
Hüseyin’in hikayesi (1)
Eğer bugün, 1345 sene önceki hadisenin doğru kaynaklarına inilecek olsa, neden İslam aleminin bu zillet durumunda olduğunu anlamak daha kolay olacak.
Peygamber torunu Hüseyin’in hikayesi bitmez, Arapların dediği gibi “Hikayütü’n la- tentehi (Bitmez, sonu gelmez hikaye).”
Doğrudur, bu hikaye h.61/m. 680’de Kerbala denen yerde vuku bulmuş da sona ermiş değildir, mesele kapanmamıştır, derin bir yaradır ve bu yara aradan geçen 1345 yıla rağmen kabuk bağlamamıştır.
Her seferinde ve her sene hatırlanıyorsa, Hüseyin ve yanındakiler için matem tutuluyorsa, bunun çok yönlü sebepleri vardır.
Eğer bugün, 1345 sene önceki hadisenin doğru kaynaklarına inilecek olsa, neden İslam aleminin bu zillet durumunda olduğunu anlamak daha kolay olacak.
Bu açıdan ben de bu hikayeyi kaç kez anlattım, yazdım. Muharrem ayında –gündemde önemli olaylar ve konular olmasına rağmen- Hüseyin’in hikayesini yazmaktan başka şeyler yazmak içimden gelmedi, bir kere daha anlatma lüzumunu hissettim. Muharrem ayında bu hikayeyi anlatmaya devam edeceğim.
Muaviye, Hz. Ali’ye başkaldırıp da inisiyatifi tamamen ele geçirdikten sonra, bir sorunla karşı karşıya bulunuyordu: İlga ettiği hilafetin yerine ikame ettiği saltanatı nasıl Beni Ümeyye hanedanının mülkü haline getirecekti?
Etrafında “duhatu’l Arab (Arap dahileri)” adı verilen “hayli zeki” danışmanları vardı. (BKz. Mücahit Yüksel, Duhatu’l Arab (Arap dahileri) ve Hz. Ali’ye karşı tutumları, İstem Yıl:14, Sayı:28, 2016, s. 349 – 368) Bunlardan biri olan Muğire bin Şu’be, ona hilafetin sürekli Beni Ümeyye’nin elinde kalması için oğlu Yezid’i veliaht ilan edip ona herkesten biat almasını tavsiye etmişti, Muaviye de öyle yaptı.
Babasının ölümünden sonra Yezid baskıyla biat istemeye kalkışınca Hz. Hüseyin ayaklandı. Çünkü Hz. Hasan’la Muaviye’nin yaptığı anlaşmaya göre Muaviye’den sonra hilafet bir görüşe göre müslümanlara/halka, bir görüşe göre Hz. Hasan’a veya Hz. Hüseyin’e geçecekti, Muaviye anlaşmaya bağlı kalmadı.
Bazı tarihçiler buna itirazi şerh koyarlar: İbn Hacer el-Heytemî bu maddeyi, “Muâviye kendisinden sonra yerine kimseyi tayin etmeyecek, bu iş ondan sonra müslümanların şûrası ile tesbit edilecektir” şeklinde verirse de (eṣ-Ṣavâʿiḳu’l-muḥriḳa, s. 136) anlaşmada böyle bir maddenin bulunması olayların gelişmesine pek uygun düşmemektedir; çünkü Muâviye, oğlu Yezîd’e biat aldığı zaman Hz. Hasan’la yapılmış anlaşma uyarınca hilâfete aday gösteremeyeceği yolunda kendisine karşı herhangi bir itirazın ileri sürüldüğü sabit değildir.” (Ethem Ruhi Fığlalı, DİA, Hasan Maddesi.)
Bu değerlendirme kritiğe muhtaçtır. Anlaşma metnine Muaviye, kendisinden sonra oğlu Yezid’i aday göstermeyeceğine ilişkin madde koymamışsa dahi, bu, onun oğlu Yezid’i veliaht ilan etmesinin meşru gerekçesi değildir. Kaldı ki, Hz. Hüseyin’in itirazı doğrudan bunadır.
Hz. Hasan’ın Muaviye ile imzalayıp Hz. Hüseyin’in onayladığı anlaşma, şunu gösteriyor ki, Hz. Peygamber (s.a.), kendisinden sonra kimseyi imamete vasiyet etmediği gibi, şu veya bu şahıs için de herhangi bir imada bulunmamış, hilafetin Kureyşlilere ait olduğu yolunda bir bir söz (hadis) de söylememiştir. Nitekim ilk halife seçildiğinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber’in kendisini imamlığa geçirmesi suretiyle devlet başkanlığı için imada bulunduğunu öne sürmemişti; sonraki zamanlarda ortaya çıkan sert tartışma ve polemikler sırasında da Hz. Ali de, Hz. Peygamber’in kendisini imamete vasiyet ettiğine ilişkin herhangi bir iddiada bulunmamıştı.
Müslümanların tarihte kendi içtihatlarıyla geliştirdikleri hilafet, icab ve kabul esasına göre halkın veya meşru/tabii halk temsilcilerinin (El hal ve’l akd) adaylardan birine biat vermesiyle gerçekleşir; bu da özünde batılı manada olmasa da –ki değildir- en azından şekil açısından “cumhuri” ve “demokratik” bir modele işaret eder. Yani yönetim belli bir hanedanın mülkü değildir, yöneticiler halkın/ümmetin özgür seçimleriyle belirlenir.
Bu çerçeveden bakıldığında tabii ki Hz. Ali ve evladının yönetime talep olmalarının bir anlamı ve meşru bir temeli vardı ki, siyaset sahnesinde yer alan bütün aktörlerle mukayese edildiklerinde, Hz. Ali ve iki evladı hepsinden daha ehil ve liyakat sahibiydiler. Ayrıca eğer inisiyatif Ali ve evlatlarının elinde olsaydı ne hilafet saltanata dönüşür, ne geleneksel mevalilik bir tür Arap kavim üstünlüğüne dayanan bir teamüle kalb olunurdu.
Bir görüşe göre belki Hz. Hüseyin Yezid’e biat etmeyip Medine’de kalmakla yetinecekti, onu kıyama sevk eden faktörlerden biri Kufelilerin ona üst üste mektuplar gönderip Yezid’i devirmeye teşvik etmeleri, Kufe’ye davet etmeleriydi.
Sonunda Hz. Hüseyin Kufe’ye gitmek üzere yola çıktı, yolda ünlü şair Ferazdak’a rastladı. Ferazdak ona geri dönmesini öğütleyip şunları söyledi: “-Onların kalpleri seninle ama kılıçları sana karşı olacaktır!” Azibu’l Hicanet denen yere geldiğinde de Hz. Hüseyin karşılaştığı dört atlıya Kufelileri sordu. Ona “Kufelilere bol miktarda rüşvet dağıtıldığını, ona destek vermeyeceklerini” söylediler. Hz. Hüseyin, bir kere azmettiği için “Allah’ın dediği olur” deyip yola devam etti. Yol boyunca onu Hür bin Yezid’in komutasında bin kişilik bir ordu takip ediyordu.
Derken bir süre sonra Kerbela denen mevkide Sasani imparatorluğuna son veren Kadısiyye savaşının kahramanı büyük sahabe Sa’d bin Ebi Vakkas’ın oğlu Ömer bin Vakkas, 4 bin kişilik ordusuyla çıkageldi. Hz. Hüseyin’in yanında bir bölümü çoluk çocuk 71 kişi (32 atlı, 40’ı yaya) vardı, şüphesiz bunların iyi donanımlı koca bir orduya mukavemet etmeleri beklenemezdi. Hz. Hüseyin durumun ciddiyetini anlamıştı, Ömer’e üç seçenek sundu:
a) İzin verin, Medine’ye geri döneyim;
b) Yezid’le konuşarak ihtilafı çözelim;
c) Sınır bölgelerinden birine gideyim.
Anlaşılan Hüseyin, meselenin usulet ve suhuletle hall-u fasl olmasını istiyordu, çünkü kendisi dışında 71 masum kişi vardı, onlara zarar gelmesini istemiyordu. Ama teklifi kabul görmedi.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.