Mustafa Yeneroglu - Serbestiyet
11. Yargı Paketi’nin yasalaşması ve Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmesiyle birlikte Adalet Bakanlığı’ndan yapılan açıklamalara göre, ilk etapta 50 binin üzerinde, orta vadede ise denetimli serbestlik ve koşullu salıverilme sürelerindeki teknik değişikliklerle 120 bine yakın mahpusun cezaevlerinden tahliye edilmesi beklenmektedir. Bu tablo; 2020 yılındaki 90 bin kişilik ve 2023 yılındaki 80 bin kişilik geniş kapsamlı infaz düzenlemelerini hatırlatmaktadır. Ancak son yıllarda birbirini izleyen bu infaz paketlerine rağmen cezaevlerindeki doluluk oranının sürdürülebilir bir seviyeye çekilememesi, meselenin artık periyodik tahliyelerle çözülemeyecek yapısal bir boyuta ulaştığını göstermektedir.
2010’dan bu yana Türkiye’nin nüfusu yaklaşık %20 artarken, cezaevi nüfusunun %450 oranında artarak 433 bin kişiyi aşması, suçların artışı, suçla mücadele ve ıslah kapasitesi üzerinde ciddi bir soru işareti oluşturmaktadır. Yoğun biçimde yeni cezaevleri inşa edilmesine ve periyodik olarak kapıların açılmasına rağmen bu döngünün kırılamaması, suç üreten dinamiklerin toplumsal ve ekonomik yapının içinde kronikleştiğini kanıtlamaktadır. Bu tablo, genel bir kapasite krizi olmaktan öte, ceza adalet sisteminin yapısal işleyişine dair bir yüzleşme gerektirmektedir. Asıl mesele, cezaevlerini boşaltmak değil; neden bu kadar çok insanın suç işlediğini ve neden cezaevinden çıktığında kısa sürede oraya geri döndüğünü tartışabilmektir.
Suçun Sosyolojisi
Suç oranlarındaki bu önlenemeyen yükselişin en güçlü belirleyicisi, Türkiye’nin sosyo-ekonomik dokusunun ürettiği göreli yoksunluk duygusudur. Akademik çalışmalara göre suç, mutlak yoksulluktan çok; kişinin kendisini toplumun geri kalanıyla kıyasladığında hissettiği dışlanmışlık ve adaletsizlik duygusundan besleniyor.
Enflasyonun alım gücünü aşındırdığı, gelir adaletsizliğinin kalıcılaştığı bir ortamda, kişilerin eğitim ve emek yoluyla toplumsal statü kazanma inancı zayıflıyor. Çalışarak bir gelecek kurma ihtimalinin giderek hayal haline gelmesi, toplumsal hedeflerle meşru araçlar arasındaki bağı koparıyor. Bu kopuş, sosyolojide “anomi” olarak tanımlanan, yani normların ve ortak değerlerin aşınmasıyla ortaya çıkan bir kuralsızlık halidir.
Ne var ki Türkiye’de yaşanan değer erozyonu, yalnızca ekonomik krizle açıklanabilecek bir anomi değildir. Bu tabloya, siyasal kutuplaşmanın derinleşmesi, kayırmacılığın olağanlaşması, liyakat ilkesinin aşınması ve adalet duygusunun zedelenmesi eşlik etmektedir. Hukukun siyasallaşması, yargıya duyulan güveni sarsmakta; “kurallara uyanın kaybettiği” algısı toplumda kök salmaktadır. Böyle bir iklimde, normlara bağlılık erdem olmaktan çıkmakta, kurnazlık ve “yolunu bulma” becerisi ödüllendirilen bir davranış hâline gelmektedir.
Genç işsizliğinin kronikleştiği, mülakatların ve kamu kaynaklarının adil dağıtılmadığına dair yaygın bir kanaatin yerleştiği bu düzende; dolandırıcılık, kayıt dışı faaliyetler veya uyuşturucu ticareti kimi kesimler için meşru olmayan ama erişilebilir bir çıkış yolu olarak görülmektedir. Son yıllarda mala karşı işlenen suçlardaki belirgin artış, bu toplumsal gerilimin en somut göstergelerinden biridir.
Okul Yerine Cezaevi: Eğitim-Suç Sarmalı
Türkiye’de cezaevi profilini incelediğimizde, eğitim ile suç arasındaki ters orantı açık biçimde görülüyor. Adalet Bakanlığı verileri, cezaevinde yaklaşık 100 bin kişinin ya okuryazar dahi olmadığını ya da sadece ilkokul mezunu olduğunu gösteriyor.
Kriminoloji literatüründe “Eğitim-Suç Paradoksu” olarak adlandırılan bu durum, eğitimin kişiye statü kazandırma ve meşru gelir sağlama gücünü yitirdiğini, okuldan kopuşların suça giden yolu kısalttığını göstermektedir. Eskiden yoksul çocuğunun sistem içinde yükselmesini sağlayan eğitim, bugün zenginle yoksul arasındaki mesafeyi meşrulaştıran bir “duvar” haline gelmiştir.
Özellikle okuryazar olduğu halde eğitimini tamamlayamayan gruplarda suç oranlarının hızla artması tesadüf değildir. Bu kesim ne işgücü piyasasına tam olarak dâhil olabiliyor ne de eğitimin sağladığı sosyal denetim ve disiplin mekanizmaları içinde kalabiliyor. Okuldan erken yaşta kopan kişi, yalnızca akademik bilgiden değil; aynı zamanda okulun sağladığı “kurumsal disiplin” mekanizmasından ve toplumsal bağlardan da mahrum kalıyor.
Sosyal devletin barınma ve nitelikli eğitim sağlayamadığı mahallelerde, çocuklar okul sıraları yerine suç şebekelerinin “eleman deposu” haline gelen sokaklarda büyüyor. Bu sarmal, suç çetelerini besleyen en temel kaynaktır. Sistem dışına itilen bu çocuklar, sistemden bir kez koptuklarında eğitim sistemine geri dönemiyor; dışlanma, onları tekrar tekrar suça iten bir döngüye dönüşüyor.
Kontrolsüz Kentleşme ve “Gettolaşma”nın Dinamikleri
Türkiye’de suçun büyükşehirlerde yoğunlaşmasının nedeni yalnızca nüfus artışı değildir; asıl mesele, şehirlerin nasıl büyüdüğüdür. Ankara örneği üzerinden yapılan bir sosyo-mekânsal boyut analizi, suçun Türkiye’de neden büyükşehirlerde yoğunlaştığını açıklamaktadır. Suç, çoğu zaman kişinin yaşadığı çevrenin nasıl kurulduğuyla ve o çevrede hangi imkanların bulunduğuyla doğrudan ilişkilidir. Türkiye’deki büyükşehirlere yönelik kontrolsüz göç ve plansız büyüme, barınma, eğitim, ulaşım, istihdam ve kamu hizmetlerin aynı hızla genişleyemediği alanlar üretmiştir. Bu alanlarda mahalle kültürünün sağladığı tanışıklık, utanç duygusu, araya giren büyükler, esnafın gözetimi gibi gündelik gayriresmî denetim zayflamış, yerine yoksulluğun ve şiddetin yerleştiği beton yığınları geçmiştir.
Sosyal devletin rehberlik, gençlik çalışması, bağımlılıkla mücadele, aile destek ve sosyal hizmet ağlarıyla düzenli biçimde temas edemediği bu mahallelerde, boşluk kendiliğinden dolmamaktadır. Boşluğu çoğu zaman suç çeteleri ve kayıt dışı yapıların kurduğu alternatif düzen doldurmaktadır. İstanbul üzerinde yapılan diğer bir araştırma, göç eden bireylerin sosyal destek mekanizmalarına ulaşamadıkları takdirde suça yönelme eğilimlerinin nasıl arttığını ortaya koymaktadır.
Bu nedenle kontrolsüz kentleşme, suçu bireysel olmaktan çıkarıp mekânsal bir kader haline getirmekte; bu mahallelerdeki gençler için suç, bir tercihten ziyade içine doğulan bir çevre baskısı halini almaktadır. Suç bir kez bir mekâna yerleştiğinde, oradaki nüfus değişse bile suç oranları yüksek kalmaya devam etmektedir; çünkü suç artık bir “kültürel aktarım” halini almıştır. Plansız programsız şehirleri beton yığınına çevirip insanı sosyal destekten mahrum bırakan bu model, sokağı yer yer suç örgütlerine terk etmektedir.
Lokomotif Suç ve Ulusal Güvenlik Krizi: Uyuşturucu
Türkiye’nin cezaevi doluluğundaki en tehlikeli artış uyuşturucu bağlantılı suçlarda yaşanıyor. Bugün cezaevlerinde bulunan her 10 kişiden yaklaşık 4’ü, yani yaklaşık 150 bin kişi, uyuşturucuya ilişkin suçlar nedeniyle ordadır.
Uyuşturucu, kriminolojide “lokomotif suç” olarak tanımlanır; çünkü tek başına kalmaz, arkasından hırsızlığa, gaspa, cinayete ve aile içi şiddete sürükler. Sokağın uyuşturucuya teslim edilmesi, önleyici sosyal politikaların bir nevi iflasıdır. Kentsel alanlardaki suç dağılımı üzerine yapılan bir analiz, uyuşturucu suçlarının ticaret ve iş merkezlerine yakın, denetimin zayıf olduğu alanlarda yoğunlaşarak bir “suç ekosistemi” oluşturduğunu göstermektedir.
150 bin kişinin uyuşturucu bağlantılı suçlardan cezaevinde bulunması, ayrıca Türkiye’nin hem bir pazar hem de bir bağımlılık havzasına dönüştüğünün göstergesidir. Uyuşturucu sadece bir “arz” meselesi değil, aynı zamanda bir “umutsuzluk” meselesidir. Gençliğine vizyon sunamayan, tedavi merkezlerini yaygınlaştıramayan ve sosyal destek mekanizmalarını mahalle ölçeğinde kuramayan bir devletin, sadece hapsederek bu belayı bitirmesi imkânsızdır. Her köşe başında bir torbacının olduğu, uyuşturucunun okul çevrelerine kadar sirayet ettiği bu tablo, önleyici sosyal politikaların ne kadar zayıfladığını göstermektedir.
“Nasıl Olsa Çıkarım” Düzeni: Cezasızlık Algısı ve Caydırıcılığın İflası
Ceza adalet sisteminin bugün karşı karşıya olduğu en derin sorunlardan biri, cezaların caydırıcılığını yitirmiş olmasıdır. Periyodik olarak çıkarılan infaz düzenlemeleri ve örtülü aflar, suçlu profilinde “nasıl olsa bir şekilde çıkarım” algısını kemikleştirmiştir. Yargının siyasi müdahalelere açık olması, tutuklamanın keyfî kullanımı ve liyakatten uzak yargı pratikleri, adalete olan güveni daha da sarsmaktadır. Oysa akademik çalışmalar göstermektedir ki bir cezanın caydırıcı olması için “kesinlik” ve “hız” unsurlarını taşıması gerekiyor. Türkiye’de ise cezalar ne kesindir, çünkü her an yeni bir infaz düzenlemesi beklentisi bilinçli olarak diri tutulur; ne de hızlıdır, çünkü yargılama süreçleri yıllara yayılmaktadır.
Hukuk kurallarının öngörülebilirliğini yitirdiği bir düzende, ceza korkusu yerini “yolunu bulma” kurnazlığına bırakır. Bu durum, potansiyel failleri de cesaretlendirmektedir. Özellikle deprem davaları gibi on binlerce insanın yaşamını yitirdiği felaketlerde bile faillerin son ana kadar infaz indirimlerinden yararlanma ihtimalinin tartışılıyor olması, toplum vicdanında derin ve onarılmaz yaralar açmaktadır.
Mükerrerlik Kıskacı: Bir “Suç Akademisi” Olarak Cezaevi
Tüm bu faktörlerin birleştiği nokta, ceza infaz sisteminin kendisidir. Türkiye’deki ceza infaz sistemi, kağıt üzerindeki “ıslah ve topluma kazandırma” idealinden uzaklaşarak, mahpusların bir süreliğine içeride tutulduğu, kapasite dolduğunda ise topluma geri salındığı kör bir döngüye hapsolmuştur. Bu döngünün kanıtı, mükerrerlik (tekerrür) oranlarıdır. Akademik çalışmalar, cezaevinden çıkan her iki kişiden birinin, çocuk mahkûmların ise yarısından fazlasının, çok kısa süre içinde yeniden suç işleyerek sisteme geri döndüğünü göstermektedir. Akademik çalışmalara göre geçmişte işlenen suçlardaki artış, gelecekte işlenecek suçu doğrudan tetikleyen en güçlü değişkendir.
Kapasitesinin %40 üzerinde dolu olan cezaevlerinde gerçek anlamda bir rehabilitasyon süreci yürütülmesi imkânsızdır. Eğitim, psikolojik destek ve bireysel iyileştirme programları, aşırı kalabalık koğuşların yarattığı fiziksel ve sosyal kaosun altında ezilmektedir. İlk kez basit bir suçtan içeri giren bir bireyin, kontrolün güçleştiği bu yoğun ortamda profesyonel suç ağlarıyla temas kurması, sistemin amaçladığı ıslah ilkesini sarsmaktadır. Ayrıca cezaevinden çıkan birey “eski mahkûm” etiketiyle damgalanmakta, sosyal ve ekonomik hayattan dışlanmaktadır. Devlet, tahliye sonrası barınma ve istihdam gibi temel alanlarda sosyal destek mekanizmalarını işletmediğinde, bireyi hayatta kalabileceği yegâne alan olan eski suç çevresine geri itmektedir.
Tek Çözüm Bütüncül ve Önleyici Bir Adalet Politikası
Türkiye, her yıl yeni cezaevleri inşa ederek veya periyodik olarak kapıları açıp mahkûmları sokağa salarak bu krizden çıkamaz. Bu yaklaşım, sorunu çözmek bir yana, onu erteleyen ve derinleştiren bir kısır döngü üretmektedir.
Bu nedenle, kısa, orta ve uzun vadede özellikle şu reformlar hayata geçirilmelidir:
1. Önleyici Sosyal Politika Devrimi: Suçla mücadele cezaevinde değil, okulda ve mahallede başlamalıdır. Eğitimde fırsat eşitliğini sağlamayan, gelir adaletsizliğini gidermeyen bir devlet, potansiyel mahkûm üretmeye devam eder. Sosyal devlet, vatandaşı suçun kucağına düşmeden önce korumalıdır. Suçun önlenmesi, polis sayısının artırılmasından ziyade, öğretmenlerin ve sosyal hizmet uzmanlarının mahallelerdeki etkinliğinin artırılmasına bağlıdır. Ekonomik istikrar ve eğitim, suçla mücadelenin ilk basamağıdır.
2. Tahliye Sonrası Etkin Takip: Cezaevinden çıkan kişinin sosyal hayata adaptasyonu için “Sosyal Destek Takip Mekanizmaları” kurulmalıdır. Barınma, iş bulma ve psikolojik destek içermeyen bir tahliye, kişiyi eski suç çevresine geri itmekten başka işe yaramaz. Islah süreci cezaevi kapısında bitmemeli, denetimli serbestlik sistemi bir “imza bürokrasisi” olmaktan çıkarılıp gerçek bir rehberlik mekanizmasına dönüştürülmelidir. Mahpusların tahliye sonrası damgalanmasını önleyecek yasal ve yapısal düzenlemeler yapılmalıdır. Tahliye sonrası kişi karşısında, “Kalacak yerin var mı? İş bulabildin mi?” sorularını soran bir devlet görmelidir.
3. İnfaz Sisteminde Hukuki Güvence ve Şeffaflık: İnfaz yasaları siyasi pazarlık konusu olmaktan çıkarılmalıdır. Cezaların yatarı şeffaf, öngörülebilir ve adil olmalıdır. Örtülü aflar yerine, mahkûmun ıslah başarısına ve topluma kazandırılmasına dayalı rasyonel bir infaz rejimi kurulmalıdır. Yargı bağımsızlığı tesis edilerek, tutuklama süreçlerindeki keyfî müdahaleler sonlandırılmalıdır. Tutuklama süreleri makul düzeye çekilmeli ve infaz sistemi “yatarı neyse o” prensibiyle sadeleştirilmelidir.
4. Alternatif İnfaz Yöntemlerinin Yaygınlaştırılması: Her suçun çözümü hapis değildir. Düşük riskli suçlar için kamu hizmeti, elektronik kelepçe ve sosyal rehabilitasyon gibi yöntemler asıl hale getirilerek cezaevleri üzerindeki yük hafifletilmelidir. Cezaevleri sadece toplum için gerçek tehlike arz edenler için kullanılmalıdır. Bu yaklaşım, hem devleti devasa bir mali yükten kurtaracak hem de bireyin “suç akademisi”nde uzmanlaşmasını önleyecektir.
5. Uyuşturucu ve Gençlik Politikalarının Yeniden İnşası: Uyuşturucu sorunu sadece polis operasyonlarıyla çözülemez. Gençlere bir gelecek vizyonu sunulmalı, spor, kültür ve sanat faaliyetlerine erişim artırılmalıdır. Bağımlıların cezalandırılmasından ziyade tedavi edilmesi esas alınmalı, ancak ticareti yapan şebekelere karşı tavizsiz bir mücadele uygulanmalıdır. Gençlerimizi bu bataklığa iten umutsuzlukla yüzleşmeden, uyuşturucu belası bitirilemez.
Sonuç olarak; Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, yeni ranzalar veya anayasal usulleri dolanan örtülü aflar değil; hukuki öngörülebilirliğin, ekonomik adaletin ve sosyal devletin yeniden inşasıdır. Siyasetin asli görevi, cezaevi kapılarını periyodik olarak açıp kapatan bir gardiyanlık değil; o kapılara mümkün mertebe çok az insanın düştüğü, hukukun üstünlüğünün ve fırsat eşitliğinin herkes için güvence altına alındığı adil bir düzeni süreklileştirmektir. Suçla mücadelenin başarı kriteri cezaevlerinin doluluğu değil, sokaktaki güvenin, okuldaki adaletin ve mutfaktaki huzurun kalıcı hale gelmesidir. Gerçeklerle yüzleşmeden ve bu yapısal bataklığı kurutmadan, toplumsal barışı tesis etmek mümkün olmayacaktır.