Kanıtların Farklılığı
“Tanrı’nın varlığı” konusunda felsefenin yöntemini pek inandırıcı bulmayan kelamcılar “hudus” delili”, “imkân delili”, “düzen delili” veya “fıtrat delili”ni öne çıkarmışlardır. Hudus (veya ihtira) adı verilen delile göre, evrenin kendi kendine varolması, varlığını sürdürmesi düşünülemez. Akıl, evrenin bir yaratıcıya (Halık) ve yöneticiye (Müdebbir) ihtiyacı olduğunu zorunlu kılar. Kısaca ifade etmek gerekirse mevcud Vücud’u gerektirir.
Evreni oluşturan cisimlerin tamamının bir özü, bir de öze arız olan arazları var. Öz ve araz birbirinden ayrı olamazlar. İkisi de süreksizdir. Arazların varlıklarını sürdürmeleri arız oldukları cevhere bağlıdır, varlıkların ancak cevherleri sayesinde duyurabilirler; renk, hareket vs. şu var ki her üçü de sorunludur. Sonlu (fani) olan zorunlu olarak bir yaratıcının varlığını gerektirir. Kelamcıların bu argümanı modern bilimsel verilerin gösterdiği üzere cisimlerin iç enerjilerini ve yapıları itibariyle hızla veya tedricen yok olduklarını söylediği şeyle örtüşmektedir. Bazı yıldızlar onbinlerce sene önce yok oldukları halde ışıklarını henüz bizim gezegene gelebilmektedir, güneş dahil eninde sonunda iç enerjisi-kuvveti tükenmeyecek bir cisim tasavvur edilemez. Bu durumda sonlu olan, ezeli/kadîm olamaz hükmünü doğrulamış olur.
İmkân delili vacib olanın başkasına muhtaç olmadığı tezine dayanır, vacib mutlak olarak müstağnidir. Akıl da teyid eder ki, varlığı başkasına muhtaç olan vacib değil, mümkündür. Şu halde bütün varlıklar mümkündür, varlıklarını başkasına muhtaçtır. Tümünün muhtaç olduğu varlık, başkasına muhtaç olmayan Vacibu’l Vücuddur. Akıl şu hükmü de teyid eder. Her yaratılanın bir yaratıcısı, her mümkün varlığın bir illeti, sebebi vardır.
Farabi ve İbn Sina’nın referans aldığı imkan delili Meşşaî olmakla beraber İbn Rüşt tarafından çok da müteber görülmez. O, Kur’an delili grubundan “düzen delili”ni daha ikna edici bulur. Ona göre varlık aleminde oldukça hassas, ince bir düzen var. Bu düzenin bilinçten yoksun maddeyle oluşması düşünülemez. Büyük ölçüde gözlem, deney ve çok yönlü tefekküre dayanan düzen delilinde hakiki özne Tanrı’dır; O bu düzeni koymuş, sürdürmektedir: “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: “Ol” demesidir; o da hemen oluverir (oluyor).” (36/Yasin, 82.)
Kadim filozoflardan Kleanthos, evrendeki düzene dikkat etmiş; tabiatta var olan nimetleri; geleceğe ilişkin kehanetler; tabiatta vuku bulan afet ve olağanüstü olayların insan ruhunda yarattığı korku; gök cisimlerinin hareketlerinde gözlenen düzen ve harikulade güzellikleri Tanrı’nın varlığına kanıt olarak göstermişti. Evrendeki düzen tesadüfî olamaz; Meşhur misaldır, bir daktilonun tuşlarına bilinçsizce basan bir maymun İbn Sina’nın “Şifa”sını veya Celaleddin Rumî’nin “Mesnevi”sini yazamaz, bu iki kitabı yazabilmesi milyarda bir dahi ihtimal dahilinde değildir.
Stoacılardan Balbus, evrendeki düzenin birbirine çarpan atomlardan meydana geldiğini öne süren birinin, herhangi bir maddeden yapılmış 21 harfin sayısız örneklerinin bir kap içine konulup çalkalanmasından ve böylece karıştırılmasından Enassus’un Tarihi’nin meydana gelebileceğine inanması gerekir, demişti. Bu saçma ötesi bir inanç olur.
Krizippos, eğer tabiatta insan zihninin, insan aklı ve kudretinin meydana getiremeyeceği bir şey varsa, bu şeyi meydana getiren/getirebilen bir varlığın zorunlu olarak insandan üstün olması gerektiğini söyler. Tabiatta insan tarafından yaratılmış olması mümkün olmayan şaşırtıcı bir düzene sahip gök cisimleri ve olaylar vardır. Bunları meydana getiren insandan üstün bir varlığın olması zorunludur. Bu varlığa verilebilecek en uygun, en doğru, en güzel isim Tanrı’dır.
Fıtrat delilinin esası insanın ruhsal yapısında Tanrı inancının doğuştan varlığına dayanır. İnsan gayri ihtiyari de olsa yüce bir varlığa inanır; özellikle tehlike veya kriz zamanlarında insan refleksif olarak Tanrı’ya sığınır; yerinde söylendiği üzere “düşen uçakta ateist kalmaz.” Bununla bağlantılı, tarihsel olgu da Tanrı’nın varlığına önemli bir kanıttır. Tarih boyunca, bütün kadim kültür ve dinlerde şu veya bu tasavvurda bir Tanrı inancı var. Tek tanrı, iki tanrı, üç veya daha çok tanrılı inanç biçimlerinin ortak noktası bir “Tanrı inancı”nın varlığıdır. Kur’an-ı Kerim, esasında dinin tarih boyunca doğrulanan fıtrat deliline işaret eder (30/30).
Tasavvufçular yukarıdaki delillerin tamamıma sırt çevirir. Onlar, Allah’ı bilmenin O’nu “tanıma” yani marifet yoluyla mümkün olduğunu söylerler. Marifet de keşf yoluyla mümkündür. Bu delil seçkin kimseler (havass) için söz konusudur, herkes için geçerli olamaz. Ancak iç tecrübenin bazen yanlış sonuçlar verdiği, kişiden kişiye değişiklik gösterebileceği, sübjektifliğinin kanıt olamayacağı ileri sürülerek eleştiri konusu olmuştur.
İlk Meşşaî filozof unvanını alan el Kindî, varlıkta birden fazla tanrı olsaydı, herbirinin yaratıcılık vasfı dışında kendilerine özgü birleşik vasıflarının olması gerekir fikrindedir. Her birleşik varlık kendisini meydana getiren unsurlarını terkib eden bir başka varlığa muhtaçtır ki; O varlığın birleşik olmaması gerekir. Başka bir ifadeyle, şu veya bu unsurlardan oluşan bir yapı, kendisi yapılandırılmamış bir yapıcıya muhtaçtır. Nereden bakarsak bakalım, tek bir Tanrı düşüncesine dönüyoruz. Çünkü Tanrı, kendisi kendi dışında ve bir başkasına muhtaç olmayan tek varlıktır.
Kendisi bir başkasına muhtaç olmayan Tanrı Farabi’ye göre zatında ve sıfatlarında benzersizdir, O’na benzer düşünülemez; aksi olsaydı biricik-benzersiz olmazdı, o zaman Tanrı da olmazdı. Ve bu, aklın da açıkça teyid edeceği üzere O’nun ekmel (en mükemmel-en yetkin) oluşuna ters düşerdi.
Kindi’nin öne çıkardığı kanıt kelamcıların hudus delilini çağrıştırır. Bu konuyu kelam zemininde ele alan Ebu Hanife’nin bir dehri (materyalist) ile tartışırken şöyle sorduğu nakledilir:
“- Biri dese ki ağzına kadar yük dolu bir gemi gördüm, gemiyi sevk ve idare eden ne bir kaptan ne tayfaları vardı. Yine de azgın dalgaları yara yara yoluna kazasız belasız devam ediyordu. Sence bu akla uygun mu?” Dehri;
“- Hayır, bu akla uygun değil” deyince, Ebu Hanife şöyle demiş:
“- Fesubhanallah! Akıl, bir geminin kaptansız-tayfasız yoluna devam edebileceğini mümkün görmüyorken, şu koskoca kainâtın değişik durumları ve çeşitli işleri, genişliği, dağları, ovaları ve denizleriyle bir yaratıcı olmadan ve ustasız kendi kendine meydana geldiğini ve ayakta durduğunu nasıl mümkün görür?”
İbn Sina (1037), Anselmus (1109) ve daha sonraları Descartes’in (1650) öne süreceği kanıt, bugün de geçerliliğini korumaya devam etmektedir.
1) Bir “tanrı kavramı”na sahipsek, bu Tanrı’nın varlığına ilişkin en önemli kanıttır. İnsanın fıtrî zihninde var olan bu kavram, ilk insandan bugüne zihindeki varlığını koruyor. İbn Sina en yetkin varlık diyordu. Ama sözkonusu yetkinlik
a) Kemal derecesinde bilgide
b) Kemal derecesinde iradede
c) Kemal derecesinde kudrette yetkinliktir.
Biliyorsam, bilmem gerektiğini ve daha çok bilebileceğim şeyler olduğunu biliyorum. Bu teselsül (zincirleme) sonsuza kadar süreceğine göre kemal noktasında durman lazım ki, bu nokta El Alim olan Varlıktır. İrade ve kudreti de buna kıyasla Descartes, Tanrı kavramını matematik ve geometrinin kavramları kadar açık ve seçik buluyor, varlığın bir yetkinlik (kemal) sıfatının bulunduğunu, Tanrı’nın da en yetkin sıfatının bu olduğunu söylüyor. Tanrı en yüce kemal sahibi varlıktır (Ekmel). Varlık ise kemaldir. Bu durumda Tanrı zorunlu olarak vardır. Zatı varlığını içeren yegane varlıktır. O’nun var olmaması çelişik olur, zihinde yokluğunu tasavvur edemez. Ben düşündüğüm için değil, var olduğu için ben O’nu düşünüyorum.
2) Bir kavramın zihinde varolması yetmez. Anka kuşu veya dev de zihinde var. Ama Anka kuşu ve devin tabiatta karşılıkları yok. Tanrı’nın varlığını kavram olarak kabul edip Zatı’nı reddedenler, Zat’ın reelde karşılığını bulamıyorlar. Oysa ki Kelime-i şehadet, Tanrı’nın varlığının etki ve tecellilerinin temaşa edilmesidir; Tanrı, varlık aleminde isimleri, sıfatları ve fiilleriyle bize varlığını anlatmaktadır. Kozmik düzen ve tabiat O’nun varlığının kanıtları, işaretleridir. Şu var ki bu perspektife sahip olmayanlar tabiatta ayet görmezler. Ama şöyle düşünmeliler, Tabiatta her şey birbiri diğerine faik (güçlü, yetki, güzel, üstün (mufazzal) ise, hepsinden üstün El Faik varlık gerekir! Demek ki, Marifetullaha marifetulhalk olmadıkça varılamaz.
Ben bunu düşünüyorsam, O varlığını zihnime yerleştirdiği içindir. Şu var ki bazı açık-seçik (bedihi) gerçeklikler herkese açık değildir. Aklımız sınırsız olsaydı Tanrı’yı dahi açık-seçik görürdük. Rü’yetin ahirette olup olmayacağı kelamcılar arasında tartışma konusudur.
İbn Sina, Tanrı’nın varlığı ilahiyatın (metafizik) konusu olamayacağını söyler. Çünkü bir ilmin konusu olabilmesi için herkesçe kabul edilmesi gerekir. Tanrı’nın varlığı bütün insanlar tarafından kabul edilmiş değildir. Tanrı’nın varlığı ilahiyatın konusu değil, maksadı olabilir ancak. İlahiyatın konusu kimsenin inkâr edemeyeceği “varlık” olabilir, kimsenin inkâr edemeyeceği gerçek varlıktır. (Kitabu’ş Şifa, s. 12.) İbn Sina’nın söz konusu tezi şu açılardan kritik edilebilir:
a) Tanrı’nın varlığı bir ilmin konusu olamaz. Bu, varlığın Zat itibariyle bilinemeyeceği dolayısıyladır. Bilgiye konu olan her şey bir nesnedir.
b) Tanrı’nın varlığı herkesçe kabul edilmediği doğrudur, ama kabul etmeyenler
aa) Marjinaldir, çoğunluk kabul ediyor.
bb) Bir insan grubunun bir şeyin varlığını kabul etmemeleri, o şeyin varlığını ortadan kaldırmaz ve ilme konu olmaktan çıkarmaz. Bir zamanlar mikrobun varlığı kabul edilmiyordu, bugün bir gerçektir.
c) Kaldı ki Tanrı’nın varlığını inkâr edenler var olanı inkâr etmektedirler. “Tanrı yoktur” önermesi, varlığı olan Tanrı’nın “yok sayılması”dır; eğer hakikatte yok olsaydı, zaten olmayan bir şeyin zikredilip de yok sayılmasına hacet kalmazdı.
d) Metafiziğe ilm-i ilahi diyen Sadettin Konevi’ye göre İlm-i ilahinin konusu Hakk’ın varlığı olmalıdır. Yani maksadı değil, konusu olmalı.
Sorun ateizme karşı Tanrı’nın varlığını kanıtlamak değil, mutlak tenzihle sıfatları inkar edip Tanrı’yı salt varlık ilkesine dönüştüren deizmin Tanrı anlayışına karşı mücadele etmektir.
Doğru olanı mutlak tenzih ile mutlak teşbih arası yoldur.
İbn Arabi; varlık birdir, o da Hakttır; Vücud birdir ve Hakk’ın vücududur.
İbn Arabi’nin üvey oğlu Sadeddin Konevi, kendisinde hiçbir ihtilaf bulunmayan varlık Hak’tır, der.
Molla Fenari’ye göre “Vücud Hak’tır” önermesi Tanrı’nın latif ve gayrı mürekkeb oluşunun zorunlu sonucudur, der.
Bu çerçevede Sufiler’in Tanrı’nın varlığını kanıtlama gibi bir külfetin altına girmek istemediklerinden veya doktrinleri icabı gereksiz gördüklerinden, varlığı Hak kabul etmekle yetinirler.