Uzun bir kâbusun kısa tarihi

Ülkenin bir tarafıysa bütün bunlardan uzaktaymış gibi yaşıyordu. Duyarsızlık had safhadaydı. Orada, ülkenin doğusunda, sanki birileri savaşçılık oynuyordu. Sanki karşılıklı iki güç, ellerine oyuncak silahlar almış, birbirlerine kurusıkı mermi sıkıyordu.

Muhsin KIZILKAYA - Haberturk

SAVAŞ BİTTİ

“Bir savaştan yeni çıktık. Yaralıyız hepimiz. Kan damlıyor hâlâ bir yerlerimizden. Hâlâ birçok evde taziye var. Hâlâ birçok ana karalar bağlamış, hâlâ birçok gelin askere gönderdiği kocasının yolunu gözlüyor. Evlerin duvarlarına asılan yitirilmiş insanların fotoğraflarının hiçbiri henüz sararmadı. Renkler capcanlı hâlâ, anıları taptaze. Birçok sevgilinin kulağına fısıldanan aşk sözleri hâlâ belleklerde duruyor. Hâlâ kurulan hayaller konuşuluyor. Rüyalarında insanlar hâlâ birbirini görüyor. Öldüklerine inanmıyorlar sevdiklerinin. Günün birinde, bugün değilse yarın gelecek olanların yolu gözleniyor.

‘Savaşa giden kişi, mezarlıkta önceden yerini ayırtarak gider, tıpkı tatil için ev kiralar gibi,’ der Bosna-Hersek iç savaşında bir annenin, ölen oğlunun kanlı fanilasını gönderdiği fotoğraf sanatçısı Oliviero Toscani. Fakat gelin görün ki savaşa giden hiçbir asker, öleceğine ihtimal vermez. Ölüm aniden gelir, hiç beklenmedik bir anda. Bir kayanın gölgesinde, bir çalının dibinde, bir nehrin kenarında… Bir arkadaşın kolları arasında ölürsün bazen, bazen herkesten uzak bir yerlerde. Bazen yanında bir arkadaşın daha düşer, bazen yara alır, kanayan yaranla gidersin toprağa.

Ne kadar ürkütücü bir şeyden bahsettiğimi biliyorum. Savaş ürkütücüdür, kötüdür. Savaşın ürkütücü, kötü bir şey olduğunu savaştan canı yananlar en iyi bilir.

Yanı başımızdaydı savaş. Bombalar patlıyordu. Köyler yanıyordu. Mayınlar patlıyordu. İnsanlar, hayvanlar havaya uçuyordu. Silahlar patlıyordu. Canlar yitiyordu. Yangınlar çıkıyordu. Ormanlar yanıyordu, insanlar yanıyordu. İnsanlar, hayvanlar havasızlıktan can veriyordu.

Bir taraf çok farkındaydı bu olup bitenlerin. Yani savaşın içinde olanlar; askerler, militanlar… Asker aileleri, onlarla savaşanların aileleri. Bir de bir coğrafya… Bir kara parçası… Birkaç insanı öldürmek için patlayan silahlar, bir o kadar doğayı tahrip ediyordu, bir o kadar yeşilliğin canına kıyıyordu.

Ülkenin bir tarafıysa bütün bunlardan uzaktaymış gibi yaşıyordu. Duyarsızlık had safhadaydı. Orada, ülkenin doğusunda, sanki birileri savaşçılık oynuyordu. Sanki karşılıklı iki güç, ellerine oyuncak silahlar almış, birbirlerine kurusıkı mermi sıkıyordu. Eğlenceler sürüyor, ihtişamlı düğünlerde havai fişekler patlatılıyor, televizyon kanallarında rezillik diz boyunu aşıyor, gece kulüpleri vur patlasın çal oynasın sokaklara kusuyordu.

Ülkenin uzak köylerinden, umutlarını sırt çantalarına koyup ülkenin öbür parçasındaki dağlık bölgeye giderken, sırt çantasına kefenini de koyup götürüyordu. Tabur tabur yoksul aile çocuğu, kendileri kadar yoksul başka aile çocuklarının kellerini koparmak için yola çıkıyordu. Bir ara öyle bir noktaya geldik ki, bir tarafı tutmayan bir taraf için ‘vatan haini’, öbür taraf için de ‘dava haini’ydi artık. Ürkütücü olan, savaşan tarafların kullandıkları ortak dildi. Bu ortak dilin kıyıcı mengenesi arasında sıkışıp kalan bir daha iflah olmuyordu.

Ve en vahim olanı, ortada kalanların durumuydu. Savaşın ateşi hepimizi sarmıştı. Çoğumuzun yüreğini katmerleştirmiş, acıma duygularımızı yok etmiş, empatiyi öldürmüş, birçoğumuzu da ‘düşmanı bertaraf etmek için her yol mubahtır’ gibi en korkunç insanlık dışı noktaya sürüklemişti. Savaşın vahşetine karşı çıkan tek tük sesleri bastırmak için de ‘özel örgütler’ kurulmuştu. Bu örgütler her türlü dezenformasyonu yaratıyor, körüğün başına geçmiş, savaşı tutuşturan ateşi habire harlandırıyordu. Göz gözü görmüyor, savaşın tozu dumanından, gürültüsünden birbirimizin sesini duymuyorduk.

Bayrağa sarılı her tabut, bizi biraz daha barışa yaklaştıracağına, kinimizi daha da büyütüyordu. Kefensiz gömülen her ölü, öbür tarafın gözünde haklılıklarının kanıtı sayılıyordu. Savaşarak, birbirimiz yok ederek, gelecek nesillere daha güzel bir ülke bırakacağımızı sanıyorduk. Geleceğin ülkesini, tıpkı atalarımızın bize bıraktığı gibi, biz de kanımızla sulayarak bizden sonra gelecek olanlara bırakacaktık. Bize tarih böyle öğretmişti. Vatanını savunmak, savaşların en kutsalıydı. Savaşa bir kutsallık atfettiğimiz için de kolay kolay ondan vazgeçemiyorduk.

Gün geldi, bir mucize oldu. Savaş durdu. Umutlar yeşerdi.

Şimdi bir savaşın içinden çıkmış yaralı çocuklar gibiyiz. Dokunsan ağlayacak milyonlarca insan var her yerde. Bir de bir yerlerde yeşeren bir umut…

Kanayan bir umudun kanamasını durdurmak o kadar zor ki!...”

(Muhsin Kızılkaya, “Gölgeler Çabuk Ölür”, s.99-102, İletişim Yayınları)

*

AÇIKLAMA 1

Bu yazıyı, 2002 yazında, PKK kendini feshedip adını “KADEK” olarak değiştirdiği ve “kalıcı ateşkes” ilan ettiği dönemde yazdım. Ben bu gelişmeyi o tarihte savaşın bitmesine yormuştum ama birçok şeyde yanıldığım gibi bunda da yanıldığımı çok değil iki sene sonra anladım. O iki sene içinde memleket bambaşka bir memleket olmuştu. Ben güle oynaya büyüdüğüm şehre gitmiş, aradan geçen on beş sene sonra çocukluğumun elinden tutup ilk defa doğduğum, çocukluğumun geçtiği köylere gitmiş, yaylalarında dolaşmış, dağ çiçeklerini koklayıp çocukluk hatıralarımın aleminde muhteşem günler geçirmiştim. Ertesi yıl yapılan seçimlerde Türkiye Ak Parti dönemine girdi. Tarihi boyunca memleketin kaderine hükmetmiş “iyisıhhatteolsunlar” bir yerlerde fesat kazanını kaynatmaya başladılar hemen, hâlâ dağdan inmemiş olan, savaştan sonra “işsizlik sendromuna” girmiş teşkilatın idarecilerine “siz dağdan vurun, biz ovadan, şu gericileri indirelim iktidardan” demiş olmalılar ki PKK’nın ateşkesi bozup tekrar savaş başlatacağı haberleri dolaşmaya başladı. Ateşkesin bozulmasını hiç kimse istemiyordu. Galiba en çok istemeyenlerden birisi de bendim. 2004 Haziran’ında o sırada yazmakta olduğum bir günlük gazetede yayınlanan şu yazıyı yazdım:

*

ATEŞ ETMEYİN!

“Eğri oturup doğru konuşalım. Lafı evirip çevirmeyelim. Bütün korkularımızı bir tarafa bırakalım. Hiçbir bahane aramayalım. Hiçbir gerekçenin arkasına saklanmayalım. Dost doğru soralım:

‘Ateşkesin bozulması kimin işine geliyor?’

Soru bu kadar basit. Bu kadar yalın. Bu kadar dolaysız.

Elimizi vicdanımıza koyalım. Ve bir cevap arayalım. Bulacağımız en mantıklı cevabı yüksek sesle dillendirelim. Sevdiğiniz deyimle ‘somut koşulların somut tahlilini’ yapmayalım. Ortak dille konuşalım. Önyargılarımızdan tamamen arınalım.

Faili meçhul cinayetleri unutmayalım. Ağlayan şehirleri, kan akan ırmakları, el üstünde taşınan tabutları, mezarsız ölüleri, insan kulaklarından yapılan tespihleri, kesilen kelleri, cesetlerin üzerinde çekilen hatıra fotoğrafları, tankların arkasına bağlanıp sokaklarda gezdirilen cesetleri, ağlamaktan gözpınarları kurumuş yaşlı nineleri, kocasız kalmış genç gelinleri, yeryüzünde evladından başka hiçbir şeye sahip olmayan o yoksul, o avurtları çökmüş, o gözleri kesilmiş koyun başı gibi bakan yaşı babaları, yakılan evleri, dumana boğulmuş köyleri,, ateşe verilmiş ormanları, ön cepheleri yıkılmış, beyaz tül perdeleri havada bayrak gibi sallanan evleri, sahipsiz kalmış hayvanları, maaşından başka hiçbir geliri olmadığı için dağ köylerine göreve gidip orada öldürülmüş yoksul öğretmenleri, şakağından kurşun geçmiş süt emen bebeleri, beyaz tülbentlerine gözyaşı yerine kan akıtmış aşiret kadınlarını, geceleri birer korku tüneline dönüşmüş şehir sokaklarını, sinsi bir yılan gibi hayatın yanına sokulup ensesine tek kurşun sıkan gece gezen çakalları, gıda ambargolarını, açlığı, yoksulluğu, dilsizliği, ezikliği, çaresizliği, bütün o dağları, koyakları, mağaraları, vadileri, serin yaylaları, metruk köyleri, yıkık tahta köprüleri dolduran, bir coğrafyayı girdabına alıp medeniyetten, insanca hayattan uzaklaştıran, yeryüzünde bir yalnız, yeryüzünde bir kimsesiz haline getiren savaşın yılan ıslığına benzer tiz sesini hatırlayalım.

Kim yaşamak ister aynı zamanı?

Kim durup tekrar başa sarmak ister geçen o kahrolası demi?

Kim hayata kıymak ister yeniden?

Ben vereyim cevabı:

Hiç kimse!

Hele oralarda yaşayanlar bir daha asla!

Halk savaş istemiyor. Kurtarmak için dağa çıktığınız o halk var ya… Sadece ama sadece yaşamak istiyor. Rahat bir nefes almak, kana kana bir bardak su içmek, sırtında bir soğuk namlunun ürpertisini hissetmeden yaylaya çıkmak, köyünde ekinini ekmek, çocuklarına ekmek tedarik etmek, ailesiyle oturup korkusuz bir an, sadece bir an yaşamak istiyor.

Bunu çok görmeyin o halka ne olursunuz!

Birileri ölmeye başladı ya şimdi, görmüyor musunuz ne kadar seviniyorlar. Gözleriniz mi seçmiyor, basiretiniz mi bağlandı? Bakın etrafınıza, dünyaya, gelişmelere, hayata… O çok sevdiğiniz ‘komplo’ kelimesi var ya, işte o ‘komplo’ dedikleri şey tam da bu olsa gerek. Bir büyük oyunun oyun aletleri olmayın!

Ve başta sorduğum o yakıcı soruyu sorun kendinize.

‘Ateşkesin bozulması kimin işine yarıyor?’

Yapmayın çocuklar!

Namluya süreceğiniz her mermi bir kardeşinizi vuracak!

Ateş etmeyin!

Hayatı vuracaksınız!”

(Muhsin Kızılkaya, “Kuyruktan Uyruğa”, s. 119-121, Sel Yayıncılık)

*

AÇIKLAMA 2

Ve ateş ettiler! Yazım yayınlandıktan birkaç gün sonra PKK ateşkesi bozarak, yeniden savaşı başlattı. Bu kez başlayan savaş, o zamana kadar süren savaştan daha şiddetli oldu. Araya “2013 barış süreci” girdi sonra, devlet, “silahı bırakın gelin demokratik alanda siyasal mücadele verin” dedi, onlar da “Silahı bırakırız ama Kürdistan’ı biz yöneteceğiz” dedi, anlaşamadılar, hendekler kazıldı, savaş dağdan inip şehirlere yayıldı. Kurtarmak istedikleri halkın evleri başlarına yıkıldı.

Yukarıda yazdığım yazıdan bugüne aradan 21 sene geçti.

2025 yılının bir bahar günü PKK 14. Kongresini toplayarak kendini feshetme kararı aldı.

Ve galiba bu sefer gerçekten de “savaş bitti.”

*

LOZAN İÇİN BİR DERKENAR

PKK’nın kendini fesih kararında, Lozan’la başlayan “inkarın” kendilerini "isyana" götürdüğüne dair bir bahis var. “Durup dururken kendinizi neden feshettiniz” diyemeyen sağdan soldan birtakım faşistler, nasyonal sosyalistler gelip bu tespite takıldılar, “eyvah Lozan elden” gidiyor diye bas bas bağırmaya başladılar. Aslında dertleri Lozan falan değil, fesih kararını, dolayısıyla barışı beğenmiyorlar. Bu tipler düşmansız yaşayamazlar, hiçbir düşman bulamazlarsa, "kokuyorsun" diye kıçlarıyla kavga ederler. Onlar şunu çok iyi biliyor; PKK gibi şiddeti araçsallaştırmış örgütler olduğu sürece Kürt meselesi bir "güvenlik" meselesi olarak kalacak. PKK aradan çelilince de mesele "siyasi ve insani" bir hüvviyete kavuşacak. Güvenlik tedbirlerini almak kolaydır ama siyasi tedbirlere sıra gelince işte orada çuvallıyorlar.

PKK'nın "son Kürt isyanını bitirme" kararından sonra yazılanlara, söylenenlere bakıca aklıma vakti zamanında eski HEP/DEM milletvekili Mehmet Emin Sever’in söylediği şu sözler geldi.

“Yahu biz Kürtler siz Türklere bir türlü isyan beğendiremiyoruz. Önce Şeyh Sait isyanını yaptık, dediniz bu İslami bir isyandır, Kürt değildir. Sonra Dersim isyanı; dediniz bu da Alevi isyanıdır, gene Kürt değildir, gene olmadı. En son PKK çıktı ona da dediniz Marksist, Leninist bir isyandır. Ne yapacağımızı şaşırdık. Bir türlü isyan beğendiremiyoruz size.”

Son Kürt isyanı da bitince, şimdi de barışı beğenmiyorlar.

Kim ne derse desin, kim neyi beğenmiyorsa beğenmesin, kim neden nefret ediyorsa etsin, şimdi Türklerin kendilerini; dilleri yasaklanmış, kimlikleri inkâr edilmiş, ezilmiş, horlanmış, aşağılanmış Kürtlerin; Kürtlerin de kendilerini başlarına gelen her şeyden bihaber, meselenin esasını bilmeyen, ezeli dertlerine yabancılaştırılmış Türk kardeşlerinin yerine koyma zamanıdır.

Kendi adıma barış güvercini hepimizi kanatları altına alıncaya kadar "ben Türküm" diyorum! Benimle aynı duygudaşlığı paylaşan bütün Türkleri de "ben Kürtüm" demeye çağırıyorum!

MAKALELER Haberleri

Post-truth çağda hakikatin yeniden inşası
Silahın Susması, Türkiye’nin Konuşması
Neden Bu Defa Gerçekten Başarabiliriz?
Bedenini barışa yatırdı
Çözüm Korkusu