ALİ BULAÇ - (The Turkish Post)
Sürekli birbirleriyle ihtilaf eden ve çoğunlukla ihtilafları çatışmalara dönüştüren insanlar arasında sulh ve sükûnu sağlamak mümkün değil mi?
Bu soru asırlardır insan zihnini meşgul etmiştir. Çatışmalara yol açan ayrılıklar, aykırılıklar ise, ortak bir nokta bulunabilse, çatışmalar sona ermez mi? Peki, ortak nokta nedir, olabilir mi?
Baştan belirtmek gerekir ki “ortak değer” bulmak kolay değildir.
Herkesin kendine göre değeri iyidir, hatta en iyisidir; bu büyük ölçüde tarihî mirastan, alışkanlıklardan, kendini beğenmişlikten, güvenlik duygusundan, kendini koruma ihtiyacından kaynaklanır. Herkesin iyisi kendine aitse, birden fazla iyi vardır ve bu da ortak bir noktayı mümkün kılmaz.
Ama belki de ortak nokta, şu veya bu iyinin diğerlerini ilzam edecek, diğerlerinin iyisini yok edecek şekilde tanımlanmaması ve konumlanmaması olabilir.
Modern dünyada sürüp giden çatışmaların sebeplerinden biri, sadece bir iyinin diğer bütün iyileri kötü ve zararlı bulmasıdır.
Bugün Batı, dünyaya ihraç ettiği değerlere “evrensel değerler” adını vermekte, Batı dışı toplumların bu değerleri hayat tarzlarının esası görmelerini istemektedir. Lakin bu değerlerin bir kısmı ortak olsa da, bir kısmı ortak olmayabilir, hatta bazı toplumların zararına işleyebilir.
Bu durumda Müslümanlar olarak referans aldığımız ortak değerlerin ne olduğunu sorduğumuz zaman, öncelikle Müslümanların tamamı için ortak referansın ne olduğunu tespit etmemiz icap eder. Müslümanların hareket noktası Kur’an-ı Kerim olduğuna göre, diğer insan topluluklarıyla üzerinde mutabakata varılacak ortak değerleri yine Kur’an’da arayacağız demektir.
Kur’an-ı Kerim, Müslümanlar ile Müslüman olmayan din müntesiplerinin hepsinin aralarında ortak olan bir kelimede buluşabileceklerini belirtir ve bu kelimede buluşmaya davet eder:
“De ki: ‘Ey Kitap Ehli! Bizimle sizin aranızda ortak (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız.’” (3/Âl-i İmrân, 64)
Bu âyetin yer aldığı sûrenin 55. âyetinde Yüce Allah, bu konuda ve başka birçok konuda ihtilaf hâlindeki din grupları arasında son hükmü âhirette kendisinin vereceğini bildirmektedir.
İnsan toplumları tek bir kalıpta yaratılmamıştır; muhtelif özelliklere sahiptirler. Aralarındaki farklılıklar ilahî hikmete mebnidir. Allah dileseydi “insanların tümünü tek bir toplum olarak” yaratırdı; bunu murad etmedi. Her birine farklı şeraitler, yol ve yöntemler kıldı (5/Mâide, 48).
Farklı inanışlar, örf ve âdetler, kültürler bu farklılığın ürünüdür.
Bu durumda, yani insanlar arasındaki farklılık ve çeşitlilik ilahî bir hikmete mebni ise, düşmanlıklara ve çatışmalara mesnet teşkil edecek tartışmaları sürdürmenin manası yoktur.
Şu var ki, farklılıklar tabiî ve ilahî olsa da, bizzat farklı dinden olan insanlar veya daha geniş manada farklı toplumlar bir arada yaşamak durumundadırlar.
Her din mensubunun sadece kendi gettosunda veya başkalarının arındırıldığı özel dinî galaksisinde yaşaması arzu edilir bir şey olmadığına göre, birlikte yaşamanın ortak paydalarını bulup öne çıkarmak gerekir.
Tarihte genellikle farklı toplumlar diğerlerini küçümsemiş, ötekileştirip şeytanlaştırmıştır. Bugün Batı dünyası, diğer toplumların tamamını küçümsemekte, çeşitli yöntemlerle onları kendisinden daha aşağı, daha geri görmekte ve bu toplumların da kendilerini öyle görmelerini empoze etmektedir ki, biz buna oryantalizm deriz.
Kur’an, açık bir ifadeyle bunu yasaklar: “Ey iman edenler! Bir kavim (bir başka) kavimle alay edip küçük görmesin; belki kendilerinden daha hayırlıdır.” (49/Hucurât, 11)
Bizim anahtar seçtiğimiz “kelime”yi üç şekilde anlamak mümkündür: İlki, tefsircilerin ağırlıklı olarak kabul ettiği tevhid inancı; ikincisi, Hz. İsa’nın kendisi; üçüncüsü, anlaşma zemini anlamında üzerinde mutabakata varılmış ortak ilkeler mecmuası.
“Kelime” ile tevhid inancının kastedilmiş olması dolaylı olarak mümkündür. Zira İslamiyet, her ne olursa olsun inancın (akaid) merkezine Allah’ın birliği fikrini yerleştirmektedir.
Ancak gerek Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Necran Hristiyanlarıyla, gerekse bugüne kadar süren tartışmalardan anlıyoruz ki, Hristiyanların ezici çoğunluğu “üçleme (teslis)” inancına sahiptir. Tevhid ile teslis bir arada bulunmayacağına göre, kastedilen doğrudan tevhid değildir. 1, 1’dir; 3, 3’tür; 1 aynı anda 3 olamaz; 3 de 1 olamaz.
Âyette Hz. İsa’nın kastedilmiş olması ihtimal dâhilindedir. Çünkü o, her iki din müntesibinin saygın kabul ettiği seçkin bir şahsiyettir. Kur’an’ın açık beyanıyla Meryem’e Cebrâil aleyhisselâm tarafından “Allah’tan bir kelime” olarak ilka edilmiştir (3/Âl-i İmrân, 45); yani “Allah’ın kelimesi”dir. “Allah’ın kelimesi” olan İsa aleyhisselâmın dünyaya geliş amacı, Allah’ın kelamını tebliğ etmektir ki, ilahî kelamın özü, esası ve merkezi yine Allah’ın birliği fikri ve inancı olan tevhide dayanır.
“Kelime”yi Hz. İsa kabul etmemiz durumunda yine yol tevhide çıkar. Hz. İsa, muhataplarını ve ona inananları Allah’a çağırmaktan başka ne yaptı ki!
Üçüncü ve kuvvetli ihtimal, “kelime” ile doğrudan kastedilmiş olanın, anlaşma zemini olan ortak ilkeler olduğudur.
Kur’an-ı Kerim bunları şöyle sıralar:
a) Allah’tan başka hiç kimseye ve hiçbir şeye kulluk etmemek,
b) O’na hiç kimseyi ve hiçbir şeyi (şahıs, sınıf, doktrin, devlet, millet/ulus vb.) ortak koşmamak,
c) Allah’ı bırakıp da birbirimizi rabler edinmemek.
Bu âyetin, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in İslamiyet’e davet etmek üzere Bizans Kralı Heraklius’a gönderdiği mektupta da yer aldığına göre, Müslümanlarla Kitap Ehli (Yahudiler ve Hristiyanlar) arasında ortak bir anlaşma zemini, temel bir referans çerçevesi olduğu görülür.
Bu, yani “ortak kelime (kelimetün sevâin)”, adilane, doğru, hakkaniyete uygun ve orta yolu ifade eder. Bu ilkelerle kimseye haksızlık yapılmaz. Allah’ın birliği inancı, tevhid, bütün peygamberlerin tebliğlerinin ortak noktasıdır. (Bkz. 16/Nahl, 36; 21/Enbiyâ, 25)
Söz konusu ortak ilkeler üzerinde anlaşma önerisi, dolaylı yoldan tarihî inanç ve telakkilerin tashihini de öngörmektedir. Görüş ayrılığının temelinde Yahudilerin Üzeyr’i (Ezra), Hristiyanların İsa’yı –hâşâ– Tanrı’nın oğlu sayma inançları yatmaktadır (9/Tevbe, 30-31).
Bu âyet, Yahudi ve Hristiyan inançlarında bir tür tersine dönmüş ulûhiyet ve rubûbiyeti yerli yerine oturtmaktadır. Şöyle ki:
Allah, yegâne yaratıcıdır; bir ve tek ilahtır, mülkünde ortağı yoktur. Ulûhiyet ve rubûbiyet sadece O’na mahsustur; gayb veya müşahede âleminde mutlak ilim, kudret ve irade O’nundur. Varlık âleminin tümüne bakan yönüyle bu kâmil ulûhiyettir.
Allah, ulûhiyetinde hiçbir şeyi ve hiç kimseyi ortak kabul etmediğine göre, dünyaya, yani dünya hayatına ve hayatın düzenlenmesi biçimine bakan yönüyle de ahlaki ve hukuki değerlerin kaynağıdır. Hayatı tanzim edecek kurallar tespit ve tayin edilirken O’nun vaz’ettiği değerler, emir ve yasaklar, hükümler esas alınır; sadece O’na kulluk edilir, sadece O’nun emirlerine itaat edilir, sadece O’nun çizdiği sınırlara (hudutlara) riayet edilir, sadece O’na hamd edilir, minnet duyulur.
Hakiki ve asli manada Allah’tan başka kimse helal ve haram, emir ve yasak koyamaz; hükümlerin ana çerçevesini Münzel Şeriat çizer. Bu da kâmil rubûbiyettir.