1. YAZARLAR

  2. Ümit Aktaş

  3. İlk Müslümanlar
Ümit Aktaş

Ümit Aktaş

İlk Müslümanlar

A+A-

Pek tartışıldı mı bilmiyorum bu kitap ama İslam tarihinin oldukça kritik bir döneminin, Hıristiyan kültürüyle karşılaşmalar ve yüzleşmelerin kalıcı etkileri üzerinde ilginç tespitler ve çözümlemeler içermekte.[1] Bu dönemde yaşanan tarihsel değişim süreci içerisinde ve bu sürece koşut bir biçimde, temel kavramlara ve anlayışlara dair genellikle de olumsuz olan, tarihi ve toplumun yolunu olumsuzluğa doğru kırarak bize de buna dair artık içinden çıkamadığımız tortular bırakan bir sürece dair çözümlemeler. Öyle ki elan yaşadığımız Müslümanlık büyük ölçüde bu dönemde biçimlenen kültürel kalıplara dayanmakta. Şimdi de Batı ile farklı bir karşılaşma dönemi içerisindeyiz ve Müslümanlığımız yine bir değişim ve dönüşüm süreci içerisinde.

Aslında beklenilen tam da tersidir; beklenir ki yeni karşılaşmalar olumlu ivmelere yol açsın ve değişim bu ivmenin etkisiyle olumlu bir yönde gerçekleşsin. Ama öyle olmuyor çünkü krizlerle, imtihanlarla karşılaşılıyor ve bu da toplumları savunmacı ve korunmacı tepkilere zorluyor. Bu savunmacı tutum bir de otokrasilerin eline düşünce, kısa sürede belli bir muhkemlik sağlansa da, uzun süreçte özgürleşmeci ve yenileşmeci eğilimler büsbütün yenilgiye uğruyor.

Kitapta, daha bu aşamaya girilmeden önceki olumluya doğru gidişata dair örneklerden de bahsedilmekte. Öyle ki Müslümanların Kisra ve Kayser’in işgal ettiği alanları fethi bile, bu bölgedeki halk kadar din adamları tarafından da sevinçle karşılanıyor. Çünkü süregiden bir tahakkümden kurtuluyorlar ve yeni fatihler tarafından da tüm hakları güvenceleniyor. Sözgelimi Hz. Ömer’in ortak yaşama dair gayrimüslimlere verdiği güvenceler gibi. Bazı rivayetler Ömer’in bu konudaki sertliğinden bahsetse de Ömer, Kudüs’e ilk gidişinde, Kıyamet Kilisesini ziyaretinde namaz kılmak istediğinde, Kilise içerisinde gösterilen yerde kılmaz namazını; daha sonraki Müslümanlar tarafından burasının Müslümanların bir ibadet yeri haline getirilmesi endişesiyle kaçınır bundan ve dışarıda ibadet eder. Ve yine o, muhtaç durumdaki gayrimüslimlere de hazineden yardım etmektedir. Bu kategoriye giren fakirler (fukara) Müslümanlar iken, gayrimüslimler ise mesakin (miskinler)’dir ve her iki kategori de beytülmal’den destek görür. Bu dönemde gayrimüslimlere karşı olumsuz anlamda ayrımcı bir uygulamada bulunulmadığı gibi dinî cemaatler kendi kiliselerini ve havralarını onarmakta ve yeni ibadethaneler de yapabilmekteydiler (s. 71, 72).

Daha da ilginci Ömer, bazı olumsuz gelişmeleri dikkate alarak, zımmi statüsünü aşağılayıcı bulan gayrimüslimlerin vergilerini, Müslümanlardan alındığı gibi yani zekât olarak alınmasını da kabullenmiştir. Ve hatta bunun için vergi ödemek yerine orduda görev yapanlar da olmuştur (s. 227, 229).

Cihad kavramı, Medine Sözleşmesinde birlikte hareket edenler anlamında kullanılmıştır ki bu, şehrin savunmasındaki bir birlikteliği de kast etmiş olabilir ve temelde ise bir toplumsal fesadın önüne geçmek üzere ortaya konulan toplu mücadele kast edilmektedir (s. 242, 243). Ne var ki günümüzdeki anlama halinden yola çıkan birçok kişi, bu kavramı, birlikte savaşanlar olarak çevirerek, olağan hayatın savaş olarak algılandığı bir istinailiğin anlamını genel anlama dönüştürür; yani cihadın her açıdan faallik ve etkinliği kast eden anlamı giderek daraltılarak kavram doğrudan savaşa indirgenir.

Daha sonraki dönemlerde ise cihad, Hicazlı âlimler (sözgelimi Cüreyc, s. 156) tarafından ancak savunma amaçlı olduğunda farz olarak telakki edilmiş; Suriyeliler ise (Evzai) saldırıyı da aynı kategoride görmüşlerdir. Bununla özellikle de Emevilerin ve Abbasilerin yayılmacı siyasetlerine destek amacı güdüldüğü bellidir. Öyle ki bu, giderek bir kutsal savaş anlamına doğru da evrilecektir. İmam Hanefi bu konuda daha ılımlı bir tutum izlerken, Şafii ile birlikte daha sert bir cihad ve gayrimüslimlere karşı aşağılayıcı bir muamele fıkhı ortaya çıkacaktır. Hatta darül İslam / darül harp kavramları bile bu dönemden itibaren tedavüle girecektir.  Hatta siyer kitapları bile doğrudan cihad kavramını içeren ve öne çıkaran bir gazavat edebiyatına dönüşecektir. Şehitlik kavramı da bu süreçte, Hıristiyan kültüründen etkilenmeyle, Kur’an’daki şahit kavramından türetilecektir (s. 161).

Benzeri bir anlam kayması da kadınların toplumsal etkinliklerinin kısıtlandığı bir sürece dairdir ki başlangıçta imamlıktan ilmi faaliyetlere, savaşlara katılmaktan mescitlere devama dair oldukça görünür olan kadınlar, belki de Yahudi ve Hıristiyan toplumlarıyla yaşanan karşılaşmalar sonucu, giderek görünürlükten uzaklaştıkları bir sürecin etkisi altına girerler ( s. 239, 240). Bu durumun kadınları giderek her açıdan etkisizleştirmesi sonucu, İslam dünyasındaki gelişmeler kadınların kamusal alandan eksiltildiği ve buna koşut bir biçimde kültürel etkinliklerden de uzaklaştıkları bir sürece işaret eder. Yani toplumun neredeyse yarısının etkisizleştirildiği bir yoksullaşma ve yoksunlaşmaya.

Bunlarla koşut bir biçimde gerçekleşen başka bir süreç ise yöneticinin kutsandığı ve müminlerin emiri (emîrü’l-mü’minîn) teriminin Allah’ın halifesi haline evrilmesine dair süreçtir. Kisra ve Kayser’e özene dayanan bir gelişmeyle, Kur’an’daki halife kavramı yerinden sökülerek başka bir yere, siyasal liderliğe yapıştırılır ve bu, siyasal liderin hesaba çekilebilir olduğu bir süreçten, kafası koparılamadığı takdirde asla sorgulanamadığı bir sürece doğru evrilmeye işaret eder. Bu değişim aynı zamanda Kur’an’daki ulul emr kavramının da, belki buna erdemliliğin de eklenebileceği bir dine ve akla dair eleştirel kavrayışa sahip olanlar’dan, siyasi ve askeri yöneticiliğe (komutanlığa) doğru bir anlam kaymasıdır. Bu tür bir anlam kaymasıyla berkitilense, liderlere kayıtsız şartsız bir itaattir. Dolayısıyla da bu anlam artık aranızda yetkin olanlardan, üzerinizde otorite olanlara doğru da bir evrilmeye (otoriterliğe) işaret edecektir (s. 165, 166).

Başlangıç döneminde Müslüman topluluktan bahsedilirken kullanılan terim ümmet kavramıdır ve bunun İslam toplumunda yaşayan farklılıkları da kapsadığını Medine Sözleşmesinden beri bilmekteyiz. Çünkü Medine’de yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlar kadar müşrikler de sözleşmenin kapsamı içerisindedirler ve sözleşme hükümlerine riayet ettikleri sürece ümmetin bir parçasıdırlar. Ama süreç içerisinde bu kavram tüm toplumun kast edildiği bu geniş anlamdan Müslümanlara özgüleştiği bir anlam daralmasına uğrayacaktır.

Devlet kelimesi ise ilk defa Abbasiler tarafından kullanılmıştır: Devlet-i Abbasiye. Başlangıçta bu anlamda kullanılmış bir İslam devleti ya da İslam hükûmeti gibi bir kavramın kullanılması söz konusu değildir. Bu konudaki diğer bir sapma ise Emevilerin ilk yöneticisi olan Muaviye’nin, seleflerince kullanılmakta olan müminlerin emiri terimi yerine kendisine Allah’ın halifeliği’ni yakıştırmasıdır. Bu tip bir tabirin Müslümanlar kadar Araplarda da olmadığı, Kisra ve Kayser’e bir öykünme olduğu ise oldukça açıktır (s. 231, 232).

Bütün bunların, coğrafi genişlemeye karşı kültürel daralmalar olduğu ve giderek bu yöndeki bir tortulaşmayı da kalıcılaştırdığı ortadadır. Buna yol açan ise düz anlamdaki bir özgüven olmaktan öte, kibre ve otokrasiye doğru bir sapma ve aslında başlangıçtaki o sahici özgüvenin yerine gelişen güce dayalı bir hâkimiyet endişesinin ve hükümranlık kibrinin olduğu açıktır. Genişlemeci bir süreçte çok da önemsenmeyen bu eğilim, giderek toplumla yönetim arasında bir kopmaya ve toplumun baskılanmasına yol açacak ve giderek taşınılamaz bir yüke ve katılaşmaya dönüşecektir. Dolayısıyla da günümüzde bile dünyadaki otokrasilerin çoğu Müslüman dünyada bulunmaktadır.

Bu ise ümmetin olağanlığından bir sapma olarak, insanlığın kurtuluşunu amaçlayan bir din anlayışının yerine kutsallaştırılmış ve giderek baskıcılaşan bir devlet anlayışının konulması anlamına gelmektedir. Öyle ki bu katı tarihsel tortuyla baş edemeyen Müslüman dünya, bu ağırlığın altından çıkarak aklı başında bir yenileşmeyi ve kendine özgüleşmeyi de gerçekleştiremediğinden, günümüzde geldiği noktada, taklitçi bir yetinmenin beceriksizliğiyle boğuşadurmaktadır.

[1] Asma Afsaruddin, İlk Müslümanlar, Tarih ve Bellek, tutikitap.

Önceki ve Sonraki Yazılar