimeler sadece anlamsız seslerdir. İçerici, duyarlı, saygılı, işbirliğine çağıran bir iletişim modeli oluşturmak.
En önemlisi de, farklı kolektif hafızalar olduğu bilinciyle hareket etmek; bu hafızalarda saklı acı, kayıp ve yaslara saygı göstermek gerekir. Anlama olmadan anlayış; anlayış olmadan anlaşma; anlaşma olmadan barış olmaz.
İnsanlar arasında anlaşmazlıklar olması olağandır. Ama barış, birlikte yaşamanın koşullarını adilce oluşturmakla mümkündür. Bu bir niyet ve çaba meselesidir. Özetle, anlaşma bir anlayıştır. “BİZ”, bir anlaşma ürünüdür. Anlaşmanın olmadığı yerde BİZ de olmaz.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.