
Mirasla “sivil ölü kadın”ın diriltilmesi
Kadınların ve çocukların miras hakkını gözetmek yanında, diğer varislerin de hakkını gözetmek; mirastan tamamıyla veya kısmen mahrum ederek kimseye zulmetmemek lazımdır.
Miras hükümlerini düzenleyen ayetlerin inişi, kadın ve erkeklerin kadın algısı bakımından üzerinde durulmayı hak eden önemli bir konudur.
Hem kadının şahitliği hem de mirastan pay sahibi kılınması, kadını toplumsal hayat içinde özne konumuna yükseltmeyi amaçlıyordu. Çünkü Roma Hukuku’nda olduğu gibi İslam öncesi Cahiliye döneminde de kadın “sivil ölü” hükmündeydi. Ölünün ise bir olayda şahit/tanık olması ya da babasından veya kocasından miras payı alması düşünülemezdi.
“Anne ve baba ile akrabaların bıraktıklarından erkekler için bir pay vardır; anne ve baba ile akrabaların bıraktıklarından kadınlar için de bir pay vardır. Bunun azından da çoğundan da farz kılınmış bir pay vardır.” (Nisa 4/7)
Savaş, iç çatışma, husumet, hastalıklar ve sair sebeplerle ölen erkeklerin geride bıraktığı yetimler ve dul kalan kadınlar büyük sorun teşkil ederdi. Geçmişte olduğu gibi bugün de sorun olmaya devam etmektedir.
Demek ki mirasın yeniden taksime tabi tutulması belli bir topluma değil, evrensel bir soruna çözüm getirmeye matuf bir düzenlemedir. Kur’an-ı Kerim’in “yetim hakları çerçevesinde evlilikten sonra miras konusunu ele alması” sosyal hayatın tabiatına uygundur.
Bu açıdan bakıldığında Nisa Suresi’nin 7. ayeti, indiği tarihsel ortamda büyük bir devrim yapmaktadır:
a) Erkeklere miras kaldığı gibi kadınlara da miras kalmaktadır.
b) Az olsun çok olsun, geride kalan her mal ve servet miras konusudur.
c) Miras paylaşımı farz kılınmış bir haktır, varisler haklarından yoksun bırakılamaz.
Cahiliye döneminde kadınlar miras almazdı. Aksine, ölen kocalarının ardından geride kalan mallara katılır ve kendileri de miras nesnesi olarak devredilirlerdi.
Ensar’dan Ebu Kays ibn Eslep vefat edince, onun başka hanımından olan oğlu Kays, üvey annesini nikahlamak istedi. Ebu Kays’ın hanımı, “Ben seni oğlum gibi sayarım, sen kavminin salihlerinden birisin” diyerek reddetti ve Resulullah’a şikâyette bulundu.
Bunun üzerine, “Babalarınızın nikahladıkları kadınları nikahlamayın” ayeti (Nisa 4/22) indi.
Esasında geleneğe göre biri öldüğünde, geride kalan karısını ailenin veya yakın çevrenin en güçlü ve itibarlı kişisi nikahına alırdı (Süyuti, Esbab-ı Nüzul, s. 180-181).
İslam’ın getirdiği yeni düzenlemenin hemen ve tereddütsüz kabul edildiğini düşünmek yanlıştır. Ne erkekler ne de kadınlar, ayette kendilerine tayin edilen payı kolayca benimsemeye yanaştılar. Bazıları açıkça itiraz etti, bazıları ise ses çıkarmasa da pek içine sindiremedi.
Fakat Kur’an-ı Kerim hem bu hükmü getirdi hem de bunun yerine getirilmesi gereken “farz bir hüküm” olduğunu belirtti. Ancak yine de bazı insanlar eski teamülleri sürdürmekte ısrar ettiler.
Bu sefer de “hile-i şer’iyye” yolunu tuttular. Literatürde hile-i şer’iyye, kanuna karşı hile demektir. Bu yola başvuranların amacı, kadını Kur’an’ın tayin ettiği 1/3 paydan mahrum etmekti.
Nitekim Hz. Osman zamanında, öleceğini anlayan bir kocanın hanımını boşayarak onu mirastan mahrum bırakması adeti ortaya çıkınca, Hz. Osman bu tür boşanmaların kadının miras hakkını düşürmeyeceği içtihadında bulundu. Böylece kötü bir adetin yerleşmesinin önüne geçilmiş oldu.
Kadınların ve çocukların miras hakkını gözetmek yanında, diğer varislerin de hakkını gözetmek; mirastan tamamıyla veya kısmen mahrum ederek kimseye zulmetmemek lazımdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Mazlumun bedduasından sakının. Onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buhari, Zekât, 63; Müslim, İman, 29).
Kur’an’ın yaptığı bir diğer büyük değişiklik de, miras bölüşümü sırasında ölenin yakınları, yetimler ve yoksullar bulunduğunda onların da mirastan az da olsa yararlandırılmasıdır:
“(Mirası) Bölüşme sırasında yakınlar, yetimler ve yoksullar da hazır bulunursa, onlara da ondan verin ve onlara güzel söz söyleyin.” (Nisa 4/8)
Bu başlı başına bir yenilikti. Elbette bu, onların hak sahibi olmaları sebebiyle değil, bölüşüme tanık olmaları dolayısıyla bir tür “göz hakkı”nın gözetilmesiyle ilgili incelikli bir uygulamadır.
Az da olsa bir şey verildiğinde, uzak akrabalar, yetimler ve yoksullar sevindirilir, gönülleri alınır. Böylece birinin vefatı, sadece varislerin değil, bütün yakınların ve çevrenin kalbine bir inşirah ve sevinç yayılmasına vesile olur. Bunun da sosyal sermayenin güçlenmesi açısından değeri büyüktür.
İbn-i Sirin, Ubeyde’nin vasiyeti üzerine bir koç kestirip ayette bildirilen kişilere dağıtmış ve “Bu ayet olmasaydı bu koç benim olacaktı” demiştir.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.