1. HABERLER

  2. EDEBİYAT DEFTERİ

  3. MAKALELER

  4. Amerika Küresel Ekonomiyi Mi Çökertiyor?
Amerika Küresel Ekonomiyi Mi Çökertiyor?

Amerika Küresel Ekonomiyi Mi Çökertiyor?

Dünya büyük bir güvensizlik döneminden geçiyor. Yetkililerin ve yatırımcıların güvenebileceği çok az ilke, kural veya kurum kaldı. ABD ekonomisi giderek daha az istikrarlı hâle geliyor, Washington ise küresel politika koordinasyonuna artık daha az dâhil o

A+A-

Mohamed A. El-Erian - kritikbakis

Ekonomik Belirsizlik Çağının Dünya İçin Anlamı

Küresel ekonomi, en hafif ifadeyle, bir çalkantı halinde. Son ABD seçimlerinden önce bile, jeopolitik sarsıntılar ve dönüştürücü teknolojik yeniliklerin olasılığıyla zaten sarsılıyordu. Ancak şimdi, dünyanın en güçlü ülkesinden kaynaklanan olağanüstü düzeydeki politika dalgalanmalarına da dayanmak zorunda. Bu durum, yalnızca tahvil ve hisse senetleri için değil, aynı zamanda ekonomi tahmincileri ve politika yapıcılar için de adeta bir roller coaster (inişli çıkışlı hızlı değişim) yolculuğuna dönüştü.

Daha derin bir düzeyde, bu kargaşa, Amerika Birleşik Devletleri hakkında genel kabul gören anlatıları sorgulanır hale getirdi. Hanehalkları, şirketler ve yatırımcıların kararlarını şekillendiren köklü varsayımlar ortadan kalktı. “Kural gibi kabul edilen yaklaşımlar” artık çok daha az işe yarıyor. Tüketici ve üretici güvenine ilişkin göstergeler adeta uçurumdan yuvarlandı. Öte yandan, enflasyon beklentileri ise 1981’den bu yana görülmemiş seviyelere fırladı.

Bu derin belirsizlik ortamında, tahminciler ABD ekonomisinin nihayet hangi noktaya varacağını öngörmekte zorlanıyor. Ancak dağınık ve istikrarsız bireysel öngörülerin çevresini iki temel senaryo çerçeveliyor. İlkinde, Amerika Birleşik Devletleri, Ronald Reagan ve Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher döneminde gerçekleşen yapısal dönüşümlere benzeyen bir ekonomik yeniden yapılanma sürecinden geçiyor; bu sürecin sonunda daha az borçlu, daha verimli bir özel sektörle ve daha adil bir uluslararası ticaret sisteminde yer alarak çıkıyor.

İkinci senaryoda ise ülke yavaş yavaş stagflasyon (durgunluk içinde enflasyon) ortamına sürükleniyor ve tıpkı Başkan Jimmy Carter döneminde olduğu gibi, ciddi düzeyde finansal istikrarsızlıkla birlikte derin bir resesyona girme riski taşıyor.

Sonuç ne olursa olsun, bu gelişmelerin uluslararası yankıları olacaktır. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana ABD ekonomisi ve finansal sistemi, küresel piyasaların merkezinde yer aldı. Washington, çok taraflı kurumlarda büyük bir etki gücüne sahiptir. Amerika Birleşik Devletleri uzun süredir küresel ekonomik büyümenin tek güvenilir itici gücü olmuş, üretkenliği artıran yapay zekâ, yaşam bilimleri ve robotik gibi teknolojilerin geliştirilmesi ve benimsenmesinde liderlik etmiştir. Derin likiditesi ve güçlü yapısal altyapısı sayesinde birçok yabancı yatırımcı, tasarruf ve varlık yönetimini Amerikan finans piyasalarına emanet etmektedir. Dolar, hâlen dünyanın rezerv para birimidir. ABD’nin stagflasyona girmesi halinde, dünyanın diğer bölgeleri de aynı kaderle karşı karşıya kalabilir.

Çoğu hükümet bunun farkında gibi görünüyor. Bu nedenle, dünya genelindeki ülkeler Washington’dan kaynaklanan politika dalgalanmalarına karşı kendilerini yalıtmaya çalışıyor. Örneğin Avrupa, Afrika, Asya ve Latin Amerika ile daha sağlam ve yeni ekonomik ilişkiler kurarken bölgesel etkisini artırmaya uğraşıyor. Çin ise kendini daha güvenilir bir ekonomik süper güç olarak konumlandırma fırsatı görüyor. Ne var ki, bu çabalar şimdilik ciddi engellerle karşılaşıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin yerini alabilecek kadar zengin ve güçlü başka bir ülke yok.

İstikrar beklentisinin son derece zayıf olduğu bu ortamda, hükümetlerin, şirketlerin ve yatırımcıların potansiyel zararlara karşı kendilerini güvence altına almak için daha fazlasını yapması gerekecek. Esnek ve çevik olmak zorundalar. Geriye düşüşleri telafi edebilmek ve yeni girişimleri finanse edebilmek için sermaye kadar insan kaynağı dayanıklılığına da ihtiyaç duyuyorlar. Ayrıca yeni düşünme ve davranma biçimlerine de açık olmalılar. Bu aktörler yeterince çevik hale gelirlerse, bu dalgalanmadan sağ çıkabilirler—hatta belki bu süreçten güçlenerek bile çıkabilirler. Ancak donup kalırlarsa, hem bugünün hem de geleceğin kuşaklarının refahını tehlikeye atacaklardır.

İstisnacılığa Ara

Amerika Birleşik Devletleri hâlâ dünyanın en güçlü ve en zengin ülkesi; köklü kurumlara sahip. Ancak ekonomik ve finansal açıdan bakıldığında, ülke artık zaman zaman bir gelişmekte olan ülkeyi andırıyor. Vergi sistemleri olgunlaşmamış ve acilen gelire ihtiyaç duyan ülkeler gibi, Washington da dışarıdan gelen çoğu ürüne ani ve yüksek gümrük tarifeleri getirdi. Ardından ise, bazı ürün ve sektörlere görünüşte keyfi bir şekilde muafiyetler tanıyarak bir tür Swiss cheese approach (delik deşik, tutarsız tavizler sistemi) benimsedi. Tüm bunlar, bütçe açığı artmaya devam ederken gerçekleşti. Öyle ki, kimi zaman ABD’li yetkililerin benimsediği politika yaklaşımı, dünyanın en güçlü ekonomisinden beklenenden çok, Latin Amerika’nın bazı bölgelerinde görülen türden bir yaklaşımı andırıyor.

Bu davranış ne kadar uzun sürerse, ABD ekonomisinin gelişmekte olan ülkelerde sıkça rastlanan sorunlarla karşı karşıya kalma riski de o denli artar. Halihazırda sermaye çıkışlarının işaretleri görülüyor, dış yatırımcılar daha temkinli davranıyor ve merkez bankasının bağımsızlığı konusunda endişeler yükseliyor. On yıllar boyunca baskın olan ABD piyasaları, 2025’in başında zayıf bir performans gösterdi. Bir zamanlar kudretli olan dolar, getirisi artsa bile değer kaybediyor. Hatta turist ziyaretlerinde bile keskin bir düşüş yaşanıyor.

Ve bu türbülansın yakın zamanda dinmesi pek olası değil. ABD Başkanı Donald Trump, 2024 seçimlerine hem Amerikan hem küresel ekonomiyi altüst etme, Washington’un güvenlik şemsiyesini geri çekme ve yardım ile savunma gibi temel küresel kamu mallarının maliyetini daha eşit biçimde dağıtma vaadiyle girdi. Bu vaatlerini yerine getiriyor ve yakın zamanda duracağını düşünmek için hiçbir neden yok. Asıl mesele, ne kadar ileri gideceği ve ne kadar hızlı hareket edeceği.

Diğer ülkeler, işin sonunda Washington’un mevcut politika yaklaşımının ekonomik düzeni yalnızca sınırlı ölçüde sarsacağı yönünde umut taşıyor olabilir. Ancak gümrük vergileri, doların zayıflaması, finansal istikrarsızlık riski ve ABD’nin bazı dış alacaklıları Hazine tahvillerinin vadesini uzatmaya zorlayabileceği yönündeki iddialar dünyayı alarma geçirmiş durumda. Hatta deneyimli gözlemciler bile gelecekte ne olacağını öngörmekte zorlanıyor. Kısacası, Washington küresel düzenin temelini sarstı ve önümüzdeki karmaşık geçiş sürecini yönetecek güvenilir bir rehber ortada yok.

Belirsizlikler listesi hem uzun hem de ürkütücü. Örneğin, Washington’un küresel ticareti sarsarken küresel sermaye akışlarını bozmadan bunu yapıp yapamayacağı bilinmiyor. Uzmanlar, gümrük vergilerinin fiyatlar üzerindeki etkisinin geçici bir durum mu yoksa yeni bir enflasyonist döngüyü tetikleyici mi olacağını kestiremiyor. Merkez bankalarının –özellikle ABD Merkez Bankası’nın (Federal Reserve/Fed)– fiyatları kontrol altına almak ile keskin bir ekonomik daralmayı önlemek arasındaki ince dengeyi nasıl yöneteceği belirsizliğini koruyor. (Trump ile Fed Başkanı Jerome Powell arasındaki gerilim bu belirsizliği daha da artırıyor ve bankanın bağımsızlığı, etkinliği ve güvenilirliği üzerinde ciddi riskler yaratıyor.) Pandemiyle başlayan ve jeopolitik gerilimlerle derinleşen tedarik zinciri bozulmalarının uzun vadeli sonuçlarını kimse öngöremiyor. Öte yandan, Pasifik’teki tansiyonun tırmanmasıyla birçok ülke, Çin ile ABD arasında bir tercih yapmak zorunda kalıp kalmayacaklarını hâlâ bekliyor.

Bu cevapsız soruların hükümetler açısından zorluk yarattığı açık. Ancak durum sadece onlar için değil; şirketler ve yatırımcılar açısından da işleri ciddi biçimde karmaşıklaştırıyor. Varlık sınıfları arasında –özellikle hisse senetleri ile tahvillerin fiyatları arasındaki– uzun süredir süregelen tarihsel korelasyonlar bir zamanlar yatırım stratejisinin temel taşlarındandı. Şimdiyse bu ilişkiler hem alışılmadık hem de istikrarsız. Geleneksel “güvenli limanlar” artık gerçekte o kadar da güvenli değil. Herhangi bir yatırım yaklaşımının temel yapı taşları olan beklenen getiri, oynaklık ve korelasyon gibi ölçütler son onlarca yıldır olmadığı kadar belirsiz. Bu yüzden yatırımcılar, varlıklarını nasıl dağıtacaklarını ve risklerini nasıl azaltacaklarını bilemiyor. Yaklaşımlarını dönüştürmeleri gerektiğini biliyorlar—ama ne yöne evrilmeleri gerektiği konusunda hâlâ ciddi bir belirsizlik içindeler.

İki Görüş Arasında

Ekonomik tahminciler geleceğe dair öngörülerde bulunmaya çalışırken genellikle iki zıt uçtan birine çekiliyor. İlk bakış açısı, mevcut inişli çıkışlı sürecin nereye varacağı konusunda iyimser. Bu senaryoya göre Trump yönetimi, bürokrasiyi küçültmeyi, gereksiz düzenlemeleri kaldırmayı ve kamu harcamalarını kısmayı başararak, borç yükü hafifletilmiş ve daha verimli bir hükümet oluşturacak. Ekonomi, içinde bulunduğu kargaşadan, ABD’nin zaten lider olduğu yapay zekâ, yaşam bilimleri, robotik ve ileride kuantum bilişim gibi alanlardaki verimlilik artırıcı yenilikleri daha iyi değerlendirebilecek özgürleşmiş bir özel sektörle çıkacak.

Washington, Trump öncesine kıyasla hâlâ daha yüksek gümrük tarifelerine sahip olabilir. Ancak bu tarifeler, diğer ülkelerin kendi yüksek tarifelerini ve ağır tarife dışı engellerini kaldırması ve küresel kamu mallarının sağlanmasında daha fazla sorumluluk üstlenmeleri karşılığında, daha adil bir ticaret sistemini beraberinde getirmiş olacaktır. Bu senaryo yalnızca Reagan ve Thatcher’ın 1980’lerde uyguladığı reformları hatırlatmakla kalmaz; aynı zamanda onları aşar. Sadece iç ekonomik yapının değil, küresel ekonomik düzenin de baştan yapılandırılmasını içerir.

Elbette bu sonuca ulaşmak için birçok şeyin yolunda gitmesi gerekir. En başta, borç yükünü hafifletecek hızlı bir ekonomik büyümenin gerçekleşmesi şarttır. Finansal piyasalar, dolara ve ABD Hazine tahvillerine dair belirsizlikleri tolere edecek şekilde sabırlı olmalıdır. Uluslararası düzeyde, ülkelerin Washington’un ticaret ve tarife konularında verdiği taahhütlere bağlı kalacağına güvenmesi gerekir. Ellerindeki yüksek miktardaki dolar ve tahvilleri elde tutmaya daha istekli olmalıdırlar. Ayrıca, dünyanın iki ekonomik süper gücü olan Çin ile ABD arasında muhtemelen sürecek olan gerilimleri yönetmeyi de başarmalıdırlar.

Ve bir de Federal Reserve (ABD Merkez Bankası) var. Eğer dünya daha yüksek verimlilik, daha düşük enflasyon ve daha az tehdit edici açık ve borç seviyeleriyle şekillenirse, merkez bankası faiz oranlarını ciddi şekilde düşürme konusunda hem daha istekli hem de daha yetkin hale gelmelidir. Ancak bunun için Trump ve Powell’ın aralarındaki anlaşmazlıkları çözmesi gerekir—ya Powell görevinden ayrılır ya da Trump, Powell’ın görev süresinin sona ereceği Mayıs ayına kadar daha sabırlı davranır.

Trump, daha karamsar bir senaryoda da faiz indirimi elde edebilir—ama istediği biçimde değil. Bu dünyada, Washington büyüyen bütçe açıklarını kontrol altına alamaz. Hukukun üstünlüğüne dair endişeler ve yürütmenin yetki aşımı konusundaki kaygılar artarken, kurumsal güven erimeye devam eder. Amerika Birleşik Devletleri, küresel standartları ve düzenlemeleri belirleme ve bunlara uyma konusunda giderek daha az ilgi gösterir. Diğer ülkeler ise küresel düzende kendi rollerini yeniden gözden geçirir. En azından, değişen dünyaya karşı daha dirençli hale gelebilmek için kendi kendilerini güvence altına alma yoluna giderler. Hatta ABD’yi sadece ekonomik değil, ulusal güvenlik açısından da endişelendirecek çok uluslu ittifaklar bile kurabilirler.

Bu senaryo, küresel ekonominin 1970’lerde yaşadığı arz şokları, yükselen emtia fiyatları ve politika hatalarını büyük ölçüde tekrar eder. Bu, herkes için zorlu bir dönem olur. Şirketler, artan maliyetlerle azalan talepler arasında denge kurmak zorunda kalır. Yatırımcılar, hem tahvillerin hem de hisse senetlerinin kırılgan olduğu bir ortamda getiri sağlamaya çalışır. Hanehalklarının alım gücü ve iş güvencesi azalır. Sonuç olarak, dünya genelinde bir resesyona girilebilir ve zaten mali ve insani dayanıklılığı zayıf olan bir kuşak ciddi şekilde zarar görebilir. Yüksek borç, eşitsizlik ve iklim krizleriyle boğuşacak olan gelecek kuşaklar da bundan olumsuz etkilenecektir.

Şu anda hem olumlu hem de olumsuz senaryolar mümkündür; arada kalan pek çok ara olasılık da öyle. Nitekim 2025 yılının başında çeşitli piyasa fiyat göstergeleri, iyileşme olasılığının yaklaşık %80, kötüleşme olasılığının ise %20 civarında olduğunu gösteriyordu. Ancak Trump’ın Nisan başında, piyasaların beklediğinden çok daha yüksek gümrük vergilerini açıklamasıyla, olumlu senaryonun olasılığı %50’nin altına geriledi. Ay sonuna doğru, Trump’ın getirdiği 90 günlük erteleme kararının gümrük vergilerini yönetilebilir kılacağı ve küresel ticaret sisteminde büyük bir şok yaratmayacağı yönündeki inanç güçlenince görünüm yeniden iyimserleşti. Ancak bu bileşim, doğası gereği akışkan ve en azından yakın vadede değişmeye devam edecek gibi görünüyor.

Çarpışmaya Hazırlıklı Olun

Ne kadar isteseler de, mevcut ekonomik dalgalanmalardan tamamen korunabilecek kamu ya da özel sektör aktörü neredeyse yok. Ancak bu süreçten geçmek için izlenebilecek stratejiler mevcut.

Bu stratejilerden biri, mevcut rotayı aynen sürdürmek ve nihayetinde dünyanın Ocak ayındaki hâlinden çok farklı bir noktaya gelmeyeceğini varsaymak. Sonuçta piyasalar, Trump’ın kapsamlı ticaret açıklamalarının ardından toparlandı ve başlıca borsa endeksleri yeni rekor seviyelere ulaştı. Başkan farklı ülkelerle görüşüp müzakere yürütürken, gerilimin azalması ihtimali doğabilir. Ne olursa olsun, Amerika Birleşik Devletleri özel sektör dinamizmini, yenilikçiliğini ve girişimcilik ruhunu koruyacaktır. Teknolojik ve biyolojik gelişmelerde dünyaya öncülük etmeye devam edecektir. Bazı ekonomistlere göre, istikrarsız ve oynak bir ABD Hazine piyasası güçlü bir kurumsal sektörü mutlaka olumsuz etkilemek zorunda değildir. Onlara göre, dalgalı bir mahallede bile sağlam bir ev olunabilir.

Öte yandan, ABD’nin güvenlik şemsiyesini çekmesiyle, diğer ülkeler kendi ekonomik sorunlarını çözmek zorunda kalabilir. Avrupa, karmaşık düzenleyici sistemini sadeleştirerek, inovasyonu ve yayılımını teşvik ederek ve böylece üretkenliği artırarak büyümeyi hızlandırabilir. Bu da, para birliğine aşırı bağımlı olan ve mali ve bankacılık birliğinde ilerleme kaydetmeye fazlasıyla ihtiyaç duyan Avrupa Birliği’nin yapısal tamamlanmasına yönelik daha güçlü bölgesel çabalarla desteklenebilir.

Bu sırada Asya’da Pekin, başka ülkelerin Çin mallarının piyasalarına dumping yoluyla girmesinden kaygılanmaması için ihracatını sınırlandırabilir—tıpkı Japonya’nın birkaç on yıl önce gönüllü ihracat kısıtlamalarıyla yaptığı gibi. Çin ayrıca büyüme modelini köklü biçimde dönüştürebilir: Geleneksel ihracat ve kamu yatırımı motorlarının yerine, özel iç tüketimi ve özel yatırımı serbest bırakarak yeni bir kalkınma anlayışına geçebilir.

Ancak belirsizlikler bu denli yüksekken, ne şirketler ne de hükümetler böyle iyimser bir sonuca tüm kaynaklarını bağlamak isteyecektir. ABD’nin küresel ekonomik ve finansal sistemlerdeki rolü doğası gereği daha belirsiz ve kaotik bir hâl alıyorsa, karar alıcıların daha parçalanmış, daha sık ve daha şiddetli risklerin görüleceği bir dünyaya hazırlanması gerekir. Bu, politikaların neden olduğu oynaklığın yüksek olduğu, küresel tedarik zincirlerinin kırılganlaştığı ve finansal borç piyasalarının tedirgin olduğu bir dünya demektir. Ülkeler, riskleri azaltma çabasıyla daha derin bir ayrışma sürecine girebilir. Pekin ile Washington arasındaki rekabet daha da kızışacaktır. Brezilya, Hindistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi birkaç önemli salınım devleti (swing state), her iki tarafla da iyi ilişkilerini sürdürebilir. Ancak çoğu ülke, sonunda bir taraf seçmek zorunda kalacaktır.

Bu senaryoda, karar alıcıların ekonomik ve finansal gelecekleri üzerinde yeniden kontrol kurabilmek için çok daha fazlasını yapmaları gerekecek. Savunma ve altyapıya daha fazla önem veren bir Almanya’nın öncülüğünde Avrupa; ortak borçlanma konusundaki kalıcı tereddütlerini aşmalı, Brüksel’e daha fazla yetki devretmeli ve savunma dâhil olmak üzere çok daha fazla bölgesel inisiyatif üstlenmelidir. Çin, ekonomisini köklü biçimde dönüştürme hedefi doğrultusunda kısa vadeli büyümeden feragat etme konusunda daha az çekingen olmalıdır. Brezilya ve Hindistan gibi büyük gelişmekte olan ülkeler de daha reform odaklı hâle gelmeli ve ekonomilerini inatçı orta gelir tuzağından çıkarabilmelidir.

Neyse ki, Washington’un mevcut tutumu tam da bu değişimleri tetikleyebilecek türden bir itici güç sağlayabilir. Özellikle Avrupa, mevcut istikrarsızlık ortamını, eski İtalya Başbakanı Mario Draghi’nin önerdiği reformları hayata geçirmek için bir fırsat olarak değerlendirebilir. Bu reformlar, Avrupa’nın yenilikçilik, verimlilik artışı ve iç finansman eksikliklerini gidermeyi amaçlamaktadır. Avrupa ayrıca, kıtanın ABD varlıklarına yaptığı aşırı yatırımı absorbe edebilecek daha homojen sermaye piyasaları oluşturabilir.

Ancak, köklü dönüşümler de tıpkı mevcut çizgide kalmak gibi riskler barındırır. Eğer gelecek belirsiz kalmaya devam ederse, karar alıcılar geri döndürülemez büyük hamlelerden kaçınmak isteyebilir. Bunun yerine, orta yolu izlemeyi tercih edebilirler. Örneğin, ABD’ye olan bağımlılıklarını sınırlı ölçüde ve gerektiğinde geri alınabilir şekilde azaltabilirler. Bunu sessiz sedasız yaparak Washington’un tepkisini tetiklemekten kaçınabilirler.

Karar vericiler, davranışsal tuzaklara düşmemelidir.

Bu farklı yollar arasında seçim yapmak kolay olmayacaktır. Her aktör, kendisi için en mantıklı olanı belirlemek zorunda kalacaktır. Ancak jeopolitik kaos arttıkça, dünyanın fazla değişmeyeceğini düşünenler de dâhil olmak üzere her aktör hızlı bir biçimde uyum sağlamayı öğrenmek zorunda kalacaktır. Bu da, tüm aktörlerin ciddi düzeyde finansal, beşerî ve operasyonel dayanıklılık inşa etmeye çalışması gerektiği anlamına gelir.

Şirketler ve yatırımcılar örneğin daha fazla nakit rezervi tutmalı, bilançolarını güçlendirmeli, tedarik zincirleri ile portföylerini çeşitlendirmeli, yenilikçi araçlar kullanarak çalışan gelişimine daha çok yatırım yapmalı ve iletişimlerini daha etkili hâle getirmelidir. Karar alıcılar ayrıca, geleceğe yönelik senaryoları canlandırma (game plan), stratejilerini stres testine tabi tutma ve olası kırılganlıkları belirleme konularında daha yetkin hâle gelmelidir. Bu da yerel birimleri, yetkilileri ve bireyleri senaryo üretme ve stres testi yapma konusunda yetkilendirmeyi gerektirir.

Nihayetinde, karar alıcılar davranışsal tuzaklara düşmemelidir. Belirsizlik dönemlerinde insanlar, kötü kararlarla sonuçlanan bilişsel önyargılara her zamankinden daha yatkın olur. Bu sadece değişimi inkâr etmekle sınırlı değildir. Çoğu zaman, davranış bilimcilerin “aktif ataleti” (active inertia) dediği durumu içerir: aktörler değişmeleri gerektiğini fark ettikleri hâlde, yine de tanıdık kalıplara ve yöntemlere sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam ederler.

Bir zamanların dev şirketi IBM’in başına gelenler bunun çarpıcı bir örneğidir. 1980’lerin başında, şirketin ana bilgisayar teknolojisine (mainframe computing) olan eşsiz odaklanması, kişisel bilgisayarların yükselişiyle ciddi biçimde tehdit altına girdi. Yönetim kurulu ve üst yönetim, insan kaynağını, finansmanı ve inovasyonu kişisel bilgisayar üretimine yönlendirme kararı alarak stratejik olarak doğru adımı attı. Ancak bu geçiş, yöneticilerin çalışanları ve kaynakları tanıdık alanlardan uzaklaştırmakta zorlanması nedeniyle sekteye uğradı. Sonuç olarak, şirket yeni nesil rakipler karşısında hızla geride kaldı ve hayatta kalabilmek için kendini esasen bir hizmet şirketine dönüştürmek zorunda kaldı. Endüstrideki baskın konumunu ise bir daha asla geri kazanamadı.

Cesur Olun

Dünya büyük bir güvensizlik döneminden geçiyor. Yetkililerin ve yatırımcıların güvenebileceği çok az ilke, kural veya kurum kaldı. ABD ekonomisi giderek daha az istikrarlı hâle geliyor, Washington ise küresel politika koordinasyonuna artık daha az dâhil oluyor. Yaklaşık 80 yılın ardından, küresel ticaret sistemi parçalanma riskiyle karşı karşıya. Geleceğe dair hiçbir şey kesin değil.

Bu gerçek başlı başına kötü bir şey değil. Ama karar alıcıların olağanüstü derecede dikkatli olması gerektiğini gösteriyor. Önümüzdeki aylarda verilecek kararlar, küresel ekonominin geleceği ve milyarlarca insanın refahı açısından derin etkiler yaratacak. Devlet yetkilileri mütevazı olmalı, ancak bu aynı zamanda temkinli kalma zamanı da değil. Aksine, bu dönem; cesaretin, yaratıcılığın, hayal gücüne dayalı senaryo planlamasının ve yerleşik kabullere meydan okumanın zamanıdır.

Önümüzdeki görevler kolay değil. Ekonomileri, şirketleri ve yatırımları nasıl yöneteceğimizi kökten yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Ancak liderler bu meydan okumaya karşılık verebilir—ve vermelidir, çünkü yakın gelecekte heyecan verici yeniliklerin yayılmasıyla bu mümkün olacaktır—dünya sadece bu fırtınayı atlatmakla kalmayabilir, aynı zamanda öncekinden daha güçlü ve daha müreffeh bir hâlde çıkabilir.

* Mohamed A. El-Erian, Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Queens’ College’ın başkanı ve Pennsylvania Üniversitesi’nin Wharton İşletme Okulu’nda Renee Kerns Uygulamalı Profesörüdür. 2007 ile 2014 yılları arasında Pacific Investment Management Company’nin (PIMCO) CEO’luğunu yürütmüştür.

Kaynak: https://www.foreignaffairs.com/united-states/america-breaking-global-economy-uncertainty-world-mohamed-el-erian

 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.