
Faşizmin Maskesini Düşürmek
Said’in uyanış pedagojisi, eğitimde kültürün rolünü değerlendirmek için eleştirel bir bakış açısı sunar.
Eğitim Baskısı Çağında Edward Said’in Uyanış Pedagojisi
İç Cephede Savaş — Devlet Terörünün Açık Gösterimi
Dünya genelinde, eğitimin demokratik bir kurum olarak özüne yönelik derin bir kriz yaşıyoruz. Amerika Birleşik Devletleri’nde yükseköğretime yönelik saldırılar, yalnızca akademik özgürlüğü, muhalefeti ve insan haklarını değil, aynı zamanda demokrasinin temel direklerini de ortadan kaldırmayı hedefleyen otoriter güçlerin yürüttüğü daha geniş kapsamlı bir savaşın parçasıdır. Üniversiteler artık entelektüel özgürlük ve eleştirel düşüncenin alanları olarak değil, ideolojik kontrol uğruna savaş verilen çatışma sahaları olarak görülüyor. Kampüs protestoları polis şiddetiyle bastırılıyor; öğrenciler siyasi görüşleri nedeniyle kaçırılıyor ve egemen anlayışa karşı çıkmaya cesaret edenler okuldan atılma, sansür ve suçlu ilan edilme riskiyle karşı karşıya kalıyor. Trump yönetimi bu baskı kampanyasını yalnızca akademik özgürlüğü hedef alarak değil, özellikle Filistin’in özgürlüğünü savunan hareketler söz konusu olduğunda muhalefeti suç sayan politikaları teşvik ederek daha da körükledi. Sivil özgürlüklerin aşındırılması, Gazze ile dayanışma içinde protesto eden uluslararası öğrencilere kadar uzanıyor; bu öğrenciler sınır dışı edilme tehdidiyle karşı karşıya bırakılıyor. Verilmek istenen ürpertici mesaj şudur: Yükseköğretim artık özgür düşüncenin sığınağı değildir; otoriterliğin hüküm sürdüğü bir baskı alanına dönüşmüştür.
Devlet terörü, ülke içinde, eleştirel düşünme gibi “tehlikeli” bir pratikle uğraşanları ve gücü sorgulama gibi cesur bir eylemi gerçekleştirmeye cüret edenleri hedef alıyor. Bu, “öteki” olarak görülen herkese—göçmenlere, siyahlara, trans bireylere, esmerlere, kampüs protestocularına ve Stephen Miller’ın dar, ırkçı vizyonuna boyun eğmeyi reddeden herkese—korku salan şiddet yüklü bir aygıttır. Beyaz Saray genel sekreter yardımcısı olan Miller, beyaz milliyetçi görüşleriyle tanınır ve Trump yönetiminin politikalarının şekillenmesinde merkezi bir figür hâline gelmiştir. Madison Square Garden’daki bir Trump mitinginde şu sözleri cesurca dile getirmiştir: “Amerika Amerikalılarındır ve yalnızca Amerikalıların olacaktır.” Bu söylem, Nazi Almanyası’nın “Almanya yalnızca Almanlarındır” sloganının bir yankısıdır. The Guardian’dan Robert Tait’in aktardığına göre, Cumhuriyetçi Parti’nin eski iletişim direktörü Tara Setmayer, Miller’ın yükselişinin doğrudan bir tehdit oluşturduğunu çünkü artık federal hükümetin gücünü faşist dünya görüşünü dayatmak için kullanabildiğini belirtiyor.
Şu anda kadınların öncülüğünde kurulan Seneca Project adlı siyasi eylem komitesine liderlik eden Setmayer, Miller’ın bu vizyonunun Trump yönetimi altında temel bir siyasi strateji hâline geldiğini ifade ediyor. “Bu görüş artık Donald Trump’ın başkanlığının ana politikası ve hedefi hâline dönüştü,” diyor. Göçmenlik konusundaki demagoji, Trump’ın siyasi yükselişinin her zaman merkezinde yer aldı. Miller’ın Amerika’yı daha beyaz ve daha az çeşitli hâle getirme hedefi artık başkanlık makamının denetlenmeyen gücüyle desteklenirken, Setmayer bu birleşimin yalnızca tehlikeli olmadığını, aynı zamanda Amerikan değerleri ve hukukun üstünlüğü açısından ciddi bir tehdit oluşturduğunu vurguluyor.
Trump’ın yönetimi altında devlet terörü yalnızca iç sınırlarla sınırlı değil: Sınır tanımayan pervasız saldırganlıkla birlikte uluslararası arenaya da taşınıyor. Trump yönetimi, sadece ABD içinde değil, aynı zamanda açıkça uluslararası hukuku ihlal ederek yurtdışında da savaş yürütüyor. İran’a yönelik provoke edilmemiş saldırganlığı, Gazze’deki soykırım niteliğindeki kampanyasında İsrail’e verdiği sarsılmaz destek ve çocuklara yönelik akıl almaz savaşa verdiği onay, rejimin küresel normlara ve insan haklarına yönelik mutlak kayıtsızlığını gözler önüne seriyor. Orta Doğu’nun ötesinde ise Trump rejimi, tehditler, gümrük vergileri ve çıplak güç gösterileriyle kendi iradesini dayatmaya çalışıyor. Göçmenliğe yönelik acımasız baskılar, Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Birimi’nin (I.C.E.) Gestapo benzeri bir güce dönüştürülmesi ve ülkeye kimin kabul edilip edilmeyeceğinin giderek daraltılması, onun otoriter dürtülerinin daha derin bir düzeyde açığa çıktığını gösteriyor. Bu vizyonda uluslararası toplum, Trump’ın jeopolitik egemenlik arayışında yalnızca bir piyon olarak görülüyor.
Trump’ın müttefiklere ve uluslararası işbirliğine yönelik küçümsemesi, Panama’nın vurulması, Kanada’nın ilhakı ve Grönland’ın ele geçirilmesi çağrılarıyla ürkütücü bir seviyeye ulaştı. Bu çılgın ve emperyalist fikirler, Amerika’nın gücünün küresel sahnede hâkim olması gerektiğine dair kökleşmiş bir inancı yansıtıyor; diplomasiye ya da diğer ulusların egemenliğine en küçük bir saygı duyulmaksızın. Trump’ın dünya görüşünde, küresel ilişkiler fetih ve tahakküm mantığıyla tanımlanıyor: Devlet terörünün şiddeti, Amerika’nın nüfuzunu ve kontrolünü genişletme adına meşrulaştırılıyor. Bu rejim sınır tanımıyor: Korku ve şiddet aygıtını hem ülke içinde hem de dünya çapında genişleterek insanlığa, adalete ve uluslararası hukukun en temel ilkelerine karşı kesintisiz bir saldırı yürütüyor.
Neoliberalizmin Belası
Demokrasiye yönelik, hem yurt içinde hem de küresel ölçekte süren saldırılar, yalıtılmış olaylar değildir: Bunlar, Amerikan toplumunda faşizmin yükselişini hazırlayan gangster kapitalizmin attığı temellerin bir parçasıdır. Bu sürecin merkezinde, üniversitenin kamusal bir değer olmaktan çıkarılarak özelleştirilmiş bir kuruma dönüştürülmesi yer alıyor. Artık öğrenciler insan sermayesi olarak görülmekte, dersler tüketici talebine göre belirlenmekte ve yakın zamanda müfredatlar, antisemitizmden arındırıldığı iddiasıyla, sözde vatansever eğitim kılıfı altında beyazlatılarak aşırı sağcı propaganda ile doldurulmaktadır. Neoliberalizmin piyasa güdümlü mantığı altında, üniversiteler entelektüel özerklik yerine ekonomik çıktıları önceleyen alanlara dönüşmüş; eleştirel düşünce ve demokratik katılım metalaştırılmıştır. Bu dönüşüm, üniversitenin mevcut duruma meydan okuma rolünü zayıflatmış, onun yerine eleştirel öğrenme, diyalog ve bilinçli yargı kültürünü geliştirmektense teknik eğitim veren bir sistem getirilmiştir.
Neoliberal politikalar özelleştirmeyi teşvik ederken, erişimi kısıtlayıp kurumları şirket çıkarlarına hizmet etmeye zorladıkça üniversite artık kamusal bir güven kurumu olarak görülmemektedir. Üniversite, statükoya karşı çıkmak yerine onu sürdürmeye koşullanmış yurttaşlar yetiştiren ideolojik bir aşılamanın aracına dönüşmüştür. Bu dönüşüm, kısmen, 1960’larda zirveye ulaşan üniversitenin demokratikleşme sürecine doğrudan bir yanıttır. O dönemde entelektüeller, kampüs protestocuları ve dışlanmış topluluklar, eğitimin misyonunu genişletmeye çalışmışlardı. Yükseköğretimin eleştirel düşüncenin ve demokratikleşmenin mekânı olarak rolüne yönelik saldırı, son kırk yılda aşırı sağın yükselişiyle daha da yoğunlaşmıştır. Bu saldırının kapsamlı etkileri, yalnızca entelektüelleri değil, azınlık öğrencileri ve nitelikli bir demokrasinin temeli olan eleştirel kültürleri de hedef almaktadır.
Güney Afrikalı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi JM Coetzee’nin farklı bir bağlamda ifade ettiği gibi, gerici risk fonu milyarderleri “kendilerini ulusal ekonomilerin yöneticileri olarak yeniden kurgulamakta” ve “üniversiteleri, gençleri modern ekonominin gerektirdiği becerilerle donatacak eğitim okulları hâline getirmek istemektedir.” Coetzee’nin sözleri günümüzde daha da anlamlıdır. Çünkü yükseköğretime yönelik bu saldırı yalnızca ideolojik değildir; giderek devletin militarist aygıtına bağımlı hâle gelen yapısıyla birlikte, üniversitenin eleştirel işlevini ortadan kaldırmayı hedefleyen daha geniş çaplı bir girişimi yansıtmaktadır. Kamusal yarara hizmet etmek yerine üniversite, giderek özel bir yatırım alanı ya da bir devlet baskı aracı olarak çerçevelenmektedir. Yönetim yapısı ise Walmart gibi şirketlerin sömürüye dayalı iş gücü politikaları ile faşizmin yönetim ilkelerinin birleşimini yansıtmaktadır. Bu endişe doğrultusunda Coetzee, eğitimi; entelektüel kavrayış, yurttaşlık sorumluluğu, toplumsal adalet ve eleştirel düşünceyi geliştirmeye adanmış bir kurum olarak savunmaya çağırmaktadır.
Amerikan tarihinin bu kritik anında sormamız gereken sorular, üniversitenin piyasa çıkarlarına ya da Trump rejiminin otoriter ideolojilerine nasıl hizmet edebileceğiyle ilgili değil; üniversitenin demokratik bir kamusal alan olarak rolünü nasıl yeniden kazanabileceğiyle ilgilidir. Artan şiddet, savaş, anti-entelektüalizm, otoriterlik ve çevresel çöküş ortamında, gençlerin çıkarlarını koruyacak şekilde üniversiteyi nasıl yeniden tanımlayabiliriz? Zygmunt Bauman ve Leonidas Donskis’in isabetle belirttiği gibi: “Gençler, bayağılıktan, pragmatiklikten ve araçsallaştırılmaktan uzak bir üniversitenin neye benzediğini asla deneyimleme fırsatı bulamayacaklarsa, bir sonraki kuşak entelektüelleri ve siyasetçileri nasıl yetiştireceğiz?” Bu anlayışla, özellikle yükseköğretim olmak üzere eğitimin kendisini hedef alan daha büyük ekonomik, toplumsal ve kültürel güçlerin tehditlerini görmemiz gerekir. Zira eğitimi, eleştiri, demokrasi ve adalet için bir alan olarak savunmak hiç bu kadar acil olmamıştı. Dahası, üniversiteyi kamusal bir değer olarak savunmak, ancak yükseköğretim mücadelesinin daha geniş bir sosyalist demokrasi mücadelesinden ayrılamayacağını kabul eden çeşitli grupların ittifakıyla mümkündür. Yükseköğretime yöneltilen saldırılar aynı zamanda ulusun kendisine, bilinçli yurttaşlık kültürüne ve bireysel iradeye ve onun demokrasiye karşı temel sorumluluklarına da yönelmiş tehditlerdir.
Öte yandan, neoliberalizm refah ve sosyal hareketlilik vaatlerini yerine getiremediği için derin bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya kaldıkça, giderek faşist söylemlere başvurmaktadır. Bu söylem, siyah toplulukları, göçmenleri ve muhalif öğrencileri gün geçtikçe derinleşen krizlerin günah keçisi hâline getirerek Amerika’nın sorunlarının kaynağı olarak göstermektedir. Bu yolla neoliberalizm, hem suçu başkalarına atmakta hem de otoriter önlemleri meşrulaştıran bir anlatıyı güçlendirmektedir; bu da zaten bastırılmış olanları daha da marjinalleştirmektedir. Bu retorik yayıldıkça, eleştirel katılımı teşvik etmesi gereken kurumlar—üniversiteler gibi—daha da yozlaşmakta, mevcut düzene meydan okuma işlevleri ortadan kalkarak yerini iktidar yapılarının yeniden üretilmesine bırakmaktadır.
Edward Said’in Uyanış Pedagojisi – İmkânsızı Hayal Etmek
İşte tam da bu baskı ortamında Edward Said’in çalışmaları yeniden önem kazanmakta ve otoriterliğe karşı direnmek ile yükseköğretimi bir direniş mekânı olarak yeniden sahiplenmek için kritik bir pedagojik çerçeve sunmaktadır. Neoliberal ajandanın ve aşırı sağ siyasetçilerin teşvik ettiği yozlaşmış eğitim anlayışına karşılık, Said’in savunduğu ve benim “uyanış pedagojisi” olarak adlandırdığım yaklaşım, entelektüellerin her daim tetikte olması gerektiğini, iktidarın gerçekliklerine uyanık kalmalarını, çeşitli toplumsal hareketlerle birlikte çalışarak baskı sistemlerine karşı aktif direnç göstermelerini vurgular. Said’in pedagojisi, eğitimin sadece ekonomik üretkenlik ya da ideolojik uyum sağlama aracı değil, toplumsal dönüşüm için bir araç olarak kullanılmasını şart koşar. Ayrıca, kültürel üreticilerle her türden katılımcı entelektüelin, kamuoyuna farklı mecralarda ve farklı düzlemlerde, çeşitli meseleleri birbirine bağlayacak nitelikte, titiz, erişilebilir ve kapsayıcı bir dilde seslenmeleri gerektiğini savunmuştur.
Said’in uyanış pedagojisini tanımlarken, onun anı kitabı Out of Place’ta (Yersiz Yurtsuz) yer alan derin kişisel bir pasaj aklıma geliyor. Bu bölümde Said, annesinin New York’taki bir hastanede geçirdiği son ayları anlatır. Kanserin yıkıcı etkileriyle mücadele eden annesi ona şöyle der: “Uyumama yardım et, Edward.” Bu dokunaklı an, Said’in uyku ve bilinç üzerine düşüncelerine bir kapı aralar; bu da onun entelektüel katılım felsefesine daha geniş bir bağlam kazandırır. Said’in düşünsel meditasyonu, varoluşsalla başkaldırı arasına; kişisel acıyla toplumsal bağlılık arasına; “katı bir benlik”in cazibesiyle çelişkili, sorgulayıcı, huzursuz ve zaman zaman tedirgin bir kimlik duygusu arasına yerleşir. Onun bu etkileyici ve içli yorumunun güzelliği ve derinliği, uzun uzun alıntılanmayı hak etmektedir:
“‘Uyumama yardım et, Edward,’ demişti bana bir keresinde; sesindeki acıklı titremeyi hâlâ duyabiliyorum yazarken bile. Ama hastalık beynine yayılınca… son altı haftasını sürekli uyuyarak geçirdi—benim uykusuzluğum belki de ondan bana kalan son mirastır; onun uyku arzusuna karşılık gelen bir şey. Benim için uyku, olabildiğince çabuk geçiştirilmesi gereken bir şeydir. Yatağa ancak çok geç gidebiliyorum ama gerçekten de gün ağarmadan kalkıyorum. Onun gibi ben de uzun uykunun sırrına sahip değilim; ama ondan farklı olarak, artık onu istemez hâle geldim. Uyku benim için ölümdür; tıpkı farkındalığın herhangi bir şekilde azalması gibi… Uykusuzluk benim için neredeyse her bedeli ödemeye değecek kadar kıymetli bir hâl; gece kaybedilen yarı-bilinçli gölgeli hâli üzerinden atıp, sabahın erken saatlerinde yeniden hayata karışmak, birkaç saat önce tamamen yitirmiş olabileceğim bir şeyle yeniden buluşmak kadar beni canlandıran bir şey yok… Bu bir tür özgürlük, böyle olduğunu düşünmeyi seviyorum, her ne kadar buna tam anlamıyla inandığım söylenemez. Bu kuşku da tutunmak istediğim temalardan biri. Hayatımda bu kadar çok uyumsuzluk varken, tam anlamıyla yerli yerinde olmamayı ve ‘yersiz yurtsuz’ olmayı tercih eder hâle geldim.”
Said’in bu anlatısı yalnızca kişisel bir iç hesaplaşma değildir: Bu pasaj, onun uyanış pedagojisi için güçlü bir metafora dönüşür. Bu, entelektüel, politik ve toplumsal olarak sürekli bir harekette kalma çağrısıdır. Said için uykusuzluk metaforu, uyuma, uyum sağlama ya da edilgen bir tüketiciliğe teslim olmayı reddediştir. Bu “uyanıklık” hâli, entelektüel bir tetikte oluşu, kolay cevaplara ya da sorgulanmamış ideolojilere razı olmamayı gerektirir. Bu durum, rahatsızlığı kucaklamanın, tıpkı Said’in kendi ifadesiyle “tam anlamıyla doğru olmamak” ve “yersiz yurtsuz kalmak” durumunu sahiplenmenin gerekliliğine işaret eder. İşte bu entelektüel belirsizlik alanında, sürekli sorgulayan ve hep hareket hâlinde olan yeni ve eleştirel bir kimlik biçimi ortaya çıkabilir.
Said’e göre entelektüeller—eleştirel düşünmeye açık olan ve cesurca hareket eden kişiler—dünyayla eleştirel bir ilişki kurmalı, adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri doğrudan karşılamalı ve bulundukları konumu güce meydan okumak için kullanmalıdır. Onun pedagojisi, eğitimin sadece bilgi aktarmaktan ibaret olmadığını, öğrencileri dünyanın karmaşıklıklarına uyandırmakla ilgili olduğunu vurgular. Bu pedagojinin gereği olarak, karmaşık düşünceleri kamusal tartışma alanına taşımak, insan acısını ve adaletsizliği hem akademi içinde hem de dışında tanımak ve teoriyi eleştiri ve dönüşüm için bir araç olarak kullanmak zorundayız.
Bu pedagojik yaklaşım, özellikle devletin cehaleti ve baskıyı silaha dönüştürdüğü, muhalefeti susturmayı ve dışlanmış tarihleri silmeyi amaçladığı mevcut Trump rejimi bağlamında son derece acildir. Said’in uyanış pedagojisi, bu entelektüel ve kültürel silinmeye direnmek için bir çerçeve sunar; Marina Warner’ın başka bir bağlamda “akademideki yeni barbarlık” olarak adlandırdığı duruma karşı bir yanıt teşkil eder. Said’in vizyonunu benimseyen eğitimciler, sınıflarını radikal katılım alanlarına dönüştürebilirler—öğrencilerin yalnızca eleştirmeye değil, harekete geçmeye; kendi kişisel mücadelelerini dünyalarını şekillendiren daha büyük toplumsal meselelerle ilişkilendirmeye teşvik edildikleri alanlara. Bu, özellikle Filistin’in özgürleşmesi mücadelesinde önemlidir. Zira Said’in çalışmaları uzun zamandır sömürgeci şiddete karşı direniş ve baskıyı meşrulaştıran anlatılara karşı mücadele için bir çerçeve sunmaktadır.
Ana akım medyada, seçkin eğitim kurumlarında ve korkak hukuk firmalarında sivil cesaretin azaldığı bir dönemde, denge ve nesnellik çağrılarına sığınmak; eğitimcilerin, gazetecilerin, kamu görevlilerinin ve medya yorumcularının, bir şeye bağlı olmanın C. Wright Mills’in “derin düşünme (hard thinking)” dediği şeyle çelişmediğini fark etmelerini zorlaştırıyor. Daha açık bir ifadeyle, Mills şöyle savunuyordu: “Toplumsal analiz, derinlemesine, sağduyulu, eleştirel, ilgili ve akademik olabilir; fikirler, cenazecilerin cesetlere davrandığı gibi—özenle ama tutkudan yoksun bir şekilde—ele alınmak zorunda değildir; bağlılık dogmatik olmak zorunda değildir; ve radikalizm, derin düşünmenin yerine geçmek zorunda değildir.”
Said’in uyanış pedagojisinden yola çıkarak “derin düşünme”, pedagojinin katı, öz-eleştirel ve yalnızca araçsal aklın ölü bölgesine ya da aşılamanın uçurumuna değil, Gayatri Spivak’ın “özgürlük pratiği” olarak tanımladığı şeye; bilgiyi geliştirebilecek, kritik toplumsal meselelere temas edebilecek ve kişisel sıkıntılarla kamusal meseleleri birbirine bağlayabilecek eleştirel bir duyarlılığa bağlı olması gerektiğini vurgular.
Pedagojide Kültürün Rolü: Direnişe Çağrı
Kendi çalışmalarımda uzun zamandır kültürün, direniş için gerekli yurttaş bilincinin şekillendirilmesinde kritik bir rol oynadığını savunuyorum. Kültür, toplumun pasif bir yansıması değildir; dünyayı ve bu dünyadaki yerimizi kavrayışımızı şekillendiren dinamik bir güçtür. Neoliberalizm ile faşizmin giderek iç içe geçtiği bir çağda, kültür; alternatif anlatıların kök salabileceği hayati bir alan hâline gelir. Aynı zamanda, otoriter rejimlerin kamusal bilinci denetlemek, muhalefeti bastırmak ve statükoyu sürdürmek için kültürü bir araç hâline getirdiğini de kabul etmek gerekir. Ancak kültür, hâlâ direnişin yeşerebileceği sayılı alanlardan biridir.
Said’in uyanış pedagojisi, eğitimde kültürün rolünü değerlendirmek için eleştirel bir bakış açısı sunar. Bu yaklaşım, eğitimcileri kültürün metalaştırılmasına ve militarize edilmesine karşı durmaya ve bunun yerine katılımcı, eleştirel ve direniş siyasetine kök salmış bir pedagoji geliştirmeye çağırır. Bu, sadece eleştirel düşünce üzerine yapılan entelektüel bir alıştırma ya da faşist siyasetin yükselişine dair yeni bir dikkat biçimi değildir: Bu bir silahlanma çağrısıdır—üniversite ve diğer kültürel aygıtlarda bir direniş kültürü yaratmaya yönelik bir davettir. Böylece hem öğrenciler hem de geniş halk kesimleri, yükselen otoriter dalgaya karşı mücadele edebilecek araçlarla donatılabilir.
Bu kültürel direniş, eğitimin bir kamusal değer olduğuna duyulan inanca dayanmalıdır: Sosyal değişim için radikal bir potansiyelin gerçekleşebileceği, kapitalizm karşıtı değerlerin sorgulanabileceği ve Mike Davis’in (Capitalist Realism’de alıntılandığı üzere) “yoğun bir yozlaşma, zulüm ve şiddetle doymuş; artık ne öfke uyandıran ne de ilgi çeken” bir Amerika’ya karşı kitlesel bir direnişin temellerinin atılabileceği bir alan olarak… Üniversiteler, eğitimi bir meta olarak yeniden tanımlayan neoliberal anlayışı reddetmeli ve onun yerine eğitimi, demokrasinin sağlığı için merkezi öneme sahip olan ahlaki ve politik bir pratik olarak benimsemelidir. Said’in savunduğu gibi, entelektüellerin ve eğitimcilerin insan ıstırabına tanıklık etme, iktidara meydan okuma ve adaleti teşvik etmek için bulundukları konumları kullanma sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğu yerine getirerek eğitimi yeniden bir hayal kurma, direniş ve özgürleşme alanı hâline getirebilirler.
Sonuç
Yükseköğretime yönelik mevcut saldırı, sadece akademik kurumlara değil; insanlığa, düşünmeye ve bizzat demokrasinin kendisine yönelmiş bir saldırıdır. Üniversiteler giderek daha fazla şirketleştirilip ideolojik olarak kolonileştikçe, eğitimi bir aşılanma aracına dönüştürmeye çalışan neoliberal ve faşist güçlere karşı direnmeliyiz. Edward Said’in uyanış pedagojisi, bu direniş için hayati bir çerçeve sunmakta; hem eleştirel hem de politik olarak katılımcı bir eğitim vizyonu ortaya koymaktadır. Eğitimciler bu pedagojiyi benimseyerek üniversiteyi ideolojik itaate zorlayan bir yer olmaktan çıkarıp, öğrencilerin direnme, hayal kurma ve daha adil, daha demokratik bir dünya için mücadele etme gücü kazandığı bir mekâna dönüştürebilir. Eğitimi yeniden demokratik bir güç olarak sahiplenme mücadelesi, yalnızca üniversitenin değil, aynı zamanda demokrasinin de geleceğini belirleyecektir.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.