
Tanrı’yı “bilmek”
Akıl, Allah kavramına ulaşabilir ama Zatı idrak edemez. Çünkü akıl bir şeyi bilmeye koyulduğunda ayrıştırır, parçalara ayırır, sınırlandırır, birleştirir, soyutlamalar, genellemeler, mukayeseler yapar. Oysa Zat bileşik değildir, hiçbir varlıkla mukayese e
Tanrı bilinir mi, tanınır mı? Bilmek a-l-m’den, tanımak a-r-f’den gelir, ikisi arasında önemli farklar söz konusu. Her türlü tartışma ve ihtimalden bağımsız denebilecek olan şudur: Tanrı Zat’ıyla bilinemez. Her neyi bilemek istiyorsa, bilen, bilineni sınırlandırır, nesneleştirir. Tanrı’ya sınır konulmaz, Descartese’ın farzettiğinin aksine bilen öznenin bilme konusu nesne düşünülemez. Bu böyledir!
1) Zat bilinemez, Zat’ın isim, sıfat ve fiilleri bilinir. Yıllarca yoksullara, muhtaçlara yardım edip de kendini gizleyen, Hz. Peygamber (s.a.)’in tarif ettiği üzere hayır yapan sağ elinden sol elinin haberdar olmadığı (Buhari, Ezan, 36) bir hayırseveri düşünelim. Onun hayır yaptığını, seçtiği hayır çeşidi ve yöntemlerini biliyoruz. Bu bilgi, onun zatının bilgisi değil, fiillerinin bilgisidir ki, biz onun zatını görmedikçe onu bildiğimizi değil, tanıdığımızı iddia edebiliriz.
2) Zat kavranamaz. Zira mutlak gaybtir. Varlığına ilişkin bilgimiz somut dünyada teşekkül eder. Gözlemlenebilen, deneye konu olan, duyularla algılanabilen şeylerdir. Tanrı, varlığıyla ilgili isim ve sıfatlarını, fiillerini bu türden bilgilerimize sunmuştur, Zatını değil. Bu yüzden afak’ın bilgisine sahip olabiliyoruz ancak.
3) Zat’ın bilinememesinin diğer sebebi, tamamen ve sadece Tanrı’ya mahsus mahiyeti ile varlığının aynı olmasıdır.
Felsefe tarihinin tartışmalarında
a) Öz mü öncedir, varlık mı?
b) Öz mü varlığa, varlık mı öze eklenmiştir?
c) Bizim varlığımız temel ise, özümüzü kendimiz mi oluşturacağız soruları esastır.
Bu sorular Tanrı için sorulamaz. Vücudu vacib, mahiyetinin keyfiyeti bizce meçhuldür. O sadece Vacibu’l Vücud’tur, bütün varlığın ahlakî görevi ve insan hariç yönelimi Vacibu’l Vücub’tur.
4) Şu halde biz, a) Marifetulhalk ve marifetünnefs; b) Vahyle Allah’ı tanıyabiliriz ancak. Buna “Marifetullah” diyoruz.
İnsan, aklı ile başka bir deyişle aklı dışında başka hiçbir referansa başvurmadan sadece zihinsel faaliyeti sonucu Tanrı’yı bilebilir mi? Bu soruya verilecek ‘evet’ cevabı, peygamber olmaksızın salt aklın rehberliğini esas aldığı açıktır. Ve bu sorunun cevabı birçok kelamcıyı meşgul etmiştir.
Maturidi, insanın sadece aklını kullanarak Allah’ı bilebileceğini kabul eder. İnsandaki zihni donanım, meleke ve yetiler buna yeterlidir. Yakından bakıldığında, varlık alemini müşahede (nazar ve temaşa), çeşitli olayları üzerinde doğru yöntemle yapılmış tefekkür bunu gerektirir. Zira düşünmek, aklı kullanmak (akletmek), suretiyle Allah’ın varlığını bulan kişi, Kur’an ayetlerinin hükümlerini yerine getirmiş olur. Ancak aklını kullanarak Allah’ı bilebilen insan, yükümlü olduğu (Şer’î) hükümleri bilmeyebilir. Bu tartışmalı meselede Maturidi, Ebu Hanife’yi takip etmektedir. Kişi Allah’ı bilir ama –Mutezile’den farklı- Allah’ı bilme gerekliliği bir güç tarafından oluşturulur. Bu gücün sahibi Allah’tır; insana bu gücü kendisini tanıması (bilmesi) için bahşetmiş bulunmaktadır, bu da enfusi bir tecrübeye atıftır. Allah’ı tanımadan/bilmeden hayatını sürdüren kişi, kendisine yaratıcısını bilmesi amacıyla bahşedilmiş bir gücü boşuna heba etmiş olur.
Bu böyle olmakla beraber, aklın Allah’ın “ne”sini bilebileceği sorusunun tam ve tatminkâr cevabı değildir. Akıl, Allah kavramına ulaşabilir ama Zatı idrak edemez. Çünkü akıl bir şeyi bilmeye koyulduğunda ayrıştırır, parçalara ayırır, sınırlandırır, birleştirir, soyutlamalar, genellemeler, mukayeseler yapar. Oysa Zat bileşik değildir, hiçbir varlıkla mukayese edilemez (112/İhlas, 4). Akıl gibi vehimle de Zatı bilinemez. Çünkü vehim ancak somutlaştırma, benzetme (teşbih) yoluyla bilmeyi veya anlamayı mümkün kılar.
Hz. Ebu Bekir’e atfedilen bir söze göre “Gerçek idrak, idrakin yetersizliğini idrak (etmek)tir.” Ziya Paşa bir bendinde bu hakikati şöyle ifade eder: “İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”
Bu bizi, Tanrı’nın varlığını bilmeye veya tanımaya giderken salt akli idrakin tek başına yetmeyeceği fikrine götürmektedir: ”Gözler O’nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır.” (6/En’am, 103.)
O zaman aklın ne’yi, neleri bilebileceğini doğru tespit etme zarureti ortaya çıkar. Akıl yapısal zaafları, sınırları dolayısıyla Zatı bilemeyecek olsa bile, Allah’ın varlığı hakkında bizi bilgi sahibi kılabilir. Mesela Tanrı:
a) Varlığı zorunludur, yokluğu muhaldir.
b) Varlık alemi, O’nun varlığına ve birliğine işaret etmektedir (afâk).
c) O’nun varlığının ruhumuzda tecrübe edilebilir etkileri vardır (enfus); fıtratımız O’nun varlığını, birliğini teyid eder. O’ndan kritik zamanlarda yardım talep ederiz ve bu neredeyse ruhun refleksidir. Afâk ve enfûs, bilgilenme sürecinde birbirlerine eşlik eder (41/Fussilet, 53).
Karl Jaspers (öl. 1969), tam da bu noktaya işaret ederek insanın ancak kriz zamanlarında Tanrı’nın varlığının farkına vardığını söyler. Tanrı bilinci, çoğu zaman ve neredeyse hep gündelik hayatın içinde pek tebellür etmiyor. Korku, hastalık, hapis, tehlike, afet vb. kriz anları Tanrı bilincini uyandırır.
Silivri’de yattığım hapishanede (2016-2018) bunu birçok tutuklu ve hükümlüde müşahede ettim. Ana akım bir televizyon kanalında önemli konumda çalışıp da tutuklanan bir gazeteci aylar sonra şöyle diyordu: “Ben ne büyük bir gaflet içinde yaşıyormuşum. Burada Allah’ı hatırladım.” Böylesi durumlarda kişi hayatın anlamı, değeri üzerinde düşünmeye başlar, yüce bir varlığı idrak eder. Kriz anlarında kişi tamamen refleksiz olarak O’na yönelir, O’ndan yardım diler. Mesele şu ki, kriz anında farkına vardığımız Allah’ın krizden sonra da, Kur’an’ın tasvir ettiği gibi denizde şiddetli bir fırtınaya yakalanmış geminin sahile çıktıktan sonra da, Allah’ın hayatımızın gerçek sahibi olduğunu unutmamamızdır (10/Yunus, 22).
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.