Türkiye’de devlet, yalnızca bir kurum değil; “iman edilmesi gereken” bir kutsal olarak sunuluyor. Büyücüler, vaizler ve “yerli-milli” entelektüellerin ördüğü bu teolojik zırh, adaletin ve demokrasinin önündeki en büyük engel. Türk siyasi tarihinde “devletin kutsallığı” neredeyse tartışmasız bir dogma olarak varlığını sürdürür. Bu, yalnızca resmi ideolojinin bilinçli bir tercihi değil; yüzyıllara yayılan zihinsel bir mirasın ürünüdür. Selçuklu’dan Osmanlı’ya, oradan modern cumhuriyete uzanan çizgide devlet, yalnızca bir yönetim aygıtı değil; “ebed müddet” sürecek bir varlık, adeta yeryüzünde kutsal bir organizma olarak tahayyül edilmiştir. “Devlet baba” ya da “devlet-i ebed müddet” söylemleri, sadece siyasal değil; duygusal, hatta metafizik bir bağlılığın ifadesi olagelmiştir.
Bu tarihsel eğilim, son yıllarda bambaşka bir evreye taşındı. Özellikle muhafazakâr iktidarlar eliyle, devlete atfedilen kutsiyet artık daha rafine, daha sistematik ve daha derinlikli bir ideolojik tahkimata dönüştü. Devlet, sadece korunması gereken bir kurum değil; eleştirilemez, sorgulanamaz ve neredeyse “iman edilmesi” gereken bir kutsal hâline getirildi. Bu kutsiyet inşasında yalnızca anayasal kurumlar değil; aynı zamanda din adamları, cemaat şeyhleri, propaganda aygıtı hâline gelmiş medya mensupları ve “yerli-milli” sıfatıyla parlatılmış entelektüeller aktif rol üstleniyor.
BÜYÜCÜLERİN SAHNESİ
İşte tam da bu noktada “büyücüler” sahneye çıkıyor. Antropoloji bize büyücünün tarih boyunca “kutsal ile halk arasında aracılık eden” figür olduğunu; yönetenlerin meşruiyetini güçlendirmek için semboller, ritüeller ve sihirli söylemlerle halkın tahayyül dünyasını şekillendirdiğini öğretir (Lévi-Strauss’un dediği gibi, büyücü toplumsal bilinci dönüştüren bir aracıdır). Bugünün büyücüleri ise, kürsüden “devletin bekası Allah’ın emridir” diyen vaizlerde, her krizi “imtihan” diye tevil eden tarikat liderlerinde, iktidarı eleştiren herkesi “dış mihrak maşası” ilan eden televizyon yorumcularında ve devletin her kararına “hikmet var” diyerek itirazı bastıran kanaat önderlerinde somutlaşıyor.
KUTSİYETİN SİYASALLAŞMASI
Oysa devlet, nihayetinde soyut bir kavramdır. Hukuk kitaplarında tanımı yapılabilir; anayasa şemalarında, yönetim organlarında biçim bulabilir; ama sokakta, pazarda, okulda görülen şey, devletten ziyade onun temsilcileridir: vergiyi toplayan memur, hukuku uygulayan yargıç, çocukları eğiten öğretmen, kamu kaynaklarını yöneten bakan ya da ihale dağıtan bürokrat... Gerçek kutsallık aranacaksa, bu devlette değil; adalette aranmalıdır.
Fakat muhafazakâr iktidar aklı, tam da bu ayrımı silmek üzerine kuruludur. Kutsal olanla siyasal olan birbirine kaynaştırıldığında, eleştiri kolayca “günaha” dönüştürülür. Devlet kutsallaştırıldığında, iktidar da günahsızlaşır. Böylece somut yönetime dair her itiraz, “devlet düşmanlığı”, “fitnecilik” ya da “ihanet” etiketiyle damgalanır.
Bu noktada Carl Schmitt’in “siyasal teoloji” kavramı devreye girer: Modern devletin pek çok kavramı, teolojik düşüncenin sekülerleştirilmiş biçimleridir. Weber’in de işaret ettiği gibi, modern otorite tipleri arasında karizmatik ve geleneksel meşruiyetin dinî motiflerle yeniden üretilmesi, günümüz Türkiye’sinde siyasal teolojinin en canlı tezahürüdür. Her dönemin kendi “Diyaneti”, kendi “tarikatı” ve kendi “yerli-milli” entelektüeli, bu teolojik zırhın taşeronluğunu yapar. Devlete dua eden din adamı, onu “kıyamete kadar sürecek” diye tanımlayan bakan, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” benzetmesini kullanan ideolog... Hepsi aynı büyünün farklı versiyonlarıdır.
BÜYÜNÜN BEDELİ
Böyle bir düzende; yolsuzluk sorgulanamaz, adaletsizlik dile getirilemez, liyakatsizlik tartışılamaz. Çünkü artık mesele ahlak değil; iman meselesidir. Eleştiri suç, itiraz sapkınlık, sorgulama imansızlık sayılır. Diyanet hutbelerinden televizyon ekranlarına, sosyal medyada dolaşan “yerli-milli” sloganlardan iktidar bildirilerine kadar aynı büyünün tekrarlandığını görüyoruz. Ve ne yazık ki bu büyü tuttu. Geniş bir kitle, devleti kutsayan bu söylemi sorgulamadan, hatta çoğu zaman bilinçli biçimde benimseyerek iktidarın her icraatını “meşruiyet” pelerinine sarıyor. Böylece kutsal ilan edilen devlette, zalimler bile kutsanabiliyor.
BÜYÜYÜ BOZMAK
Unutulmamalı: Zulüm, çoğu zaman yalnızca zalimlerin değil; onları alkışlayanların, kutsayanların, sessiz kalanların eseridir. Bugün Türkiye’de de mesele tam olarak budur.
Eğer gerçekten adalet istiyorsak, önce kutsiyet zırhının ardına gizlenmiş iktidarı sorgulamayı öğrenmeliyiz. Devleti kutsal bir varlık değil, halkın hizmetinde bir araç olarak görmedikçe; büyücüler konuşacak, halk susacak. Ve suskunluk, zalimin en çok sevdiği düzendir.
Ama bilinmeli ki her büyünün bir çözülme anı vardır. Gerçeklerin sesi er geç büyünün uğultusunu deler. Öyleyse görevimiz, bu büyüyü bozmak; devleti kutsallıktan indirip, halkın hizmetinde şeffaf ve adil bir kurum haline getirmektir. Çünkü büyü bozulduğunda, zalimler değil; hakikat konuşur.