
Şeytan’ın hasleti: Kibir ve istikbâr
Kibir, şeytanın hasletidir. Yeryüzünde kibirlenen müstekbirler bu hasleti üzerlerinde taşır ve böylece zayıf kıldıkları kitleler üzerinde askerî, siyasî ve ekonomik tahakküm ile zihinsel-kültürel hegemonya kurarlar.
Kibir, şeytanın hasletidir. Âdem’in günahı nefsin zaafından, şeytanın günahı ise kibirden kaynaklanır.
Buradan hareketle şu ayet-i kerimeler ışığında, ilk müstekbir olan İblis’in tavrını ve bu tavrın insana yansımasını nasıl izah edebiliriz?
“Ve meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise diretti ve kibirlendi; böylece kâfirlerden oldu.” (Bakara, 2/34)
“Meleklerin hepsi topluca secde ettiler. Yalnız İblis hariç. O, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. (Allah) dedi ki: ‘Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüce olanlardan mı oldun?’
(İblis) dedi ki: ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.’” (Sâd, 38/73–74)
İblis’in büyüklenmesi Allah’a karşı değil, Âdem’e yöneliktir. Çünkü İblis de Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, O’nun irade ve kudretinin her şeyi kuşattığını ve hiçbir varlığın Allah’a ortak olamayacağını bilir. Hatta irade sahibi varlıklar arasında en bilgili olanlardan biri olduğu dahi söylenebilir. Bu nedenle İblis’in Allah’a karşı büyüklenmesi, O’nun “secde” emrine itaat etmemesi anlamına gelir.
İblis bunu kendince “sebepsiz” de yapmaz; ontolojik kanıtlar ileri sürerek birtakım mantıksal gerekçeler öne sürer.
Ontolojinin argüman olarak kullanıldığı bu mantık yürütme ilk bakışta “tutarlı” görünse de her mantıksal tutarlılık hakikati temsil etmediğinden, İblis’in gerekçesi de bir hakikat değeri taşımaz. Onun gerekçesi, kendisinin ateşten, Âdem’in ise topraktan yaratılmış olmasıdır.
Ona göre varlık hiyerarşisine riayet edilecekse ateş, topraktan üstündür. Dolayısıyla ontolojik cevheri ateş olan bir varlık, ontolojik cevheri toprak olan bir varlığın önünde eğilemez; aksine Âdem’in İblis’in önünde eğilmesi gerekir.
Burada İblis’in yaptığı kıyasla ana bağlamı kaydırdığı görülür. Çünkü melekleri Âdem’in önünde secdeye götüren esas husus, Âdem’in maddi cevheri değil; Allah’ın ona kendi ruhundan üflemesi (nefha-i ruh), ona kendinden bir öz katması ve ona isimleri öğretmesidir (ta‘lîmu’l-esmâ). Hatta ontolojik cevher esas alınacaksa, nurdan yaratılmış olan meleklerin cevheri, topraktan yaratılan Âdem’inkinden üstündür. Buna rağmen secde emri Âdem içindir.
Âdem’i diğer varlıklara nazaran üstün ve kerem sahibi kılan şey ontolojik cevheri değil, ilahî nefhaya mazhar olması ve bilme yetisidir (İsrâ, 17/70). Bu üstünlük meleklere ya da başka varlıklara verilmemiştir.
İblis bunun farkındadır; ancak Âdem’e böyle bir üstünlük verilmesini hazmedemez. Bu nedenle Allah’ın emrine itaat etmez, kibirlenir. İsyanını ise ateş ile toprak arasında yaptığı mukayese ile temellendirir ve böylece belki de tarihteki ilk ayrımcılığın kapısını aralar.
Bu bağlamda varlık yapısını, yani maddi cevheri esas alan bütün ayrımlar ve ayrımcılıklar İblisî bir karakter taşır. Beyaz ile siyah, erkek ile kadın, Batılı ile Doğulu, kuzeyli ile güneyli, zengin ile fakir, yerli ile yabancı, efendi ile köle, soylu ile sıradan insan arasındaki ayrımlar ontolojik temellidir. Irkçılığı ve ayrımcılığı esas alan ideolojiler ve milliyetçilikler de bu zeminde yükselir.
İnsanlar arasında farklılıklar olabilir; ancak bu farklılıkların göreceli olmaktan çıkarılıp mutlaklaştırılması ve imtiyaz ya da üstünlük ölçüsü hâline getirilmesi istikbârdır. Üstünlük yalnızca takvadadır (Hucurât, 49/13).
Bütün insanlar Âdem ile Havva’nın çocuklarıdır; onların da kökeni topraktır. Herkesin rızkını Allah verir; mülk bütünüyle Allah’ındır ve Allah’ın mülkünde bütün insanlar hak sahibidir.
Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Kibir, şeytanın hasletidir. Yeryüzünde kibirlenen müstekbirler bu hasleti üzerlerinde taşır ve böylece zayıf kıldıkları kitleler üzerinde askerî, siyasî ve ekonomik tahakküm ile zihinsel-kültürel hegemonya kurarlar. Emperyalizm, sömürgecilik, tiranlık, baskı ve totalitarizm; dayanak olarak sundukları ontolojik ya da antropolojik gerekçelerin hiçbirinde hakikat değeri taşımaz. Eğer mustaz‘af kitleler bunlara boyun eğiyorsa, bunun yegâne sebebi ruhları ve zihinleri üzerinde kurulan bu kibir ağlarının oluşturduğu blokajlardır.
Benzer bağlamda Bakara Suresi 87. ayet, şeytanî hasleti benimsemiş zümrelerin kişisel ve toplumsal tutumlarının arka planını açıklar:
“Andolsun Biz Musa’ya Kitabı verdik ve ardından peş peşe elçiler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da apaçık deliller verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs ile destekledik. Ne zaman size nefislerinizin hoşlanmadığı bir şeyle bir elçi geldiyse, büyüklük taslayarak bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz; öyle mi?” (Bakara, 2/87)
Ayetin işaret ettiği temel unsur, beşerî motivasyonların oluşumunda “nefse hoş gelmeyen şey”dir. Bu durum, iradelerin çatışması olarak da ifade edilebilir. Bir tarafta Allah’ın muradı, diğer tarafta buna karşı çıkan insan iradesi vardır.
Tarihsel örnek üzerinden bakıldığında şunu görürüz: Allah, bir dönem İsrailoğullarını üstün kılmış; onları esaretten kurtarmak ve doğru yolu göstermek üzere Hz. Musa’yı göndermiş, ardından başka peygamberlerle desteklemiş ve nihayet Rûhu’l-Kudüs ile teyit edilen Hz. İsa’yı göndermiştir. Buna rağmen İsrailoğullarının bir kısmı peygamberleri yalanlamış, bir kısmı ise onları öldürmeye teşebbüs etmiştir. Bunun sebebi, peygamberlerin getirdiği ilahî mesajların önde gelenlerin hoşuna gitmemesidir.
Bu dinî elitler, dini kendi statülerini pekiştirecek şekilde yorumlamış; kelimelerin yerlerini değiştirmiş ve kendilerine ait bir iktidar alanı oluşturmuşlardır. Peygamberler bu iktidarın meşru olmadığını, şeriatın tahrif edildiğini ve zayıfların korunmadığını söyleyip onları hakka çağırınca, nefisleri bu çağrıyı reddetmiştir.
Bu istikbâr, görünürde peygamberlere yöneliktir; hakikatte ise Allah’a karşıdır. Çünkü peygamberler kendilerinden bir şey söylemez, yalnızca tebliğle görevlidir. Dolayısıyla peygambere karşı kibirlenmek, Allah’a karşı kibirlenmektir.
Bu ayetler, söz konusu tutumun yalnızca tarihsel olmadığını; Allah’a karşı büyüklük taslamanın evrensel bir karakter taşıdığını gösterir. Haksız ve gayrimeşru iktidar kuran, zayıfların haklarını gözetmeyen, hakikati çıkarına göre eğip büken, adaleti ve özgürlüğü hiçe sayan herkes aynı istikbârın içindedir.
“Âd kavmine gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve ‘Kuvvet bakımından bizden daha güçlü kim var?’ dediler. Oysa kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi?” (Fussilet, 41/15)
“Çünkü onlara ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ denildiğinde büyüklük taslarlardı.” (Sâffât, 37/35)
Bu ayetler de istikbârın tarihsel değil, evrensel bir tutum olduğunu teyit eder. Âd kavmi iktisadî ve ahlâkî yozlaşma içindedir ve bu yozlaşma zamanla kavramsallaşarak “adi” sıfatıyla ifade edilir hâle gelmiştir.
Ahlâkî yozlaşma, nefsin istek ve tutkularından beslenir. Hevâ ve hevesini merkeze alanlar, kuralsız yaşamak ister ya da kuralları kendi arzularına göre belirler. Bu da güç ve servet birikimini zorunlu kılar.
Bütün haksız iktidarlar sınırsız güç temerküzüne yönelir. Güç arzusu bağımlılık üretir; adaletsizlik arttıkça daha fazla güce ihtiyaç duyulur. Nihayet kişi, kendisini hiçbir gücün alaşağı edemeyeceği vehmine kapılır.
Müstekbirlik, gerçekte bir vehim hâlidir. Kişi hakikatte güçlü değildir; fakat kendisini sınırsız güç sahibi sanır. Bu vehim, insanı Yaratıcısını unutturacak noktaya kadar sürükler; hakikatle bağ kopar ve psikoz baş gösterir. Yunanca kökenli “megalomani” kavramının bu durumu ifade etmesi tesadüf değildir.


HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.