İslam imanı

İslam’ın üç kıtaya yayılmasından sonra, özellikle Hz. Ömer döneminden itibaren içtihaden; evlilik ve kestikleri hayvan eti meselesi hariç olmak üzere, Sâbiîler, Mecusîler ve diğer inanç mensupları hukuken Ehl-i Kitap statüsüne dâhil edilmiştir.

(The Turkish Post) – ALİ BULAÇ

İslam imanı; tevhid, ahiret ve nübüvvet/vahiy esaslarına dayanır. Bunlar, İslam dininin ana umdeleri; İslam binasının ana sütunlarıdır. Meleklere ve melekler aracılığıyla peygamberlere (Nebi ve Resul –salât ve selâm hepsinin üzerine olsun–) indirilen kitaplara iman da yine bu üç umdeyle doğrudan ilgilidir.

Zira bu üç esasa iman eden kimse, meleklere ve kitaplara da zaruri olarak inanmış olur.

Seçilmiş elçilere indirilen kitaplar; insana yeryüzünde ilahi murada ve maksada göre nasıl hareket edeceğini bildiren bir anlam ve yol haritasıdır. Ahiret; bilinç ve sorumluluk sahibi her insanın dünya hayatında yapıp ettiklerinin hesabını vereceği ve buna göre bir konum kazanacağı ebedî hayatı ifade eder. Melekler ise mülk âleminde bilgisine ve mahiyetine tam olarak vakıf olamadığımız melekût âleminin varlıklarıdır.

Bir inancın “iman” seviyesine çıkabilmesi için, sahih bir dinin getirdiği bilgi ve haberlerle belirlenmesi ve desteklenmesi gerekir. Bu açıdan “iman” ile “inanç/itikad” kavramlarının birbirinden ayrılması zorunludur; zira iman ile inanç aynı şey değildir. Her insanın şu veya bu nitelikte bir inancı vardır. Buna ben “i‘tikad-ı mahlûk” derim ki, menşei **“ilah-ı mahlûk”**tur. Binaenaleyh her inanç/itikad iman değildir; sadece bir inançtır.

İslam imanı ile diğer inanç ve itikad biçimleri arasındaki fark, bu üç esasta ortaya çıkar. Kimi insanlar bir tanrının varlığını kabul eder ama ahirete inanmaz; kimileri ise nübüvveti ya da Allah’ın bir elçi aracılığıyla insana hitap ettiğini bildiren vahyi inkâr eder.

Tevhid, Allah’ı birlemektir. Tevhidin dışındaki tanrı tasavvurları “şirk” (Allah’a ortak koşmak) olarak adlandırılır. Bununla birlikte daha genel çerçevedeki asıl ayrım, iman ile küfür arasında ortaya çıkar. Ana literatürde iman ve İslam kavramları birlikte zikredilir. Ancak Müslüman olmak —ya da daha doğru bir ifadeyle kişinin kendisini “Müslüman” olarak beyan etmesi— onun “mümin” olduğunun garantisi değildir.

Bir kişi kendisini Müslüman olarak beyan ediyorsa, prensip olarak Müslümandır; Müslümanların hukuken ve örfen lehine ve aleyhine olan hükümler onun için de geçerlidir. Bununla birlikte Kur’an-ı Kerim, her kendini Müslüman olarak tanımlayan kimsenin gerçek anlamda imanın kalbinde kök saldığı bir “mümin Müslüman” olmayabileceğini; böyle kimselerin sadece “teslim olmuş (Müslüman)” olarak nitelendirileceğini belirtir (49/Hucurât, 14–15).

Kur’an, İslam ve Müslüman kavramlarını bir şemsiye terim olarak kullanırken; “küfür” kavramını da altında birden fazla din ve inanç biçimini barındıran bir şemsiye olarak ele alır. Küfür şemsiyesi altında müşrik, Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hıristiyan), Mecusî (ateşe tapan), Sâbiî, Dehrî, Mülhid ve benzeri inanç mensupları yer alır.

Kur’an-ı Kerim, “münafık” adı altında üçüncü bir kategoriden söz etse de, münafıklık İslam ve küfürden ayrı, müstakil bir din veya inanç biçimi değildir. Bu, tutarsız, hileci, hesapçı, desiseci, mütereddit, entrikacı ve iki yüzlü bir insan tipolojisini ifade eder. Bu tipolojideki kişi zahirde İslam şemsiyesi altında görünür; hakikatte ise küfür şemsiyesi altında yer alır. Ahiretteki yeri ve göreceği ceza itibarıyla da hepsinden daha aşağı, daha süflî bir konumdadır.

Kur’an anlatımında, Yahudi ve Hıristiyanlar her ne kadar küfür şemsiyesi altında anılsalar da, diğer inanç gruplarına göre daha farklı ve görece ayrıcalıklı bir konumda oldukları dikkat çeker. Ehl-i Kitap —Sâbiîler de dâhil olmak üzere— Allah’ın birliğine ve ahirete inanır, salih amellerde bulunurlarsa; Kur’an-ı Kerim bu kimselerin Allah katında ecirleri olduğunu, onların korkmayacaklarını ve üzülmeyeceklerini bildirir (2/Bakara, 62).

Nitekim yalnızca Yahudi ve Hıristiyanlara özgü olmak üzere, Müslümanlar onların kestikleri hayvanların etlerini yiyebilir ve iffetli kızlarıyla veya kadınlarıyla evlenebilirler. (Müslümanların gayrimüslimlerle evlilikleri konusunda daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Gayrimüslimlerle Evlilik, Fikir Dünyası, Bahar 2006, Sayı: 4, s. 36–53.)

İslam’ın üç kıtaya yayılmasından sonra, özellikle Hz. Ömer döneminden itibaren içtihaden; evlilik ve kestikleri hayvan eti meselesi hariç olmak üzere, Sâbiîler, Mecusîler ve diğer inanç mensupları hukuken Ehl-i Kitap statüsüne dâhil edilmiştir.

Yahudiler, Allah’ın birliğine inandıklarını beyan etmelerine rağmen; O’nun emirlerine uymamaları, peygamberlere eziyet etmeleri (61/Saff, 5), ilahi hükümleri bildiren ve emreden şeriat hükümlerini bile bile çiğnemeleri, insanları itaate çağıran peygamberleri öldürmeleri ya da öldürülmeleri için komplolar kurmaları sebebiyle eleştirilirler.

Hıristiyanların temel sapma noktası ise teslis (üçleme) inancıdır. Bu inanç, açık biçimde İsa’yı ve Rûhu’l-Kudüs’ü Allah’a ortak koşmak anlamına gelir. Başka eleştiriler bulunsa da asıl problem, Bir’in Üç’e çıkarılması ve “Tanrı’nın İsa’da bedenlenmesi” anlayışıdır.

Sâbiîler ve Mecusîlerle ilgili Kur’an’da ayrıntılı bilgi yer almaz. Ancak Sâbiîlerin gök cisimlerini kutsallaştırmaları, onlara uluhiyet atfetmeleri ve insan kaderi üzerinde etkili olduklarına inanmaları sebebiyle küfür şemsiyesi altında yer aldıkları açıktır. Mecusîlerin ise ateşe atfettikleri kutsallık ve evrenin yönetiminde iki ilah tasavvuruna dayanan inançları nedeniyle neden inkârcılar arasında sayıldıklarını anlamak güç değildir.

MAKALELER Haberleri

Türkiye’nin Yeni Güvenlik Mimarisi: Süreklilik, Kırılganlık ve Dönüşüm
Şeytan’ın hasleti: Kibir ve istikbâr
Ortadoğu’da Yeni Güvenlik Arayışı ve Bölgesel Dönüşüm
Gazze’de Ateşkes Yok
Her Şeyi Dış Güçler mi Belirliyor?