Dinler açısından zaman algısı nasıldı diye bakacak olursak, Tevrat’ta şöyle denir: “Tanrı altı günde yarattı, yedinci gün istirahat etti.” (Çıkış 20:11). Kur’an-ı Kerim ise şöyle der: “O, gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan ve sonra arşa istiva edendir.” (25/Furkan, 59).
İki kaynak birbirine yakın gibi görünse de, aslında tamamen farklı iki bağlama işaret etmektedirler.
Tevrat’ın cümlesi bizi dört önermeye götürür:
1. Tevrat’a göre zaman, varlıktan ve yaratılıştan öncedir. Mekânın yaratılmış olma vasfını Yahudilik ve Hıristiyanlık kabul eder, Yunanlılar ise etmez; onlara göre mekân yaratılmamıştır, kâinat kadim ve ezelidir. İslam’a göre Allah vardı ve hiçbir şey yoktu; âlem Allah’ın “kün (Ol)” emrinden sonra vücut buldu.
Eğer zaman, Tevrat’tan anlaşıldığı gibi varlıktan önceyse, o zaman Tanrı var olan bir zamanı kullanmıştır. Demek ki zaman diye bir fenomen vardır; ne olduğunu bilmesek de Tanrı bunun içinde yer alıyor ve zamanı bir imkân olarak kullanıyor.
2. Tanrı’nın kullandığı zaman ve onda gerçekleştirdiği yaratılış O’nu yoruyor, yedinci günde dinlenme ihtiyacını hissettiriyor. Dahası, bu durum Yahudilerin Tanrı’dan imtiyaz almasının da fırsatı oluyor. O hâlde zaman aynı zamanda bir fırsattır.
3. Zamana hükmedilebilir; bölünebilir, ölçülebilir ve kullanılabilir.
4. Zaman Tanrı’dan bağımsızdır. Bu nedenle insan, Tanrı karşısında özerk bir hareket alanı bulabilir. Böylece insanı Tanrı karşısında yücelten ya da O’nunla rekabet edebilmesini sağlayan potansiyel imkân, bu zaman algısıdır.
Kur’an’daki zaman kavramına döndüğümüzde: Allah gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra arşa istiva etmiştir (7/A’râf, 54). Buradan anlaşılan, Yahudiliğin tersine, zamanın yaratılışla beraber ortaya çıktığıdır.
Zaman Allah’la birlikte vardır; O’ndan önce veya sonra bağımsız değildir, O’nun fiilidir. Bu yüzden bir hadiste, “Dehre (zamana) sövmeyiniz” (Buhari, Edeb, 101) denmektedir. Yaratılış altı devirde gerçekleşmiştir; buradaki günler devreleri, yani aşamaları ifade eder. İstiva ise, Yaratan’ın hükümranlığını ilan etmesidir.
İnsan zamanı bu şekilde yaşayacak ve kullanacaktır. Müslüman ibnü’l-vakt, yani zamanın çocuğudur; yaşadığı zamanın şahididir. Ancak bununla yetinmez, ebu’l-vakt olmakla yükümlüdür. Ne geçmişe fazlaca dalar ne de geleceği mutlak olarak planlamaya kalkışır.
İçinde bulunduğu zamanı projelendirir ve anı, meşru, doğru ve gerektiği gibi yaşar. Bu noktada Molla Sadra “zaman, hareketin çocuğudur” der. Aristo, İbn Sina ve Meşşailere göre ise zaman, hareketin ölçüsüdür. Mekân hareket hâlindedir; mekânın hareketini ölçtüğümüzde zamanı bulmuş oluruz.
Yahudilikte “vaat edilmiş toprak”a ulaşma zamanı temel bir hedeftir. Hıristiyanlıkta ise ilk günah, kefaret ve kurtuluş zamanla ilişkilidir. Mesih’in yeryüzüne inmesi, Tanrı’nın krallığını ilan etmesi ve milenyum düşüncesi, Hıristiyan inancında merkezi bir yer işgal eder.
Modern Batı’da Aydınlanma sonrası şekillenen zaman algısı da bundan kopuk değildir. Tanrı’nın krallığı gerçekleşmediği sürece hiçbir şey tamamlanmış sayılmayacaktır; Mesih gelecektir. Bu yüzden zamanın dilimlenmesi, tarihin safhalara ayrılması anlayışı doğmuştur.
Yahudilerin mesihi ve mehdisi Davut döndüğünde İsrailoğulları’nı hükümran kılacak, Hıristiyanların mesihi indiğinde ise onları göklerin krallığına yükseltecektir.
Yunanlılarda zaman algısı, varlık görüşleriyle iç içedir. Onlarda öncesi olmayan kadim bir varlık ve zaman anlayışı vardır. Zaman Tanrı’dan bağımsızdır. Varlık özerk kabul edildiği için, zamanı ve mekânı Tanrı’dan bağımsız düzenlemek mümkün görünür. Bu yüzden Greklerde “tanrıların tanrısı Zeus” başta olmak üzere birçok tanrı vardır. Esasında her bir tanrı, bizdeki meleklerin fonksiyonlarına tekabül eder. Grekler, yağmuru yağdıran Mikail gibi melekleri tanrılaştırmışlardır.
Aydınlanmayla birlikte Batı’da Tanrı kavramı denklemden çıkarıldı, melekler tabiat kuvvetlerine indirgenip yok sayıldı. Her şey fizik yasalarıyla açıklanır oldu. Bu durum bizde bazı “çağdaş müfessirler”in de melekleri tabiat kuvveti şeklinde yorumlamasına yol açtı.
Kur’an’a göre ise ecel vardır. Üç şeye ecel tayin edilmiştir: kâinata, ümmetlere ve insana. Kâinatın eceli geldiğinde kıyamet kopacaktır (53/Necm, 57).
Ümmetler eceli geldiğinde yok olacaktır (7/A’râf, 34). İnsan ise eceli geldiğinde ölecektir: “Her nefis ölümü tadacaktır.” (29/Ankebut, 57). Zaman ve mekânda bulunan hiçbir şeyin kendinden bir gücü yoktur; her şey yok olacaktır, baki olan yalnızca Allah’tır (28/Kasas, 88).
Bu yüzden müneccimlik, falcılık ve burçlar haramdır. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Kim yıldızlara, burçlara ve gezegenlere Allah’tan bağımsız, insanın kaderini etkileyecek bir güç, bir irade ve bilinç atfederse Allah’a şirk koşmuş olur. Çünkü varlık Allah’ın kudret elindedir.” (Buhari, İman, 37; Müslim, Selam, 35).