
Militarizmin yükselişi ve Avrupa (1-2)
AB ve Japon ekonomileri bu farklılıklardan istifâde ederek büyük avantajlar elde ettiler. Hatırlayalım; kısa bir zaman zarfında makine/kimyâ ürünlerinde, otomobil ve otomativde ABD piyasalarında kesin bir Japon ve Alman hâkimiyeti doğdu.
Süleyman Seyfi Öğün - Yenişafak
Almanya’da yeni kurulan hükûmetin Başbakanı olan F. Merz ,sıkı bütçe dengelerini kollayan mevcût kanunların mânialarını da aşarak parlamentodan Almanya’nın silâhlanmasını temin edecek bir kaynağı çıkardı. Bu süreç, İngiltere, Fransa ile eşgüdümlü daha ihâtalı bir programın parçası. Yakın zamanlara kadar bir Avrupa Ordusu kurmak adına yapılan fikrî hazırlıkların en somut hâlini ifâde ediyor. Ama daha mühim ve düşündürücü olan husus, Almanya’nın bu işin kalbinde yer alması.
II.Umûmî Harp Japonya-İtalya ve Almanya’nın sıkı bir ittifâkına dayanıyordu. Her üç devlet katı militarist ideolojinin çeşitlemelerine sâhipti. İtalya’da, adına faşizm denilen militarizm çok kuvvetli bir tabana sâhip değildi. Belki de İtalyan milletinin Akdenizli tabiatı ,bu kaba ideolojiyi hazmetmiyor ve faşizm yukarıdan aşağıya doğru zerk edilirken tutunumsuz kalıyor; buharlaşıyordu. Buna mukâbil Almanya ve Japonya’da çok sağlam karşılık buluyordu. Bu da aslında yine bu iki milletin hâkim kültüründen kaynaklanıyordu. Hem Almanlar hem de Japonlar gecikmiş modernleşmelerini daha başından militarist temellere oturtmuştu. Norbert Elias, Barrington Jr.Moore gibi yazarların çalışmaları tam da bunu ortaya koyar.
Militarizm ,zırâî feodal değerlerle sınâî kapitalizmi eklemleyen bir işlev görüyordu. Buna kabaca ölümcül kesinlikte bir adanmışlık diyebiliriz. Kültürel kökleri itibârıyla Almanya’da kılıç soylusu Junkerler, Japonya’da ise Samurayların ödev ahlâkıyla irtibatlıydı. Bunu Kant’ın o mâhut ödev ahlâıyla karıştırmamak icâp eder. Kant,ödev ahlâkını; daha doğru bir ifâdeyle ödeve adanmışlığı en ilkesel düzeyde bireysel, özerk bir akıl ve vicdânın eseri olarak görüyordu. Burada ise akıl devreden çıkar, gözler kapanır ve ataların ruhlarıyla duygusal bağlar kurularak huşû için ölmeye ve öldürmeye gidilir. Hâsılı paganlıktan, atavizmden beslenen mistik bir ödev ahlâkıdır bu.
Militarizmi devreye sokan maddî gelişmeler ise doğrudan kapitalizmin krizleri ile alâkalıdır. Bu hususlarda çok yazdım. Kısaca hatırlatayım: Kapitalizm kitlesel emeği evvelâ tulum giydirerek her nevi sömürüye açık sıkı bir çalışma disiplini içinde emiyor ; krizler sistemik bir mâhiyet kazandığında ise militarizme müracaat ederek tulumu çıkartıyor ; bu defâ üniformaya sokuyor ve savaştırıyordu. Yıkmak ve yıkılanı yeniden ayağa kaldırmak kapitalizmin krizlerinden kurtulmak için müracaat ettiği en bilinen metod idi.
II.Umumî Harp akıl almaz bir tahribat doğurdu ve milyonlarca insan öldü. Neticede Almanya ve Japonya mağlup edildi. Dünyâda Angloamerikan merkezde yeni bir düzen kuruldu. Bu düzende Almanya ve Japonya ,militarizme en yatkın milletler olarak cezâlandırıldı. Cezâ; bu iki savaşçı devletin silâhsızlandırılması ve âdeta bir iş merkebine dönüştürülmesiydi. Savaşın yegâne otoritesi, dünyâyı onlardan kurtaran ABD olacaktı. Komünist kamp ise ABD’nin silâh kapasitesini zinde ve dinamik tutan bir tavşan koşucudan başkası değildi. Sovyetler ve onun peyki olan Doğu Avrupa’nın varlığı bir tehdit algısı doğuruyor; Batı Avrupa’nın ABD’nin güvenlik ağında kalmak için bir zarûret doğuruyordu. Avrupa, başta Almanya olmak üzere ABD için üretecek , ABD ise bastığı Dolarlarla onları kıt’asına çekecekti. Avrupa’daki demilitarizasyon ,bu üretilen artığı fazlaştırmak içindi.
Bir açıdan bakıldığında bu Avrupa için eşitsiz bir ilişkiydi. “Günahkâr” ve lânetlenmiş Almanya’nın buna itirâzı olamazdı. Fransa ABD-Avrupa arasındaki ilişkilere ses çıkaran yegâne devletti. De Gaulle Eurodolara isyan ediyordu. Ona 1968’de bedelini ödettiler. Başka bir açıdan bakıldığında ise , mevcut eşitsiz durum Avrupa için bir avantaj olarak da görülebilir. AB’nin kurulması bu iki zıt dinamiğin diyalektiğinde şekillendi. Bilhassa Vietnam Savaşından başlayarak görüldü ki, ABD dünyânın pis işleriyle , savaşlarla boğuşuyor ve uzak coğrafyalara her müdahalesinde biraz daha yıpranıyordu. Bununla da kalmıyor; askerî harcamaları her geçen gün büyüyor ,tahammül edilmez boyutlara varıyordu. Hâlbuki Avrupa bu yükten berî idi. Tekmil kaynaklarını üretime kaydırabiliyordu. Dahası, bunun hatırı sayılır bir kısmını demokratik kanalları kullanarak uluslarına aktarıyorlardı. 1980’lerde başlayan ve kamuculuğu dağıtan neoliberal dalga Kıt’a Avrupasını da ulaştı. Ama hayli kırılarak. Kıt’a Avrupası Anglosakson neoliberal dalgaya rağmen kamucu önceliklerini parlak devirlerindeki kadar olmasa da korudu. Bunun ismi Ren kapitalizmi veyâ Avrupa tarzı refahtı. ABD kirli dünyâ işlerinden debelenirken, Avrupa steril kalıyordu. Avrupa, Napolyonik ordu-millet mirâsın yok edildiği, mecbûrî askerlik hizmeti kaldırıldığı, bireylerin özgürleştiği, derin kültürel târihi ve entelektüel mirâsı ile barışçıl,medenî tercihler yapabildiği ABD’ye alternatif bir çekim merkezi olmak yolunda ilerliyordu. Şâhit olanlar, 1990’larda Türkiye’nin AB’ye girmesi için çırpınan entelektüel kampanyaların baskın söylemini hatırlayacaklardır. Bu söylem daha çok antiemperyalist bagajını terk eden Yeni Sol bir söylemdi. İçlerinde düşük dozda da olsa yine de bir ABD karşıtlığı vardı. AB’ne kapağı atmak onlar için kurtuluştu.
Târih hakikaten tuhaf bir seyir tâkip ediyor. Bir zamanlar avantaj olan şeyler daha sonra dezavantaj hâline gelebiliyor. II. Umûmî Harp sonrasında kurulan ABD merkezli Dünyâ Sisteminin başına gelenler de böyle.
ABD, dünyâ ticâretini Dolar üzerinden şekillendirdi. Doların rezerv para olması, ABD’nin askerî gücünün bir dayatmasıydı. Elbette kendisi de, bilhassa da 1950 ve 1960’larda devâsa bir üretim gücüydü. Ama bununla iktifâ etmiyor; birer üretim üssüne dönüştürdüğü Avrupa ve Japonya’da üretilen artığı da çekebiliyor ve tüketim cennetine dönüşüyordu. 1970’lere kadar bu böyle devâm etti.
Burada bir husûsa dikkat çekmek gerekiyor. Bilhassa bizim gibi kalkınma açlığı ve refah hasreti çeken yarı merkez memleketlerde çok kısır bir ilişkilendirme mevcuttur. Zannederiz ki refah, üretim hacmindeki büyümelerin hediyesidir. Yâni çileli bir üretim süreci toplumlara refah olarak döner. Bu, dönemsel olarak doğru sayılabilir. Ama sonrası husûsunda kimsenin fazlaca bir fikri yoktur. Mesele şudur: Târihsel tecrübeler gösteriyor ki çileli bir üretim sürecinden geçen ve refaha eren toplumların üretkenliğini kaybetmesi mukadder oluyor. Refah ve tüketim üretim azmini ve verimliliğini diyalektik olarak baltalıyor. ABD ‘de yaşanan tam da buydu. 20.Asır boyunca ABD -Japonya ve ABD-AB ticâret hacimleri %70’in altına düşmemiştir. Japonya ve AB üretmiş; ABD tüketmiştir. Ne Japonya’da ne de Almanya’daki tüketim standartları yükselmiş olsa da asla ABD’dekilere yaklaşmamıştır. Bunu biraz açalım.
Şimdi hayâlimizde ortalama bir Fransızı canlandıralım. Fransızlar müşkilpesentlikleriyle mâruftur. Yâni bir malı onlara beğendirmek son derecede zordu. Bireyselliklerine son derecede düşkündürler. O kadar ki bir Fransız kitle tüketiminin konusu olan herhangi bir malı tüketmekten hiç hoşlanmaz. Almanlara gelirsek, ortalama bir Almanın tüketim dünyâsı işlevsel gerekliliklerin hâricine çıkmaz. Onlar basit yaşayarak daha çok üretmenin derdindedir. Bunu Orta ve Kuzey Avrupa’ya da teşmil etmek mümkündür. Amerikan orta sınıfları daha büyük evlerin ve arabaların hayâlini kurarken , Avrupalı orta sınıflar standart evlerinden ve bisikletlerinden vazgeçmemişler ve kendi aralarında Amerikalıları görgüsüzlükle ,kabalıkla, ölçüsüzlükle eleştirmişlerdir. Hâsılı Avrupa orta sınıfları hâlâ püritan burjuva değerlerine bağlıydılar. Japonlar da öyleydi. Onlar da, bilhassa dinlerinden gelen telkinlerle kültürel olarak sâde yaşamayı erdemlileştiriyorlardı.
AB ve Japon ekonomileri bu farklılıklardan istifâde ederek büyük avantajlar elde ettiler. Hatırlayalım; kısa bir zaman zarfında makine/kimyâ ürünlerinde, otomobil ve otomativde ABD piyasalarında kesin bir Japon ve Alman hâkimiyeti doğdu. Japonya ve 1980-1990 arasında sivrilen Pasifik Kaplanları bu işi Almanlardan bir adım daha ileri götürerek elektronik mühendisliklerinin ürünü olan mallarla ABD piyasalarını ele geçirdi.
Bu arada çok başka bir dinamik devreye girdi. Çin’in, son çeyrek asırdaki yükselişi hem ABD’yi hem de AB’yi vurdu. Emek yoğunluklu sektörlerden başlayarak sermâye ve nihâyet teknoloji yoğunluklu sektörler hızla Çin’e kaymaya başladı. ABD üretim açıklarını kontrol dışı finansal şişmelerle kapatmak istedi. Basılan paralar üretime dönmedi. Daha çok verimsiz ve kırılgan hizmetler sektöründe yoğunlaştı. Dahası ABD ödenemeyecek borçlara sürüklendi.
Ekonomik üstünlüklerini Çin’e kaptıran hem ABD hem de AB için müşterek çıkış yolu eski bir formülü, ekonominin askerîleştirilmesini devreye sokmaktı. Bunu için düşman bulmak gerekiyordu. Elbette bu Çin’di. Ne var ki doğrudan onun karşısına çıkmaktan çekindiler. Çin’in Asya açılımlarını boğmak adına Avrasya’yı ve bilhassa Rusya’yı gözlerine kestirdiler. Ukrayna-Rusya savaşını çıkardılar. Burada merkezde yer alan güç Brexit üzerinden AB ile arasına mesâfe koymuş olan İngiltere’ydi. İngiltere’nin hesâbı ABD’nin askerî üstünlüğünü kullanarak, elini fazlaca kirletnmeden bu işin perde arkasında yer almaktı. Kalitesi düşük Avrupalı siyâset elitini bu mâceraya ikna ettiler. En hevesli olanlar ise bir zamanlar Sovyet kontrolünde olan ve hatırı sayılır Rusya düşmanlığının hüküm sürdüğü Doğu Avrupa devletleriydi. Şimdi burada durmak gerekiyor.
AB,1990’lardaki Altın Günlerinin şımarıklığı ile çözülen Doğu Avrupa’ya doğru genişledi. Almanya’nın gizli ve bastırılmış ihtirasları bunun öncülüğünü yaptı. Aslında bu büyük bir hatâ idi. Katı Sovyet terbiyesi almış Doğu Avrupa kültürlerinin idealize ettikleri Avrupa değerlerinden ne kadar uzak olduğunu görmediler. Belki de gördüler; ama bunu dönüştüreceklerini zannettiler. Ama hesapları tutmadı. Steril Avrupa aklı Balkanlaşmada bir batağa battı. Dahası, bugün Avrupa aklı neredeyse tamâmen, Rusya takıntısından muzdarip, kan dâvâsı yüklü Doğu ve Baltık Avrupası’nın hassasiyetlerinin hâkim olduğu tuhaf, tutulmuş bir akıl olduğunu söyleyebiliriz. O kadar ki, bu anafor Finlandiya ve İsveç gibi en steril Avrupa’yı da güdümleyebilmiştir.
Beklemedikleri gelişme, ABD’nin her defâsında çuvallamayla biten askerî mâcerâlarından yılmış, askerî harcamaları ABD için ihânet-i vataniyye olarak gören Trump’ın ABD’de iktidâra gelmesi oldu. Rusya-Ukrayna savaşından hızla çekilen ABD, İngiltere ve Avrupa’yı boşlukta bırakıyor. Avrupa pürtelâş ekonomisini militarize etmenin derdine düştü. Niyetleri on sene içinde bunu başarıp Rusya’ya karşı topyekûn bir savaşa girmek. Teknolojik olarak bunu belki de başarabilirler. Ama refah toplumundan ordu devşirmenin ne kadar imkânsız olduğunu görmüyorlar. Gâliba niyetleri Avrupa’daki yabancıları satın alıp savaştırmak. Toplama suyla değirmen döndürmek gibi bir şey bu. Diğer taraftan Rusya’yı dize getirebileceklerini zannediyorlar. Bu savaşı kazanamayacaklarının farkında bile değiller. Putin’in sıkıştığı yerde düğmeye basmaktan çekinmeyeceğini düşünmekten âcizler.
Hâsılı artık çok köhnemiş bir Avrupa var. Bir gelecekleri olduğunu zannetmiyorum. Militarizm onların en son ve en nâfile umudu. Onunla başladılar; onunla bitirecekler görünüyor.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.