
Adalet
İlahî Hukukun ön gördüğü ilke, kural ve hükümlere riayet, adaletin tecellisinin mümkün olan tek yolu ve teminatıdır. Bu anlamda kabul görmüş hukuk sistemlerinde ve belki de en bariz şekilde İslâm Hukukunda da adalet çevresinde gezegenlerin dönüp dolaştığı
Arapça bir kelime olan “adalet”, adl kökünden türemiş olup bir şeyi yerli yerine koymak demektir. Adalet, zulmün karşıtı bir kelime olarak çoğunlukla “Hak” ile eşanlamlı kullanılır.
En kısa tanımıyla, herkese hakkı olanın verilmesini öngören ahlakî ilkeye adalet denir. Toplum örgütlenmesinde malların, hakların ve görevlerin aritmetik bölüşülmesi adaletin tesisi anlamına gelir. Adalet herkesin yeteneğine ve toplumda oynadığı role uygun olarak dağıtıldığı zaman doğru dağıtılmış kabul edilir. Aynı zamanda, neyin doğru, neyin yanlış (ya da haklı veya haksız) olduğunu karara bağlamak da adalet olarak adlandırılır. Bu, ya haksızlığa uğrayanın (mağdur) zararını telafi etmek ya da haksızlık yapanı cezalandırmak suretiyle yerine getirilir.
Genel anlamda “adalet” kelimesi, hükümran devletin kendi uyrukları arasındaki uyuşmazlıkları veya anlaşmazlıkları kanuna göre bir hükme bağlama işiyle ve toplum aleyhine tutumları olan yurttaşları kanunlar temelinde engelleyici tedbirler alma işiyle uğraşan belli bir güvenilir organa bırakma fonksiyonu olarak anlaşılır. Bu anlamda adalet terimi, “yargı gücü”nü ifade eden diğer kelimelerle karıştırılır. Çünkü modern toplumlarda adalet hem bir faaliyet (adalet dağıtma faaliyeti) olarak hem de bir teşkilât (bir ülkedeki mahkemeler ve yargı görevlileri) olarak algılanır. Bunun yanında siyasî adaletten de bahsedilmektedir. Bir anlamda bütün adalet siyasîdir. Çünkü adalet ister istemez toplumun örgütlenme biçimini yansıtır. Fakat terimin özel anlamı bunun dışında şekillenmiştir: Bir ülkenin siyasî iktidarına verilecek zararları karara bağlayacak şekilde adlî organların uzmanlaşması. Siyasî adalet, siyasî kişiliklere karşı olduğu kadar siyasî rejime ve onun unsurlarına karşı işlenen suçlara da yönelmiştir.
Adalet kavramı tarih boyunca farklı şekillerde tanımlanmış olup filozoflar ve düşünce insanları konu hakkında değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Adaletin yerine getirilmesi ancak adaletsizliğin ortaya çıkması sonucudur. İlk anlamında adalet, insanların birbirlerine nasıl davranacaklarını öngören kuralları göz önüne alma ve uygulamayı yani ‘haklar’ ve ‘görevler’i kapsar. Bu iki kavram Aristo’nun Ethics’inde sistematik biçimde ele alınmıştır. Platon tarafından açıklıkla, Aristoteles tarafından da belirsiz biçimde gösterildiği gibi (içine örfü de alacak şekilde geniş tutulduğunda) kanun, olduğu şekliyle ve nasıl olması gerektiğiyle anlaşılmalıdır. Platon kanun yönetiminden çok bilgelerin (filozofların) yönetiminden yana olduğunu belirtir. Çünkü kanun herkes için en soylu ve en adil olanı anlayamaz ve böylelikle en iyiyi uygulayamaz. Platon Devlet’te insanın tabiatına mükemmelen uygulanabilen bir adalet kavramı geliştirir. Bu adalet, aklın kullanılmasıyla keşfedilebilir. Aristo, doğal ve uzlaşımsal (itibarî) adalet ayrımını yapar; birincisi evrensel, ikincisi ferdî durumlara mahsustur. Bu ikisi çatışınca doğal adalete müsaade etmek itibarî adalete düşer.
Devlet’te Platon, adaleti itidal, bilgelik ve cesaretle birlikte dört aslî erdemden biri olarak zikreder. Adalet denetleyici ve düzenleyici erdemdir. Adil kişi, ihtirasları akılla denetlenen, kendisini disipline edebilmiş kişidir. Stoacılar için, Platon için olduğu gibi adalet akılla bulunabilen ve yürürlükteki kanun ve örfün üzerinde bir şeydir. Akıl sahibi bir varlık olarak insan, kendi tabiatı hakkında düşünmekle nasıl davranacağını anlayabilir. Platon’dan farklı olarak Stoacılar her insanın tabiî kanunun farkına varıp ona uyma konusunda eşit oldukları görüşündedir.
Roma kanun koyucuları bu görüşten etkilenmişler ve kölelik kurumunun tabiî kanunla ve tabiî adaletle çeliştiği görüşünü belirtmişlerdir. Bu görüş Kilise Babaları tarafından devralınmıştır. Thomas Hobbes (öl.1679) ise farklı bir adalet kavramı öne sürmüştür: “Bir akit, bir sözleşme yapılmışsa onu bozmak adalet dışı bir şeydir.” Adaletsizlik söz verip yapmamaktır ve adaletsiz olmayan her şey âdildir. Böylece yeni dünyada tabiî adalet kavramı sarsılır.
David Hume (öl. 1767) adaleti, “sunî erdem” olarak adlandırır. Ne insan tabiatında ne de sözleşmede adaleti ihdas edecek kurallar bulamayız. Faydacılar adalet kelimesini aynı anlamda, yani adaletin insanların uzlaşmasından doğduğu anlamında kullanıyorlardı. “Adalet fikri iki şeyi varsayar: Bir davranış kuralı ve bu kuralı tasdik edecek bir duygu.” (J.S.Mill)
Adalet dün olduğu gibi bugün de herkese hakkını vermek ve doğruyla yanlışı birbirinden ayırmak anlamlarında kullanılmakla birlikte devletin bu görevini yerine getirecek kamu teşkilatları farklı biçimlerde olmaktadır. Genelde adalet hizmetleri siyasî ve idarî otoritenin kumanda alanının dışında bağımsız kurumlar şeklinde düşünülmektedir.
Devlet ve fert açısından adalet farklı anlamlar taşımaktadır. Devlet için adalet, kanunların yapımında, hak ve görevlerin dağıtılmasında belli kişileri veya zümreleri ötekilere üstün tutmadan vatandaşlara aynı hakları vermesini ve aynı görevleri yüklemesi yanında, fert için ise vatandaşların mümkün olduğu kadar birbirinin hakkına uymaya mecbur bırakılmasını ifade eder.
İSLÂM DÜNYASINDA ADALET KAVRAMI
İslâm dünyasında adalet kavramının toplumsal-siyasal hayat içerisinde işgal ettiği yerin kendine özgü bazı niteliklere sahip olduğu görülüyor.
İslâm bakış açısından adalet terimi, insanın Allah, toplum, canlı varlıklar, maddî tabiat ve diğer insanlarla ilişkilerinin mahiyetini ve dayanacağı temel ilkelerin doğru tespiti için belirleyici bir kriter olarak tanımlanır. “Hukuk” kelimesinin tekil hâli olan Hakk’la yakın ilişkisi, insan ve toplum hayatını düzenleyecek temel kuralların doğru tespitiyle ilgilidir. Bu etimolojik ve ıstılahî tanım, adalet kavramının çeşitli din ve hukuk sistemlerine göre izafî (görece) bir anlama sahip olabileceğini gösterir. İslâm, sosyal, ahlakî ve entelektüel özellikleri yanında hukuk alanında da kendisinin getirdiği temel ilişki ve kurallar toplamının adaleti ifade ettiğini savunur. Görece bir tanım olsa da bu, adalet kavramı ve olgusunun tanımda meşru ve anlaşılabilir olabileceğini gösterir. Buna rağmen Kur’ânî terminolojide adaletin salt hukukî olmaktan öte, daha geniş anlamlarda kullanıldığını tespit etmek mümkündür: Söz gelimi, eksiklik ve fazlalık bakımından aşırılığa karşı orta yolu tutup korumak; hakka niyet, doğruluk, eşitlik gibi.
Kur’ân-ı Kerim, adalet olgusuna tevhid, iman, İslâm, takva, salih amel ve ibadet kadar önem verir. Hatta Kur’ân’a göre bütün İlahî öğretiler son tahlilde insanlar arası ilişkilerde adaleti tesis etmeye yöneliktir. Adil olmayan bir ilişki ve tutum, tanım gereği Allah’ın rızasına ve İslâm’a uygun değildir. Çünkü Allah her şeyden evvel, bir şeye hüküm verildiği zaman adaletle hükmedilmesini ister. (16/Nahl, 90)Anlaşmazlığa düşen iki topluluk arasında (49/Hucurat, 9), insanlar arasında vuku bulacak anlaşmazlıkların giderilmesinde (4/Nisa, 58), her türlü borç, vade, alış veriş, ticaret ve şahitlikte (2/Bakara, 282), kadınlara karşı takınılacak tutumun belirlenmesinde (4/Nisa, 129) adalet, hukukun koruması ve hayata geçirilmesi için bizzarure takip edilmesi gereken bir ilkedir.
Yine İslâm’a göre kişiyi veya grupları adaletten saptıran ana faktör, kişi veya grubun kendi istek ve tutkusunu ön plana geçirmesi (4/Nisa, 135) ve Allah’ın gösterdiği şekilde karar vermeyi ihmal etmesidir. İlahî Hukukun ön gördüğü ilke, kural ve hükümlere riayet, adaletin tecellisinin mümkün olan tek yolu ve teminatıdır. Bu anlamda kabul görmüş hukuk sistemlerinde ve belki de en bariz şekilde İslâm Hukukunda da adalet çevresinde gezegenlerin dönüp dolaştığı güneş gibi merkezi bir terimdir.


HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.