Hakim sınıfın iki zümresi
Siyasi/bürokratik ve geçmişte olduğu gibi, modern çağda da özellikle dev iletişim teknolojisini ve araçlarını, örgün ve yaygın eğitim kurumlarını, sanat ve spor alanlarını kontrol eden iktidar seçkinlerinin bütün bir toplumu, kısaca dünyayı her gün biraz daha güçten düşürerek, zaaflarını arttırıp kolayca kumanda ederek yönlendirdikleri görülmektedir. Dünya nüfusunun yüzde 3’ü belirleyici düşünce ve projeler üretmekte, yüzde 17’si yönetmekte, yüzde 80’i ise yüzde 20’nin güdümünde amele olarak çalışmaktadır. Bu anlamda ekonomik refah ve zenginlik seviyesi itibariyle gelişmiş veya sanayileşmiş ülke insanlarının kahir ekseriyetinin entelektüel ve ruhsal anlamda müstaz’af oldukları öne sürülüyorsa, geçen iki yazıda yaptığımız tanıma uygun düşmektedir.
Müstaz’af kitlelerin uyarılmaya (inzar), zihinlerinin adeta şoke edilmeye ihtiyaçları var. Uyarılmadıkları sürece yaşadıkları hayat tarzının mümkün olan tek hayat tarzı olduğunu zannedeceklerinden farklı bir hayat tarzı arayışına girmeleri mümkün olmaz. Farklı bir dünya arayışında olanları ya hayalci veya maceracı olarak göreceklerdir. Oysa reel dünyaya kendini kaptıranların unuttuğu gerçek şu ki, yerküresi ölçeğinde beşeri hayatı determine etmekte olan küçük bir azınlık, bütün bunları kendi mücrim ve müfsit ideal politiğine göre planlamakta ve yürütmektedir.
İslam bakış açısından farz olan tebliğ (hikmetle ve güzellikle anlatım), tenzir (uyarma) ve tebşire (müjdeleme) dayanır. Yerinde ve doğru tebliğe muhatap olanlardan seçim yapmaları beklenir. Çoğunlukla sıhhatli seçim olmuyor. Kitleler uzun süreçler boyunca alıştıkları düşünce ve davranışlar onların zihnî ve ruhî hayatlarında uyuşturucu izler bırakmış, zaafın bağımlısı olmuşlardır. Zaafları öylesine gelişmiş ki artık onlar, kendilerine iktidar seçkinlerinin (mele’ ve mütreften oluşan müstekbirler) empoze ettikleri hayat tarzı bağımsızlıklarına son vermiş, haz, zevk, güç tutkusu, arzular vb. şeyler onları adeta esir almıştır. Bütün bunların zihin üzerinde kurdukları blokajın yıkılması ancak İbrahim Aleyhisselamın yaptığı gibi putkırıcılıkla mümkün olur (21/Enbiya, 58-67).
Putkırıcılık da her zaman zihinlerin özgürleşmesine yetmiyor. İşte böyleleri Kur’ân-ı Kerîm’e göre en az müstekbirler yani kendilerini saptıranlar kadar ağır sorumluluk altındadırlar. Sebe’ suresi (34/31-33) bu zaaflarının kurbanı olanların, nasıl kendilerini zaafa düşürenlerle birlikte karşılaşacakları trajik sonu tasvir etmektedir.
Yine de Kur’ân-ı Kerîm, asıl büyük sorumluluk ve suçu müstekbir sınıflarda görür ve kitleleri hegemonyası altına alanlara karşı müstaz’af sınıfları uyarmaya, kendilerine bir çeki düzen vermeye, zihnî, ruhî ve ahlakî anlamda direnmeye ve dirilmeye davet eder. Tarihsel örnekler biliyoruz ki kitleler, sahip oldukları potansiyel güçleri harekete geçirmedikçe, müstekbirler baskı ve sömürülerine devam edecek, teolojiyi kullanarak bunun da tarihsel bir kader olduğunu telkin edeceklerdir. Gerçekte ise baskı altına alınanlar güçten düşürülmüş, zayıflaştırılmışlardır; bu geniş anlamda psikolojik, ahlakî ve kültürel araçlarla gerçekleşmiştir. Eğer onlar kendi potansiyel güçlerinin farkına varıp zaaflarını yenebilseler, günün birinde zorbaların baskı yönetimlerine direnmeyi göze alacaklardır. Kur’ân-ı Kerîm’e göre Allah, zaten bu müstaz’af kitleleri önder kılmayı murat etmektedir. (28/Kasas: 4, 5; 7/A’raf:137).
Terimin bu iki kullanımı aynı zamanda dinî ve toplumsal iki önemli olguyu ifade eder. Bir kullanımı yerinde ve olumlu, diğer kullanımı haksız ve olumsuz anlamlar taşır. İnsana ve varlık dünyasında yer alan varlıklara göre büyüklük (Kibriya) sadece Allah’a özgüdür. Çünkü O yaratıcı, düzen koyucu ve hayat vericidir. Bütün kudret O’nun elindedir. O olmasaydı, hiçbir şey varolamazdı. O’nun dışında kalan herşey sınırlı, sonlu, aciz ve güçsüzdür. Evreni yaratan, insanı varlık âlemine çıkaran, ona hayat, suret, biçim veren, rızıklandıran, öldüren, dirilten ve ondan hesap sorup eylem (amel)lerine göre karşılık verecek olan, sadece şanı yüce Allah’tır. Bütün bu kozmik ve varoluşsal gerçekler Allah’ın büyüklüğüne tanıklık eder.
Gerçek yaratıcı ve mülk sahibi Allah’la mukayese edildiğinde, milyarlarca gezegenden bir gezegende yaşayan ve hayatı türlü ihtiyaç ve araçlarla çevrili olan insan, hakikî büyüklüğün kendisine ait olduğunu öne sürüp büyüklenecek olsa, bu açık bir mantıksızlık ve haksızlık olur. Ancak insanın, bu mantıksızlık ve haksızlığı yüce bir sıfat şeklinde kendine nisbet ettiği de gerçektir. Şu hâlde negatif anlamda istikbar sözkonusu insanî durumda ortaya çıkar. Bazan insan yaratılışını, ontolojik hakikatini, yaratılış maksat ve hikmetini gözardı edip Allah’a karşı büyüklüğe kapılır, yersizce gururlanıp iradesine başkaldırır. (36/Yasin, 77 ve 7/A’raf, 36)
Kuşkusuz bu, yaratılışın başında yanılgıya düşüp ilk büyüklenme hatasına düşen İblis’in kötü geleneğidir.
(2/Bakara, 34) İşte yüce Allah, bu saçma ve haksız tutumdan dolayı insanı yerer, onun bu tavır ve eyleminin kendi yıkımını hazırladığını haber verir. Geçmişte büyüklendiği için birçok kavim, kendilerini doğruya, hidayete ve Allah’ın iradesine tâbi olmaya çağıran peygamberleri yalanlamış, onlara karşı koymuş, böylelikle azaba uğramaya müstahak olmuşlardır.
Ontolojik ve tarihsel meyanda yaşanan bu olayın, toplumsal hayatta izdüşümleri var. Kur’ân-ı Kerîm, toplumların sosyolojik realitelerini tasvir ederken iki sınıfın birbirlerine göre karşılıklı ve fakat çelişkili konumlarından söz ediyorsa, bu konunun soyut veya tabiat ötesiyle ilgili olmadığını, aksine tarihsel ve toplumsal bir olgu olduğunu hatırlatmak ve bu çerçevede dikkati üzerine çekmek içindir.
Karl Marx, güç ve güçsüzlüğü ekonomi politik eşitsizlikte görmüştü, bunun tarihsel hakikati varsa da, çelişki bundan ibaret değildir. Köle-efendi, serf-senyör, işçi-burjuva sınıflarından biri güçsüz veya güçten düşürülmüş müstaz’aflar, diğeri de müstekbirlerdir. Ne var ki, sömürü, tahakküm ve zorbalığı meslek edinenlerin ruhen ve zihnen malul oldukları ahlaki düşkünlük de müstaz’aflıktır. Bir şemsiye kavram olan Müstaz’afların genel ifadesi olan köleyi, serfi ve emekçiyi hâkimiyetleri altına alan müstekbirler, Allah’a ve O’nun gönderdiği peygamberlere karşı büyüklenip isyana ederler, diğer yandan zayıf, güçsüz ve çaresiz kitlelere, yığınlara karşı aynı büyüklenme tutumunu sürdürürler. İşte bu ahlaki düşkünlüktür ve her türden ahlaki düşkünlük kibir ve güç tutkusu şeklinde ortaya çıksa bile, hakikatte zayıflıktır. Ruhu ve zihni zayıf olanın bedence veya servetçe zengin olması onu hakikat nazarında güçlü kılmaz.
Müstekbirler sınıfını oluşturan iki kategorik zümreden birinin önde gelenler anlamında olan mele’ diğeri refah ve servet erbabı mütref zümreler olduğuna işaret etmiştik. İlki siyasî, dinî ve idarî kategoriyi, ikincisi de ekonomik kategoriyi ve bu kategoriler içinde temerküz etmiş güçleri ifade eder ki, adaletsiz ve eşitsiz sistemin ana unsurları bu iki zümredir. Önde gelenler askerî, bürokratik ve politik çevrelerdir. Bir ülkenin mutlak hükümdarı mele’ olabildiği gibi, ona yönetimde yardımcı olan askerî ve idarî çevreler de mele’ zümresine girer. Tarihte mele’ dediğimiz önde gelen sınıfların, çoğunlukla büyüklenip Allah’ın iradesine karşı çıktıklarını ve peygamberleri çeşitli işkencelere uğrattıklarını gözlüyoruz. Allah’a ve peygambere karşı çıkmak, zannedildiğinin aksine soyut bir red değil, sosyo politik, ekonomik ve maddi hayatın kimin lehine veya aleyhine düzenleneceği konusuyla yakından ilgilidir. Bundan dolayı mele’ ile istikbar arasında yakın bir ilişki kurulmuştur. (7/A’raf, 75, 88.)
Hakim zümreler peygamberlere karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçe, peygamberlerin çevrelerine halktan, sıradan insanları, köle ve yoksulları toplamış olmaları ve bu sınıfları yönetime ortak etmek istemeleridir. Mele’ olanlara göre, bu insanların siyasal katılımda bulunmaya hakları yoktur, çünkü bunlar aşağılık, sıradan, görüş beyan etmekten yoksun ve “ayak takımı (erzel)” sürülerdir. (10/Hud, 27) Bu sürüler, ancak seçkin çevrelere hizmet etmek, onlara boyun eğmekle yükümlüdürler.
Mele’ terimi, San’a Kraliçesi Belkıs örneğinde görüldüğü üzere görüşlerine başvurulan “danışma meclisi üyeleri” anlamında da kullanılır. (38/Neml, 38) Bu kullanım, terimi sömürü ve zorbalığa hizmete yarayan istikbar olayından istişareye işaret eder. Ancak genel olgu mele’ ile istikbar arasında varolan kuvvetli bağdır.
Müstekbirler sınıfının diğer bir kategorisi de ekonomik gücü elinde bulunduran mütref zümreler bir ülkenin malî, ticarî ve ekonomik hayatını kontrol eder, bu konumları onlara büyük bir refah, servet ve güç katar. Âdil olmayan bir bölüşüm sisteminin emek sömürüsüne dayalı yapısı, böyle zümreleri besleyip ortaya çıkaran en büyük etkendir.
Bir kere servet ve refahı ellerine geçirdiler mi, artık bu zümrelerin büyüklük göstermeleri, Allah’ın hükümlerine, yoksulları ve emek sahiplerini koruyan adil bölüşüm sistemine karşı koymaları kaçınılmazdır. Bundan dolayı tarih boyunca yoksullardan, güçsüz ve köle sınıflarından yana olan Peygamberlere karşı ilk başkaldıranların bu sınıflardan olması şaşırtıcı değildir. (17/İsra, 16 ve 34/ Sebe, 34)
Kur’ân’a göre mütref ve mele’, karşılıklı ilişki ve işbirliği içinde müstekbirler sınıfını meydana getirerek yoksul, güçsüz ve köle sınıfları olan müstaz’aflara karşı tek bir blokta birleşirler. Bu derin toplumsal çelişki, ezilenleri özgürleştirmek isteyen her peygamberin gelişinde istisnasız bütün dehşetiyle ortaya çıkmış, çatışmalara yol açmıştır. Söz konusu çatışma tarihin en belirgin sosyolojik realitesini ifade eder. Burada Marx’ın göremediği olgu, din tebliğcisi peygamberlerin söz konusu tarihsel ve sınıfsal mücadelede ön safta yer almış olmalarıdır.


