Ortadoğu’da Yeni Güvenlik Arayışı ve Bölgesel Dönüşüm

Son birkaç yıldır, Ortadoğu’da sakinleşme atmosferi hissediliyor. Küresel bir ekonomik kriz ihtimali, büyük güçler arasındaki rekabetin belirsizliği ve bölge ülkelerinin iç siyasi önceliklere dönme ihtiyacı gibi faktörler, birçok devleti kendi pozisyonlar

ADNAN BOYNUKARA - Perspektif

Ortadoğu, uzun yıllar boyunca çatışmaların, devlet dışı silahlı aktörlerin, vekâlet savaşlarının ve kitlesel göçlerin her alanı etkilediği bir coğrafya olarak anıldı. Irak’ın işgali, Suriye iç savaşı, Yemen krizi, Lübnan’ın yaşadığı sorunlar, Gazze’de uygulanan soykırım, IŞİD’in yükselişi ve terör örgütlerinin neden olduğu kırılmalar, coğrafyayı istikrarsızlık sarmalına soktu. Bu süreç yalnızca devletleri zayıflatmakla kalmadı, toplumsal yapıları da derinden dönüştürdü. Milyonlarca insanın yerinden edilmesi, sosyoekonomik çöküş, güvenlik boşluğu ve radikalleşmenin yaygınlaşması gibi konular, bölgenin temel meseleleri hâline geldi.

Ancak tüm bu karmaşanın ardından son birkaç yıldır, Ortadoğu’da sakinleşme atmosferi hissediliyor. Küresel bir ekonomik kriz ihtimali, büyük güçler arasındaki rekabetin belirsizliği ve bölge ülkelerinin iç siyasi önceliklere dönme ihtiyacı gibi faktörler, birçok devleti kendi pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye zorladı. Bu tablo, ilk bakışta kırılgan gözükse de, Ortadoğu’nun geleceği için önemli bir fırsat sunuyor.

Yeni Dönemin Göstergeleri

Ortaya çıkan bu tablonun yeni bir dönemin işareti olduğunu ortaya koyan iki temel gösterge var. İlki, bölge ülkelerinin merkezi devlet kapasitelerini güçlendirme çabaları. Özellikle Irak, Suriye ve Lübnan gibi çatışma yaşayan ülkelerde dahi, her ne kadar sınırlı olsa da, devletlerin kurumsallaşma arayışları dikkat çekiyor. Irak, güvenlik kurumlarını yapılandırmak için çabalıyor, merkezi otoritenin kontrol kapasitesini genişletmeye çalışıyor, Suriye’de savaşın sıcak döneminin kapanmasıyla birlikte Şam yönetiminin idari bütünlüğü tahkim etme, yerel yönetimleri reorganize etme ve güvenlik birimlerini merkezileştirme çabası görülüyor, Lübnan’da kronik siyasi krize rağmen bir reform arayışı var.

İkinci gösterge ise uzun yıllardır bölgeyi istikrarsızlaştıran devlet dışı silahlı aktörlerin etki alanlarının daraltılması ve tasfiye edilmesi. IŞID gibi örgütler tasfiye edildi. PKK, kendini feshetti. Haşdi Şaabi gibi devlet dışı unsurlar ise resmi orduya entegre olma arayışında. Suriye’deki örgütlerin büyük bir kısmı resmi orduya dahil oldu. SDG ise buna ilişkin anlaşma imzaladı. Hizbullah, silah konusunda bir yol ayrımında. Yemen’de Husiler ile Suudi Arabistan arasında gündeme gelen görüşmelerin siyasi müzakereye dönüşme olasılığı var. Dolayısıyla, ilk kez bölgesel ölçekte, silahlı grupların ağırlığının azaldığı bir dönemden söz etmek mümkün. Bu ise Ortadoğu’da düzenli bir güvenlik mimarisinin inşa edilebileceğine dair umutları artırıyor.

Bu Denklemde Türkiye

Yeni bir güvenlik mimarisi arayışını anlamlı kılan dinamiklerden birisi ise Türkiye’nin terör sorununu çözmek için başlatmış olduğu yeni süreç. Devam eden çalışma, PKK’nın silah bırakmasını, kendini feshetmesini ve sivil siyaseti tercih etmesini içeriyor. Bu sürecin en önemli kazanımı ise devletin demokratik dönüşümüne ilişkin çalışmaların başlayacak olması. Ankara’nın yürüttüğü bu süreç, devlet dışı silahlı unsurlarla mücadelede yeni bir model oluşturma potansiyeli de taşıyor. Türkiye hem askerî kapasitesi hem diplomatik ilişkileri hem de güvenlik kurumlarının dönüşüm tecrübesiyle, Ortadoğu’da düzenli bir güvenlik mimarisinin kurulmasında kritik bir role sahip olabilir.

Bu sürecin bölgesel bağlamdaki etkisi birkaç açıdan önemli. İlk olarak, PKK’nın silahlı yapısını sonlandırmaya dönük strateji, Irak ve Suriye’deki devlet kapasitesini doğrudan etkileyen bir istikrar alanı oluşturabilir. Irak ve Suriye merkezi hükümetleriyle kurulan ortak güvenlik mekanizmaları, bölgedeki silahlı yapıların alanını daraltıyor. Bununla birlikte, kurulan bu ilişki ve yapılan faaliyetler, aynı zamanda bölge devletlerinin kendi toprak bütünlüğünü tahkim etmesine de destek sağlıyor.

İkinci olarak, Türkiye’nin terörle mücadele süreci, devlet dışı silahlı aktörlerin siyasal sürece entegre edilmesine dair “müzakere + güvenlik” dengesini örnekleyen nadir girişimlerden birisi. Ankara’nın silahlı yapıların ortadan kaldırılması ve demokratikleşme, kapsayıcılık, ekonomik kalkınma temelli bir siyasal zemini güçlendirmesi, bölgedeki diğer ülkeler tarafından da yakından takip ediliyor. Bu yaklaşım, Lübnan, Yemen ve Irak gibi devlet dışı yapıların sorun ürettiği ülkeler için model niteliği taşıyabilecek unsurlar içeriyor.

Üçüncü olarak, Ankara’nın bölge ülkeleriyle geliştirdiği yeni diplomatik hat. Özellikle Irak, Katar, BAE, Suudi Arabistan ve Mısır ile ilişkilerde görülen normalleşme, bölgesel güvenlik mimarisinin inşasında bağlayıcı aktör olma rolünü pekiştiriyor. Ankara hem askerî kapasitesi hem de enerji, ticaret, ulaşım ve insani diplomasi alanlarındaki etkisi sayesinde, bölgesel işbirliğini pratik hale getirebilecek bir ölçeğe sahip.

Sonuç olarak, Türkiye’nin yürüttüğü süreç, sadece iç güvenlik tehdidinin ortadan kaldırılması anlamına gelmiyor. Aynı zamanda bölgesel düzeyde devlet otoritelerinin güçlenmesi, silahlı aktörlerin alan kaybetmesi ve yeni bir güvenlik mimarisinin kurulmasına katkı sunacak bir zemin oluşturuyor.

Engeller ve Riskler

Ne var ki, bölgeye ilişkin bahsettiğimiz dönüşümün önünde ciddi engeller de bulunuyor. Bu engellerin başında ise norm tanımayan saldırganlığı ve bölgesel istikrarı tehdit eden yapısı ile İsrail geliyor. Bu durum, bölgedeki çatışma alanlarını genişletebilecek nitelikte. Filistin meselesinin çözümsüzlüğü, Gazze’nin işgali, soykırım ve yıkıcı saldırılar, Lübnan ve Suriye sınırlarındaki gerilim ve bölge ülkeleriyle yaşanan siyasi kopuşlar, yalnızca bölgesel güvenlik riskini artırmakla kalmıyor, bölge ülkelerinin işbirliği kapasitesini de zayıflatıyor. İsrail, “istikrar üzerinden ortaklaşma” eğilimine karşı “çatışma üzerinden güç projeksiyonu” stratejisi uyguluyor. Bu, Ortadoğu’da yeni bir düzen kurma çabasının kırılgan noktalarından biri.

Bölgesel istikrarsızlığı derinleştiren bir diğer unsur ise dış güçler arası rekabetin hâlâ canlı olması. ABD’nin güvenlik merkezli yaklaşımı, İran’ın bölgesel nüfuz stratejisi, Rusya’nın Suriye üzerinden etkili olma arayışı ve Çin’in ekonomik-teknolojik nüfuz alanı, Ortadoğu’daki güç mücadelesinin çok katmanlı ve öngörülemez bir yapıda devam ettiğini gösteriyor. Bu güçlerin çoğu, bölgedeki dönüşüm girişimlerini kendi jeopolitik hesapları üzerinden okuyor. Bu da bölge ülkelerinin ortak bir güvenlik vizyonu geliştirmesini zorlaştırıyor. Bunlara ek olarak ekonomik kırılganlık, gelir dağılımı sorunu, su kıtlığı, genç işsizlik ve mülteci hareketleri gibi içsel sorunlar da güvenlik risklerini besleyen yapısal faktörler olarak öne çıkıyor. Dolayısıyla bölgenin karşı karşıya olduğu engeller, yalnızca askerî ve diplomatik düzeyde değil, aynı zamanda sosyoekonomik, demografik ve iklim temelli baskılarla da derinleşiyor.

Bölgedeki dönüşümü anlamak için önce siyasi gerçekliğe bakmak gerekiyor. Arap devletlerinde devam eden yönetici elit ile halk arasındaki iletişim sorunu, İran-Arap gerilimi, Körfez’deki rekabet ve dış güçlerin müdahalesi, devlet dışı silahlı yapılar için geniş bir manevra alanı oluşturmuştu. Bugün ise bu alan giderek daralıyor. Körfez ülkelerinin kendi güvenliklerini konsolide etme isteği, Irak’ın İŞİD sonrası yeniden toparlanma çabası, Suriye’de yeni yönetimin devleti tahkim etme gayretleri ve Yemen’de müzakerelerin tekrar başlama olasılığı, bölgenin güvenliğe ilişkin paradigmaların değiştiğini gösteriyor.

Bu değişimin bir başka boyutu da, bölge ülkelerinin birbirleriyle kurmaya çalıştığı pragmatik ilişki zeminidir. Normalleşme dalgası, İran-Suudi Arabistan yakınlaşması, Türkiye-Mısır ve Türkiye-BAE ilişkilerindeki toparlanma, bölgenin 2010’lu yıllara kıyasla daha düşük tansiyonlu bir döneme girdiğinin göstergesi. Bu ortam hem devlet dışı silahlı aktörlerin hareket alanını sınırlıyor, hem de devlet düzeyinde kurumsal bir güvenlik yaklaşımının inşasına imkân tanıyor.

Bahsettiğimiz bu pozitif gelişmelerin karşısında duran faktörleri de göz ardı edemeyiz. İsrail’in dini referanslarla desteklenen işgalci-çatışmacı güvenlik doktrini, Filistin’de yaşanan insani krizin derinliği ve Lübnan başta olmak üzere bölge ülkeleriyle yaşanan gerilimler, bölgesel işbirliği arayışının ötelenmesine neden oluyor. İsrail açısından güvenlik, askerî üstünlüğün korunması anlamına geliyor. Bu tutum, bölgenin bütününü istikrarsızlaştırma riski taşıyor. Çünkü Filistin meselesi çözülmeden kurulmak istenen hiçbir bölgesel mimari sürdürülebilir olmayacak.

Bu noktada kritik soru şu: Ortadoğu, karşılıklı güvensizlikleri aşarak, sürdürülebilir bir bölgesel güvenlik düzeni oluşturabilir mi? Aslında bu sorunun cevabı hem bölge ülkelerinin iradesine hem de bölgesel güç dengelerinin yeni şekillenme biçimlerine bağlı. Ortadoğu’nun yeni dönemi, ne tamamen çatışmanın sürdüğü eski yapıya benziyor ne de istikrarın garanti olduğu yeni bir mimariye oturmuş durumda. Şu an bir geçiş dönemi içindeyiz. Tam da bu nedenle, doğru adımlar atılırsa bölgenin uzun vadeli istikrarı mümkün olabilir.

Yeni Bir Bölgesel Güvenlik Mimarisi Mümkün mü?

Bölgenin ihtiyaç duyduğu şey, küresel güçlerin silah satmaya dayalı modelleri değil, bölge ülkelerinin kendi çıkarları doğrultusunda geliştireceği, kurumsallaşmış güvenlik ortaklığıdır. Bunun için üç temel sütundan bahsetmek mümkün.

İlki, kolektif güvenlik mekanizmaları oluşturmak. Ortadoğu’nun NATO ve AGİT deneyimlerini dikkate alarak oluşturulacak bir yapıya ihtiyacı var. Bu tür bir örgüt, yalnızca askerî işbirliği değil, kriz yönetimi, erken uyarı mekanizmaları, sınır güvenliği, terörle mücadele ve diplomatik arabuluculuk işlevlerine sahip olabilir.

İkincisi, devlet kapasitesinin güçlendirilmesi. Merkezi otoritenin zayıf olduğu Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan gibi ülkelerde güvenlik ancak kapsamlı yeniden yapılanma programlarıyla sağlanabilir. Devlet dışı silahlı aktörlerin silahsızlandırılması, güvenlik sektörünün reformu, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve ayrımcılıkların sonlandırıldığı siyasi kapsayıcılık bu sürecin temel unsurları olarak düşünülmelidir.

Üçüncü sütun ise bölgesel kalkınma ve ekonomik entegrasyon. Güvenlik mimarisinin kalıcılığı, ekonomik refah ve toplumsal istikrarla mümkündür. Enerji ortaklıkları, ticaret ağları, ulaştırma koridorları ve teknoloji işbirliği gibi konular, bölge ülkelerini birbirine bağımlı hâle getirerek çatışma riskini azaltabilir. Bu tür bir işbirliği, terör örgütlerinin barınmasını da ortadan kaldırır.

Bu çerçevenin işleyebilmesi için kurulacak güvenlik mimarisinin kurumsal bir yapıya kavuşması gerekir. Bölge ülkelerinin oluşturacağı “Ortadoğu Güvenlik ve İşbirliği Platformu” benzeri bir yapı; düzenli zirveler, teknik komiteler, ortak bir sekretarya ve bağlayıcı olmayan ama yönlendirici karar mekanizmalarıyla çalışabilir. Bu platformun liderliğini tek bir ülkenin üstlenmesi yerine Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır’ın yer aldığı çok merkezli bir koordinasyon modeli daha gerçekçi olabilir. İran, bölgesel nüfuz stratejisinden vazgeçerse, bu mimarinin önemli bir aktörü olabilir. Böyle bir yapı hem rekabeti dengeleyebilir hem de dış güçlerin bölgesel karar alma süreçlerine müdahalesini sınırlandırabilir. Dolayısıyla güvenlik mimarisinin sürdürülebilirliği hem bölge ülkelerinin iradesine hem de kriz alanlarında asgari bir siyasi mutabakatın oluşmasına bağlı olur.

Yeni Bir Sayfa Mümkün Ama Kolay Değil

Ortadoğu bugün bir kırılma sürecinde. Yılların kaotik düzeni sona eriyor gibi. Ancak yeni düzen henüz kurulmuş değil. Bölgede güvenlik boşluğu daralıyor, devlet kapasitesi kısmen güçleniyor ve diplomatik ilişkiler normalleşiyor. Bu atmosfer, Ortadoğu’nun geleceği için eşine az rastlanır bir fırsat sunuyor. Fakat bu fırsatın önünde ciddi engeller var. İsrail’in izlediği politikalar, bu politikaların neden olduğu bölgesel gerilimleri, Filistin meselesinin çözümsüzlüğü, kimi ülkelerin bölgesel nüfuz stratejisi uygulamaları ve İran-ABD gerilimleri gibi sorun alanları, bölgesel rekabetler ve dış müdahaleler hâlâ büyük risk oluşturuyor.

Şunu açıklıkla ifade etmek gerekir ki, Ortadoğu istikrarlı bir geleceğe kavuşacaksa, bu yalnızca askerî düzenlemelerle değil, diplomasi, kalkınma, kapsayıcılık, hukuk, adalet ve ayrımcılığa izin vermeyen ilkelerle mümkün olacak. Bölgenin kendi güvenlik mimarisini kurması, devlet dışı silahlı aktörleri siyasal sürece entegre etmesi ve ekonomik işbirliklerini artırması gibi konular, uzun vadede sürdürülebilir barışın temel taşı olabilir.

Bu dönüşümün başarısı ise bölgesel liderlik kapasitesinin doğru kullanılmasıyla mümkündür. Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve bölgesel nüfuz stratejinden vaz geçmiş İran gibi bölgenin kilit aktörlerinin ortak hareket edebileceği esnek ama kurumsal bir çerçevenin oluşması hem güvenlik alanındaki kırılganlıkların azaltılması hem de ekonomik entegrasyonun hızlanması açısından belirleyici olacaktır. Bahsettiğimiz ülkeler farklı jeopolitik önceliklere sahip olsalar da, terörle mücadele, enerji güvenliği, ticaret koridorları, göç yönetimi ve sınır güvenliği gibi alanlarda örtüşen çıkarları giderek daha görünür hale geliyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemin en kritik meselesi, rekabeti tamamen ortadan kaldırmak değil, rekabeti yöneten, işbirliğini kurumsallaştıran ve bölgesel istikrarı önceleyen pragmatik bir koordinasyon mekanizması oluşturmak olacaktır.

Bugün Ortadoğu’nun karşı karşıya olduğu soru şudur: Eski düzenin çatışmaları mı sürdürülecek yoksa yeni bir güvenlik ve işbirliği mimarisi kurularak gelecek yeniden mi inşa edilecek? Bölgenin kendi güvenlik mimarisini kurması, devlet dışı silahlı aktörleri siyasal sürece entegre etmesi ve ekonomik işbirliklerini artırması gibi konular, uzun vadede sürdürülebilir barışın temel taşı olabilir. Dolayısıyla bu sorunun cevabı, bölgenin kaderini belirleyecek.

MAKALELER Haberleri

Gazze’de Ateşkes Yok
Her Şeyi Dış Güçler mi Belirliyor?
Zihinsel Bir Çöl Manzarası
“Şeyh Abdullah ‘Demokratik’ Oldu”
Adalet