Vicdan duygusunun sızamadığı bir sevme biçimi olarak ultra milliyetçilik
Bazı sevme biçimleri esas anlamını tanınmayana, uzaktakine, ‘biz’den olmayana yöneldiğinde bulan vicdan duygusunu dışlar ya da onun ancak küçük dozlarının bünyeye sirayet etmesine izin verir. Bunlar, tek bir özneye odaklanmış yoğun (aşırı?) sevgi biçimleridir: Sadece kendisini önemseyen bencil bir insanın narsisistik sevgisi, sadece ailesinin çıkarlarını gözeten bir babanın ‘fedakârca’ sevgisi, kendi ülkesinin her durumda haklı olduğuna inanan bir ultra milliyetçinin ülke sevgisi, sadece mensubu olduğu dinin mensuplarını sevebilen bir dinci (‘dindar’ demiyorum).
Kurt Vonnegut’un kendi ailesini fedakârca seven fakat başkalarını zerrece umursamayan bir babayı anlattığı Epizootik adlı öyküsünden yararlanarak bu tür sevme biçimlerine biraz daha nüfuz etmeye çalışalım…
Kurt Vonnegut, sözünü ettiğim öyküsünde “Hayatın amacının kendi ailelerini gitgide daha çok zengin etmek olduğunu düşünen, aksi takdirde o hayatı yaşamaya değmeyeceğine inanan Amerikalı erkekler”i anlatır edebiyatın biraz da abartılı diliyle. O erkekler ki, onların bir kısmı ‘aile sevgilerini’ kendisinden sonra sigortanın ailesine ödeyeceği serveti düşünerek intihar etmeye bile vardırırlar. O orta sınıf erkekleri ki bu ‘fedakârlığı’ kendisinden sonra “eşi ve çocukları her yıl lüks tatillere gidebilsinler, çocukları hiçbir zaman devlet okuluna gitmek zorunda olmasınlar, at binmek, yelkenliyle gezmek, golf kulübüne gitmek gibi zevklerden mahrum kalmasınlar” diye yapmaktadırlar.
Bu babaların yaptığının fedakârlık olmadığı elbette öne sürülemez, sevgilerinin gerçek olmadığı da… Fakat Vonnegut hikâyenin sonunda okurlarını o aile babalarının kendi aileleri ‘iyi’ olsun diye başkalarına yapabilecekleri kötülükler hakkında da bilgilendirir; ki böylece onların fedakârlıklarının ve sevgilerinin o kadar da yüceltilecek bir şey olmadığı konusunda okurlarını uyarır.
Öyle babalar ailelerini çok severler fakat o kadar çok severler ki sevgileri başka hiçbir şeye yönelemez; ülkelerine bile… Tıpkı kendisinden başka kimseyi sevemeyen benciller, tıpkı kendi inancından başka hiçbir inanç mensubunu sevemeyen dinciler, tıpkı kendi milletinden olmayan hiç kimseyi sevemeyen ultra milliyetçiler gibi…
Bu tekçi ve yoğun sevgi vicdan duygusunu dışlar ya da sevdikleriyle sınırlar ki vicdanın asıl anlamını sevdiklerimize, yakınlarımıza değil tanınmayana, uzaktakine, ‘biz’den olmayana yöneldiğinde bulan bir duygu olduğunu düşündüğümüzde bunun vicdanın gerçek tanımıyla fazla da ilgisinin olmadığı sonucuna varırız.
Kimler, vicdanları sayesinde ‘biz’ sevgisini aşabilenleri ‘aşırılık’la suçlar?
Yunus Emre Erdölen’in yeni Papa XIV. Leo’yu tanıttığı güzel yazısında ABD Başkan Yardımcısı J. D. Vance’ten aktardığı alıntı bu yazıda tartıştığım temayla doğrudan ilgili ve çok aydınlatıcı. Şöyle diyor Vance:
“Hristiyanlıkta temel bir mantık var; önce ailenizi seversiniz, sonra komşunuzu seversiniz, sonra toplumu seversiniz, sonra yurttaşlarınızı seversiniz ve ondan sonra da dünyanın geri kalanına öncelik verirsiniz. Aşırı solun büyük bir kısmı bunu tamamen tersine çevirmiştir.”
Vance belli ki solun, başta göçmenler olmak üzere ailesinden, komşusundan, toplumundan (kendi yurttaşlarından) olmasa da bütün yaralı insanlara gösterdiği hassasiyetten, yani vicdan duygusundan rahatsız olmaktadır. Dolayısıyla vicdanın aynı dine inanan ya da onun dogmalarını benimseyenlerle sınırlı bir versiyonunundan ötesine tahammülünün olmamasında anlaşılmayacak bir şey yok.
Vicdan sahibi olmak kendi ailesini, milletini, ülkesini sevmeyi engellemez fakat tersi doğru değildir
Vicdan sahibi olmak kendi ailesini, milletini, ülkesini sevmeyi engellemez fakat tersi doğru değildir: Sadece ailesini, sadece milletini (daha doğrusu ‘millet’ten saydıklarını), sadece ülkesini sevenlerin vicdan duygusu çok zayıftır.
Bunu test etmek bugünlerde çok kolay: Hangi milletten, hangi dinden, hangi cinsiyetten olursa olsun haksızlığa uğrayan herkesin davasını kendi davası kılan Sırrı Süreyya Önder’in ailesini, içinde yaşadığı toplumu, ülkesini sevmediğini kim söyleyebilir? Fakat ölümünün ardından bayraklı profilleriyle ona ağza alınmayacak küfürlerle saldıran ultra milliyetçiler belli ki vicdanı dışarıda bırakan hastalıklı bir sevgiyle malûller. Bu tablo ultra milliyetçiliğin, içine vicdanın sızamadığı bir sevme biçimi olduğunu bir kez daha gösteriyor.