1. HABERLER

  2. EDEBİYAT DEFTERİ

  3. MAKALELER

  4. Tanrı’yı insan mı yarattı?
Tanrı’yı insan mı yarattı?

Tanrı’yı insan mı yarattı?

Sadece maddi-somut olguları kriter alanlar, Tanrı’nın varlığını bir dağ, bir ağaç gibi çıplak gözle görmek isterler. “Ben Mimar Sinan’ı görmedikçe ne Süleymaniye ne Selimiye benim için onun sanat dehası adına bir anlam ifade etmez” demek ne kadar ahmaklık

A+A-

Ali Bulaç - Turkishpost

Son zamanlarda konunun özünden habersiz gençlerin ve geleneksel anlatılarla konu üzerinde yeterince imal-i fikr etmemiş insanların zihninde beliren istifhamlardan biri “Tanrı’yı insan mı yarattı?” sorusudur.

Mesele eski olmakla beraber Ludvig Feuerbach (öl. 1872), Tanrı kavramını “insanın kendini dışa yansıtması” olduğunu iddia etti. Buna göre Tanrı, insanı kendi suretinde yaratmış olmayıp Tanrı’yı insan yücelterek kendi biçiminde var etmiştir. Mutlak olan Tanrı değil insandır. Tanrı bilgisi, insanın kendi bilgisidir.

Feurbach’ın bu yansıtmasının insanın aleyhinde işleyen bir maliyeti vardır, böylelikle insan kendine ait değerleri bir başka varlığa verdiğinden kendini inkâr etmiş olur. Dindarlık insanı kendine yabancılaştırır. Tanrı insanın gerçekleştirmeyen ideallerinin bir başlık alanına yansımasıdır. Tanrı esasen insan bilincinin sıfatları olup, dünyada tüm anlamıyla gerçekleşmeyen fakat insanın ideallerini teşkil eden adalet, hikmet, aşk gibi kavramların bir başka dünyaya yansıtılması ve bu ideallerin kendisinde gerçekleşebildiği bir ilahi saha hayal ederek oluşturulmuş bir kavramdır. Böylece insan ideali hayali bir biçimde Tanrı’yı idrak etmenin aslında kendini idrak etmekten ibaret olduğunu görür. Tabiatta bir Tanrı bulabilmek için onu daha önce oraya yerleştirmiş olmak gerekir. Doğa olaylarından hareketle Tanrı’yı kanıtlamak, aslında insanın zeka ve doğasının sınırlarını ortaya koyan cehalettir. Dolayısıyla din temellendirilmiş gerçeği olmayan, sadece insan bilincinin bir ürünüdür.

Bir şeyin varlığından söz etmek yalnız o şeyin tasavvur edilebileceğini söylemek değildir. Var kabul edilen şeyin algılanabileceğini ya da duyulabileceğini söylemektir. Tanrı’nın varlığı O’nun kendisinin algılanabileceği bir şekil almazsa kanıtlanamaz. İnsanların kalbinde var olduğu söylenen Tanrı inancı, insanın kendi sınırlılığını ideal bir varlıkla karşılaştırma eğiliminden doğar. Din de insanın kendi düşüncesinin insan-üstü bir plana aktarmasından başka şey olamaz. Ruhun ölmezliğine ve gelecekte gerçekleşecek adalete ilişkin inanç insanla adalet arzularının soyut plana aktarılmasıdır. İnsan dine ait fikirlerin, kendi deruni hayatının bir projeksiyonu olduğunu anladığı anda, artık kendi tabiatının dışında objektif bir ölçü aramayacak, kendini idrak edecektir. (Necip Taylan, Düşünce Tarihinde Tanrı Sorunu, S. 153-154.)

Feuerbach’ın özetlemeye çalıştığımız iddiaların müteal mertebedeki hakikat değeri, varlık ağacının tohumunun bilinmemesinden neş’et eden cehalettir, hakikat olan şey, ilahi isimlerin insan ruhundaki tecellileri ve bu tecellilerin insan zihninde ve eylemlerinde kendini açığa vurmasıdır. Bu hakikate erişmek insanı varlıkla beraber tevhide refere etmekle mümkündür ki, Feurbach bunun farkında değildir.

Feuerbach, Zat ile isimler arasındaki ilişki konusunda herhangi bir fikre sahip olmadığından veya insanın tanrı tasavvurunda söz konusu ilişkinin etkileyici özelliğini kaale almamasından dolayı yanılgıya düşmektedir. Feuerbach, zatı insan özleminin icad ve inşa ettiğini iddia eder. Oysa söz konusu olan insanın doğasında isim ve sıfatların birer tohum halinde mevcut bulunması dolayısıyla hep ilahi olana yükselme arzusudur. Kadîm zamanlardan beri bilgeler felsefeyi dahi bu ontolojik öykünmenin zihni ve ruhî faaliyeti olarak görmüşlerdir.

Theatetos’ta Platon şöyle der: “Şimdi bu şekilde öte dünyaya kaçmak mümkün olduğu kadar Tanrı’ya benzer olmak da akıl yardımıyla adil ve dindar olmaktır.” Farabi’nin filozofun yapması gereken şey insanın gücü ölçüsünde Yaratıcı’ya benzemektir, dediğini hatırlayalım. Bu Grek felsefeye yüklenen misyonu Farabi’den önce Kindi de tekrar etmişti: “Felsefe Tanrı’ya benzemektir.” Felsefi tasavvuf doktrinlerini derinden etkileyen Platinos’a göre de, insan ruhu tanrısal cevherin bir taşmasıdır (sudur). Ruhun mükemmellik ve mutluluğu, kendi ilkesine yönelmesinden, ona kavuşmasından ibarettir.

Bu atıflardan anlıyoruz ki insan ilahî nitelikleri birer tohum şeklinde kendi doğasında (fıtrat) hissetmiş ve bunları kendi ahlakî tutum ve davranışlarının yol gösterici rehberi, ışığı olarak hayatında tecrübe etmek, bir bakıma bu isim ve sıfatlarla ahlâklanmak istemiştir. İşte Feuerbach ve diğerlerini insan biçimi tanrı tasavvurunu referans alıp insanın Tanrı’yı kendi zihninde icad ve inşa ettiğini ileri sürmelerine sebep teşkil eden budur. Zatı “bilme” imkanı olmayan insan hiçbir yeti ve melekesiyle Tanrı’yı tasavvur edemez sadece insan ve sıfatlar üzerinden hem “tanır”, hem ruhunun derinliklerinde (enfusi katlar) hisseder, hem bunları hayatının yol gösterici ışığı kılabilir.

Zat ve isimlerin doğru anlaşılamaması, Feuerbach gibi birçok kişiyi Tanrı tasavvurunda büyük yanılgılara sevketmiştir. Bunlardan biri de Ayer’dir.

A.J. Ayer, Tanrı’ya yüklediğimiz aşkınlığın onu metafizik bir kavrama dönüştürdüğünü, dolayısıyla onun akla uygun ve anlaşılır olmadığını söyler. Ayer’e göre böyle bir Tanrı mümkün bile değildir.

Mantıkçı pozitivistlerden gelen bu eleştirinin ileri tutar tarafı yoktur.  Ben Ayer’i görmeden, onunla tanışmadan, konuşmasını dinlemeden tanırım. Var olduğunu bilirim, ne düşündüğünden, neye taraftar veya karşı olduğundan haberim var. Beni Ayer’den haberdar ve bilgi sahibi kılan, onun “DilDoğruluk ve Mantık” adlı kitabıdır. Kitabı bana hakkında ve beni ilgilendirdiği kadarıyla bilgilendirmeye yetiyor. Ayer, kitabına göre ve benim için aşkındır.

Bu durumda aşkınlığı izafi ve mutlak olmak üzere ikiye ayırmalıyız. Bu bir ölçüde izafi gayb ve mutlak gayb ayırımına benzer. Allah mutlak gaybdır ama O’nun fiillerini varlık aleminde müşahede edebiliyoruz. Nihayet mülk alemine Alemu’ş şehade denmesinin ve İslam’a mensubiyetin Allah’tan başka ilah olmadığına ilişkin şehadet mutlak gayb ve müteal olan Allah’ın varlığını –isimleri ve sıfatları- yoluyla teyid etmektir.

Sadece maddi-somut olguları kriter alanlar, Tanrı’nın varlığını bir dağ, bir ağaç gibi çıplak gözle görmek isterler. Theodore Drange, “muhtemeldir ki Tanrı var olsaydı, varlığına sağlam, somut kanıtlar bulunurdu; bu yönde hiçbir somut kanıt yok, şu halde muhtemeldir ki Tanrı yok” şeklinde bir akıl yürütmektedir. Bu akıl yürütme, bir varlığa işaret eden işaret parmağına odaklanıp da bize işaret ettiği şeyi göremeyenin durumu için sözkonusu olabilir. Varlıkta somut, maddi, tabiî her ne varsa O’nun varlığının delili, kanıtı, işaretidir. Şairin dediği tam da bunu anlatır:

“Güzelin yüzüne baktığında güzelliğini gördün

Bense baktığım her şeyde O’nun güzelliğinden başka bir şey görmedim.”

Theodore Drange, şeylere bakıp görmeyen manevî körlerin bakış açısını, Tanrı’nın varlığını kabul etmek veya inkar etmek için bir yöntem kullanır. Oysa birinin eseri O’nun varlığının belgesidir.

Bir mimari harikası olan Süleymaniye camii benim için müşahede objesidir ama Mimarı Sinan benim için gaybtır. Ancak Sinan’ın mimarî dehası hakkında Süleymaniye veya Selimiye bilgi vermeye yeter. İsrailoğulları, onlara ve Mısırlılara dudakları uçuklatacak mucizeler gösteren Hz. Musa’dan Tanrı’yı kendilerine açıkça, somut bir varlık olarak göstermelerini istemişlerdi (7/A’raf, 143). A.J. Ayer ve mantıkçı pozitivistlerin öne sürdükleri bundan farklı değildir. “Ben Mimar Sinan’ı görmedikçe ne Süleymaniye ne Selimiye benim için onun sanat dehası adına bir anlam ifade etmez” demek ne kadar ahmaklıksa, söz konusu giriş de o nispette hamakattır.

 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.